6
Yorum
13
Beğeni
5,0
Puan
312
Okunma

Berk orta yaşlarda astrolojiye merak sarmış , astral seyahat etmenin yollarını arıyor , edindiği bilgiler ışığında bunu deniyordu. Geceleri rüyasına kendisini dağ başında ateş yakmış yüzü pek belli olmayan bir adamın karşısında görüyordu. Adam ona sürekli sana bir sır vereceğim ama önce beni bulmalısın diyordu. İstanbul’un parlayan ışıkları altında boğulduğu bir perşembe gecesiydi. Penceresinin önüne astığı Nostradamus’un Kayıp Haritaları kitabı, gökyüzündeki Satürn halkalarıyla aynı hizada sallanıyordu. Astroloji haritaları ve astral seyahat denemeleri, onu gerçek dünyanın sıkıcılığından kaçırıyordu. O gece, Sirius yıldızı zirvedeyken, bedenini yatağında bırakıp astral bedeniyle süzüldü. Ruhu, karanlık bir tünelden geçti ve kendini Anadolu’nun bilinmeyen bir dağ sırtında, tek başına yanmakta olan devasa bir ateşin karşısında buldu. Ateşin önünde, deri gibi buruşmuş elleri ile çıtırdayan odunlara uzanan, göz çukurları karanlık çöller kadar derin bir ihtiyar oturuyordu.Bu ihtiyar sürekli rüyalarına giren adamın ta kendisiydi.
"Geldin demek..." dedi ihtiyar, sesi kayalardan süzülen rüzgâr gibiydi. "Aradığı cevabı bulamayanlar gelir bu ateşe.bir de benim çağırdıklarım"
Berk, astral bedeninin titreşimlerini hissederek sordu:
’’Neden beni çağırdın, sen kimsin ?’’
Yaşlı adam ateşe bir odun daha atarken titredi , ’’Hissediyor musun , bu ölümün soğukluğu , topraktan gelen toprağa , gaipten gelen gaibe gider ,ben de senin gibi topraktan geldim , zamanı durdurup toprağa dönmemenin yollarını aradım. ama ne hikmetse şimdi toprak bile beni almıyor ’’
Berk ;
"Zamanı yenmenin bir yolu var mı?"
İhtiyar, ateşe bir dal daha attı. Alevler, göz bebeklerinde dans eden şeytanlar gibiydi.
"Bir adam vardı..." diye mırıldandı. "Zamanı yendi. Hiç yaşlanmadı. Bedeni gençliğini korudu, saçlarına ak düşmedi, dizlerinde kireçlenme olmadı. Ama ölüm... Ölüm kaçınılmazdı. Ölümü yenemedi."
Berk’in kalbi hızla çarptı:
"Nasıl? Nasıl yaptı bunu?"
İhtiyar, parmağıyla gökyüzündeki Samanyolu’nu işaret etti:
"Gökyüzünün matematiğini çözdü. Zamanın bir illüzyon, insan bedeninin ise bu illüzyona boyun eğen bir saat olduğunu anladı. Ama ölüm... O başka bir kanun. Evrenin temel taşı."
Berk, gerçek dünyada mutsuzdu. İş yerinde yıldız haritaları çiziyor, geceleri Tibet meditasyonlarıyla astral bedenini dağlara gönderiyordu. İkinci yolculuğunda, ihtiyar onu bekliyordu. Ateşin üzerinde, demir bir çaydanlık kaynıyordu.
"O adam..." diye başladı ihtiyar, buzlu gözleri Berk’in ruhuna işliyordu. "Zamanın yarıklarından sızdı. Bir güneş tutulmasında, Venüs’ün retrosu sırasında, bedenini kuantum titreşimleriyle senkronize etti. Ama bedenini korurken ruhunu kaybetti. Çünkü zamanın dışına çıkan her şey... yalnızlığa mahkûmdur."
Çaydanlıktan dumanlar yükseldi ve dumanın içinde geçmişe ait görüntüler belirdi: Genç bir adam (ölümsüz olan), sevdiği kadının mezarı başında ağlıyordu. Kadının saçları bembeyaz, yüzü çizgiliydi. O ise 25 yaşında bir delikanlı gibiydi.
"Gördün mü?" diye fısıldadı ihtiyar. "Sevdiklerin senin için ölürken sen izlemek zorundasın. Bu, ölümsüzlüğün gerçek bedelidir."
Üçüncü buluşmada dağlar karla kaplıydı. İhtiyarın omuzlarında bir kartal tüyü pelerin vardı. Berk sordu:
"Peki o adam nerede şimdi?"
İhtiyar, ateşe kuru bir insan kemiği attı. Kemik çatırdayarak yandı:
"Öldü."
Berk şaşkındı:
"Ama ölümsüzdü!"
İhtiyarın dudaklarında acı bir tebessüm belirdi:
"Ölümü yenememişti dedim. O adam, sonsuz gençliğine rağmen, bir gün ölümün gölgesini gördü. Gölge, ona dokunduğunda bedeni toza dönüştü. Çünkü ölüm, zamanın efendisidir. Ona boyun eğmeyen hiçbir şey var olamaz."
Berk irkilerek titredi:
"Bu gölge nedir?"
İhtiyar, avuç içinde dönen kara bir duman yarattı:
"İnsanın kaçamadığı tek gerçek: Yalnızlık. Ölümsüz olan o adam, sevdiklerini kaybettikçe ruhu karardı. Sonunda gölge, onun içindeki karanlığı besledi ve yuttu."
