0
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
154
Okunma
Ölüm.
İnsanın en eski tanıdığı, en büyük bilinmezi. Herkesin bir gün mutlaka karşılaşacağı; kimisinin kapısında beklediği, kimisinin kaçmaya çalıştığı bir misafir. Belki de hayatın en dürüst gerçeği. Çünkü yalan söylemeyen, hiçbir zaman şaşmayan, herkesi eşit gören tek şey odur.
Yaşam, ölümle anlam bulur. Ölüm olmasaydı zamanın kıymeti bilinmezdi. Sabahları uyanmanın, sevdiklerimize sarılmanın, sokakta yürüyen bir yabancının yüzüne gülümsemenin, bir çocuğun kahkahasına kulak vermenin değeri bu kadar büyük olur muydu? Bir gün biteceğini bildiğimiz içindir belki de bazı anların sonsuzmuş gibi hissedilmesi.
Ama ölüm korkutur bizi. Çünkü bilinmezdir. Çünkü son gibi görünür. Çünkü “bir daha”ların olmayışını hatırlatır:
Bir daha o sesi duyamayacağım.
Bir daha gözlerine bakamayacağım.
Bir daha sarılamayacağım.
Bir daha “özür dilerim” deme şansım olmayacak...
Ölümle yüzleşmek, sadece bir kaybı kabullenmek değildir. Aynı zamanda eksik kalan her şeyle yüzleşmektir. Bu yüzden çoğu zaman bir ölüm, yalnızca bir kişinin değil, ardında kalan onlarca kişinin de iç dünyasında bir şeyleri öldürür. Yaşarken söylenmeyen sözlerin, ertelenmiş özürlerin, cesaret edilemeyen sevgilerin pişmanlığıdır ölüm.
Ama ölüm, sadece kayıp değildir.
Aynı zamanda bir aynadır.
İçine bakmamız gereken, kendimizi dürüstçe görmemizi isteyen bir ayna.
Ne kadar yaşadık, ne kadar sevdik, neyi önemsedik?
Geride ne bırakıyoruz?
Çünkü ölüm, aslında ardımızda kalan hayatın ne kadar dolu yaşandığını sorgulatır.
İnsan bir mezar taşının başında dururken, o taşa yazılmış iki tarih arasındaki kısa çizgiye takılır:
Doğum ve ölüm arasında koca bir ömürdür o çizgi.
Ama ne kadar yaşanmıştır gerçekten?
İşte asıl mesele budur.
Ve ölüm, sadece insanları değil, anıları da alır bazen.
Bir gülüş, bir ses tonu, bir el hareketi…
Zamanla silikleşir bellekte.
İşte o yüzden korkarız unutulmaktan.
Bu dünyadan geçip gitmek değil mesele, birilerinin yüreğinde bir iz bırakıp bırakamamaktır.
Ölüm, sadeleştirir.
O karmaşık hayatlarımız, içimizdeki hırslar, öfkeler, kıskançlıklar...
Hepsi anlamsızlaşır bir tabutun başında.
Bir anda her şey durur.
Gerçekten değerli olan şeyleri hatırlarız:
Bir dostun varlığı, bir annenin duası, bir çocuğun masum gülümseyişi...
Belki de bu yüzden ölüm, öğretmendir aslında.
Yıkıcı olduğu kadar uyarıcıdır.
Bize yaşarken kim olduğumuzu, kim olmak istediğimizi hatırlatır.
Birini kaybettiğimizde, onunla birlikte kendi içimizden bir şey de gider.
Ama yine de yaşam devam eder.
Çünkü ölüm, aynı zamanda kalanlara yaşama zorunluluğu yükler.
Gidenin ardından onurlu yaşamak, onun adını kalbimizde taşımak,
Ve her şeye rağmen nefes almaya devam etmek…
Çünkü ölüm son değildir.
Bazen bir başlangıçtır;
Farkındalığın, kabullenişin, sadeleşmenin…
Ve bazen de en çok o zaman başlar gerçek yaşam.
Ölüm sessizdir ama ardından gelen yas, en gürültülü duygudur insanın içinde.
Dışarıdan bakıldığında sükûnet gibi görünür; birkaç damla gözyaşı, belki bir siyah elbise, birkaç başsağlığı cümlesi. Ama içte kopan fırtına görünmez.
Yas, sadece gözyaşı değildir.
Bazen sessizce bir sandalyeye çöküp boşluğa bakmaktır.
Bazen bir eşyanın yerini değiştirememektir.
Bazen bir ses kaydını defalarca dinlemek, eski bir mesajı silememektir.
İnsanın ruhunda yankılanan bir sessizliktir yas; içinde binlerce kelime, ama dile gelmeyen...