Berk artık gerçek dünyada bedenen değişmişti. Gözlerinin altı morarmış, evinde çıkmıyor sürekli antik Yunan’dan kalma ölümsüzlük iksiri tarifleri arıyordu. Dördüncü astral yolculuğunda, ihtiyar ona ateşin etrafında dönen semboller gösterdi. Mısır’ın Ankh’ı, Sümer’in Gılgamış Destanı, Çin’in Ölümsüzlük Mantarı.
"Neden bunları bana gösteriyorsun?" diye sordu Berk.
İhtiyar, bir avuç kumu ateşe savurdu. Kum taneleri havada saatlere, takvim yapraklarına, doğum ve ölüm tarihlerine dönüştü:
"Zamanın sırrı şu: O seni yönetmez, sen onu yönetirsin. Ölümsüz adam bunu anlamadı. Zamanı durdurmakla meşguldü, oysa asıl mucize onu yaşamaktı."
Berk’in gözlerinden yaşlar süzüldü:
"Peki sen kimsin? Neden bu dağ başında oturuyorsun?"
İhtiyar, ilk kez ayağa kalktı. Boyu dağlar kadar uzundu:
"Ben... zamanın ateşinde yanmayan son tanığım. Ölümsüz adamın son nefesini içime çeken kişi. Şimdi sorunu tekrar sor: Zamanı yenmek mi istiyorsun, yoksa onunla yaşamayı öğrenmek mi?"
Berk artık uyumuyor, yemek yemiyor, sadece astral yolculuk için meditasyon yapıyordu. Beşinci buluşmada dağlar sise bulanmıştı. İhtiyarın yanında taştan bir tablet vardı. Üzerinde şu yazılıydı:
"Ölüm yenilemez ama ertelenebilir. Beden ölür, ruh yol alır."
Berk çığlık attı:
"Bana gerçeği söyle! Ölümsüzlüğün sırrı ne?!"
İhtiyarın gözlerindeki karanlık dağıldı, yerine bir insana ait yorgunluk geldi:
"Çocuğum..." dedi, sesi ilk kez titriyordu. "Ölümsüz adam bendim. Zamana karşı kazandığım savaş, ruhuma mal oldu. Sevdiğim herkes öldü. Dünya değişti, ben ise bu ateşin başında sıkışıp kaldım. Ölümü yenemedim çünkü. ölüm olmasaydı, bu anın değeri de olmazdı."
Berk donakaldı. İhtiyar devam etti:
"Seni buraya çekmemin nedeni , ölümün gelip beni bulması. Artık gitmek istiyorum. Ama gidebilmek için, son sırrı birine aktarmalıyım: Zamanın sırrı anı yaşamaktır. Bu ateş, benim son saatimin tanığı olacak."
Berk, altıncı yolculuğunda kendini bir kaosun ortasında buldu. Dağlar sarsılıyor, ateş kırmızıdan mora dönüyordu. İhtiyar, taş tabletin üzerinde oturmuş, bedeni saydamlaşıyordu.
"Zaman!" diye haykırdı Berk. "Nasıl durdurabilirim?"
İhtiyarın bedeni toza dönüşmeye başladı:
"Durdurma! Sürdür! Şu anı yaşa! Geriye dönüş yok, zamanını onu durdurmak için harcama. Geleceği düşünüp tasalanma. Şu. Şu. Şu an!"
Her "şu" dediğinde, bedeninden bir parça gökyüzüne uçtu. Sonunda sadece ateş ve fısıltısı kaldı:
"Ölüm kaçınılmaz... ama yaşam da öyle. Git ve yaşa."
Ateş bir anda söndü. Dağ başında sadece Berk ve sessizlik kaldı.
Berk, yatağında gözlerini açtı. Sabah güneşi, İstanbul’un tozlu camından içeri sızıyordu. İlk kez kuş seslerini duydu. İlk kez kalbinin her atışını bir armağan gibi hissetti. Bilgisayarını açtı, astroloji forumlarındaki tüm hesaplarını sildi. Cebinden çıkardığı not kağıdına, ateşin başındaki son diyaloğu yazdı:
"Zamanı yenmek için değil, onunla birlikte yanmak için geldim dünyaya. Ölüm kaçınılmaz, evet ama bu her nefesin bir zafer olduğu gerçeğini değiştirmiyor."
O günden sonra Berk, Boğaz’da her sabah koşmaya başladı. Denizin üzerine vuran güneşi izlerken, dağlardaki ateşin son kıvılcımını hatırlıyordu. Artık astral seyahat etmiyordu. Çünkü fark etmişti:
Asıl mucize, bedeniyle bu dünyada, şu anda var olmaktı.
Beş yıl sonra Berk, bir dağ köyüne tırmanıyordu. İhtiyarın ateş yaktığı yeri buldu. Taş tablet hâlâ oradaydı. Üzerine oturdu, cebinden küçük bir defter çıkardı. İçine, ihtiyarın sözlerini not etmişti:
"Ölümü yenemeyiz ama ona rağmen yaşayabiliriz. İşte insanlığın en büyük zaferi bu."
Güneş batarken, Berk kuru dalları bir araya getirip küçük bir ateş yaktı. Alevler yükselirken, kayalıkların arasından gelen bir fısıltı duydu:
"Zamanın küllerinde buluşacağız..."
Berk gülümsedi. Artık korkmuyordu. Çünkü biliyordu:
Ölüm kaçınılmazdı ama yaşam... Yaşam şu an alevlenen ateş kadar gerçekti.
Ateş küllerinden yeniden doğarken Berk defterine şu notu düşüyordu ;
’’ Ölümü yenemeyiz çünkü o, yaşamın anlamını dokuyan ipliktir. Zamanı durdurmak değil, her saniyeyi bir ömür gibi yaşamak gerçek ölümsüzlüktür. Dağlardaki ateş söner ama onun ısıttığı yürekler, karanlığı yırtmayı sürdürür."
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (3)