Ve zaman geçer.
İnsan sanır ki alışır. Ama ölüm, alışılan bir şey değildir aslında.
Sadece yaşam, onu yavaşça sarmalar.
Yas, zamanla kendine bir yer bulur insanın içinde.
Artık her sabah ilk düşünce o değildir ama bazı sabahlar, ansızın hatırlanır.
Bir şarkıda, bir kokuda, bir cümlede…
İnsan gülmeyi yeniden öğrenir belki, ama o gülüşlerin bir kenarında hep bir eksiklik taşır.
Devam Etmek: Unutarak Değil, Taşıyarak
Ölenle birlikte bir parçamız da gider, evet.
Ama kalan parçamızla yeniden bir hayat kurmak zorundayızdır.
Bu yeniden inşa, öyle kolay değildir.
Çünkü artık bildiğimiz dünya eksiktir.
Ama zamanla insan şunu fark eder:
Ölüm sadece bir veda değil, bir hatırlatmadır aynı zamanda.
Hayatın kırılganlığını, sevdiklerimize daha sık sarılmamız gerektiğini, affetmenin ne kadar kıymetli olduğunu fısıldar kulağımıza.
İnsan, gidenin ardından yaşamaya devam eder.
Çünkü bazen en büyük vefa, yaşamaya cesaret etmektir.
Sevdiğin biri gittiğinde, onun anılarını taşıyarak yürümektir hayat.
Her adımda, onu da yanında götürmektir.
Belki de o yüzden bazı insanlar, gittikten sonra bile bizimle konuşmaya devam eder.
Bir rüzgârda, bir yıldızda, bir düşte...
Ve Sonunda...
Ölüm, varlığın sessizliğidir.
Ama o sessizlikte derin bir anlam gizlidir.
Bizi yavaşlatan, düşündüren, büyüten bir sessizlik…
Ve her ölüm, aslında bize şunu sorar:
Sen hazır mısın?
Hazır mısın yarım kalmamaya, sevgini saklamamaya, ertelememeye?
Belki de hayat, ölümün tam karşısında duran bir cesarettir.
Ve bizler, her gün birer adım daha o son durağa yaklaşırken,
En değerli şeyi inşa ederiz:
Unutulmayacak bir iz.
Bir iz ki; sevdiklerinin kalbinde yaşamaya devam eder.
Bir iz ki; ölümün bile silemeyeceği kadar derindir.
Zaman, ölümün en yakın ortağıdır.
Kaybettiklerimizi zamanla unuturuz denir; oysa zaman unutturmaz, sadece yeniden şekillendirir.
Acıyı törpüler, ama izi silmez.
Yas, zamanla sessizleşir, ama büsbütün yok olmaz.
Bazen bir mezar taşı önünde değil de, kalabalık bir sofrada yokluğu daha çok hissedilir.
Bir sandalyenin boşluğu, bir gülüşün eksikliği, bir çayın artık demlenmemesi…
Ölüm, insanı sadece sevdiklerinden değil, alışkanlıklarından da ayırır.
Birlikte yapılan sabah kahvaltıları, birlikte izlenen diziler, sessizce yan yana oturmalar…
Hepsi bir anda “geçmiş zaman” olur.
Ve insan, her gün biraz daha fark eder:
Hayat, bir “alışmak” meselesidir.
Ölüm bile bir gün “alışılan” olur, ama bu alışmak unutmak değildir.
Aksine, onu hayatın içine alarak yaşamak, hatıraları canlı tutmak, yoklukta bile var edebilmektir.
Ölüm, öğretir.
Kimi zaman bir babanın yokluğu bize ayakta durmayı öğretir.
Bir annenin gidişi, sevmenin kıymetini…
Bir dostun vedası, sadakatin anlamını...
Hiçbir kitapta yazmayan, hiçbir okulda öğretilmeyen gerçeklerdir bunlar.
İnsan ölümü yaşadıkça, susmayı öğrenir.
Çünkü bazı acıların dili yoktur.
Ve bazı acılar sadece bakışlarda, sarılışlarda, suskunluklarda anlaşılır.
Bu yüzden ölüm, insanı daha derin, daha anlayışlı kılar.
Empati büyür.
Küçük şeyleri dert etmemeyi, affetmenin büyüklüğünü, vakit varken söylemenin erdemini öğretir.
Kalmak ve Gitmek Üzerine
Gidenin ardından kalan olmak zordur.
Ama bir o kadar da değerlidir.
Çünkü yaşamak, sadece nefes almak değil, bir anlam taşımaktır.
Ölenin ardından anlatacak bir hikâyen varsa, onun izini sürdürecek bir amacın,
Onun adına yapacak bir iyiliğin varsa, yaşamak anlam kazanır.
Bazen bir şiirle, bazen bir dua ile, bazen bir tebessümle yaşatırız ölülerimizi.
Ve en sessiz anlarda, kalbimizde yankılanır adları.
Bazıları için ölüm, bir sondur.
Bazıları içinse bir geçiş, bir başlangıç…
İnançlar, mezar taşlarının ötesine köprü kurar.
Dualar, ayrılığı yumuşatır.
İnsan, sevdiklerinin gittiği yerde iyi olduklarına inanmak ister.
Çünkü bu, yaşamak için bir sebeptir.
Ve belki de inanç, ölümün karşısındaki en büyük direniştir:
“Orada bir yerde seni bekleyen biri var” diyebilmenin tesellisidir.
Ölüm kaçınılmazdır.
Ama nasıl yaşadığımız, bizim seçimimizdir.
Bir gün biz de gideceğiz.
Ardımızdan söylenecek tek şey şudur belki de:
“İyi yaşadı. Kalplere dokundu. İz bıraktı.”
Ölüm, varlığın sessizliğidir.
Ama hayat, bu sessizliğe karşı atılmış en gürültülü çığlıktır.
O hâlde konuşalım, sevelim, affedelim, sarılalım, yazalım, ağlayalım, gülelim…
Çünkü vakit varken yaşamak, en büyük direniştir ölüme karşı.
Ölüm, çoğu zaman düşman gibi gösterilir bize.
Ondan korkmamız, ondan kaçmamız öğretilir.
Oysa ölümle dost olmak da mümkündür.
Çünkü onun varlığını kabul eden, yaşamın kıymetini daha derin kavrar.
Ölümü sadece bir son değil, bir dönüşüm olarak gören, yaşarken daha özenli olur;
Daha az kırar, daha çok sever, daha yavaş yürür ve daha dikkatle bakar gözlerin içine.
Her gece yatağa yattığında “yarım kalabilirim” ihtimalini bilen biri,
Gündüzleri daha çok “tamamlar” kendini.
Yaşamak, bir hesaplaşma değil, bir armağandır artık.
Ve ölüm, bu armağanın kutsal hatırlatıcısı.
Bir gün biz de olmayacağız.
Evimiz, odamız, eşyalarımız kalacak ardımızda.
Kitaplığımızdaki kitaplar sessizce yerinde duracak,
Belki açılıp sayfaları çevrilecek, belki tozlanacak.
Sesimiz, kahkahamız, suskunluğumuz bir yerlerde yankılanacak bir süre daha;
Sonra yerini başka seslere bırakacak.
Ama insan, gerçekten yok olmaz.
İz bıraktığı her kalpte biraz daha yaşar.
İyilikte, şiirde, bir sözde, bir davranışta yankı bulur.
Bize öğretilen tek gerçek, ardımızdan ne bıraktığımızdır.
Bir tebessüm mü? Bir yara mı?
Bir umut mu? Yoksa bir karanlık mı?
Sanat da ölüme karşı bir başkaldırıdır aslında.
Bir şairin mısralarında, bir ressamın çizgilerinde, bir müzisyenin notalarında
Ölümün o sessizliğine karşı yükselen bir anlam arayışı vardır.
İnsan, kalıcı olmadığını bilse de kalıcı izler bırakmak ister.
Çünkü bir parçamız hep hayatta kalmak, unutulmamak ister.
Bu yüzden yazıyoruz.
Bu yüzden söylüyoruz.
Bu yüzden ağlıyoruz, susuyoruz, anlatıyoruz.
Ölümle başa çıkmak için, onunla konuşur gibi…
Ölüm korkusu, çoğu zaman yaşayamamış olmanın korkusudur.
Boşa harcanmış bir ömrün, söylenmemiş sözlerin, kaçırılmış anların korkusudur.
Bu yüzden mesele, ölümden korkmak değil, yaşamı ertelemektir.
Çünkü hayat kısa değil;
Biz onu erteleyerek kısaltıyoruz.
Ve bir gün geldiğinde, dönüp baktığımızda dolu dolu yaşanmış bir hayat,
Ölümün soğukluğunu bile ısıtır.
Sonunda herkes bir gün susar.
Ama ardında kalan yankı ne kadar derindir, ne kadar gerçektir, ne kadar iyileştiricidir?
İşte tüm mesele budur.
Ölüm kaçınılmaz.
Ama insan, yaşarken ölümsüzlüğün yollarını arar.
Bir çocuğun hafızasında kalan hikâyeyle,
Bir dostun gözlerinden silinmeyen tebessümle,
Bir sokak kedisinin her sabah beklediği ayak sesleriyle…
Her insan ölür,
Ama bazıları hiç gitmez.
5.0
100% (1)