6
Yorum
14
Beğeni
5,0
Puan
355
Okunma

Marangozhanenin talaş bulutlarında, kemikleri ince, omuzları çökmüş bir çocuk vardı. Sol elinin başparmağında babasının çekiciyle ezilmiş mor bir leke, sağ elinin orta parmağında ise kalem tutmaktan sertleşmiş nasır. Mavi gözleri her şeyi kaydeden bir kamera gibiydi: Babasının alnından süzülen ter tanelerinin çekicin ritmine uyumu, kavak ağacının kesilirken çıkardığı iniltiyi hayatı boyunca unutmadı. Geceleri, talaş yapışmış yorgan altında titreyerek, bir gaz lambasının soluk ışığında kırmızı ciltli defterine yazardı:
"Babam bugün bir ceviz ağacını öldürdü. Kesilen gövdeden akan özsu, ağacın gözyaşlarıydı."
Sabah babası defteri bulup sobaya attığında, babasının çatlak dudaklarından şu cümle döküldü:
"Gerçekler tahtadan serttir oğlum! Yazmak karnını doyurmaz."
O gece, yanan defterin külleri arasında bulduğu yarım yanmış sayfayı cebine koyarken içinden ant içti: "Ben, kelimelerden bir ev inşa edeceğim. Temeline çocukarı üzmeyen kelimeler koyacağım."
15 yaşının kasım yağmurlarında, Sirkeci’deki her zaman gittiği sahafta üç kitapla karşılaştı: Napolyon’un Moskova’yı yaktığı sayfası eksik olan Savaş ve Barış, Raskolnikov’un itirafını anlatan bölümü kan lekeli olan Suç ve Ceza, ve Balzac’ın köşesine kitabı okuyan birinin bir not düştüğü "Açlık, kalemi bileyen bıçaktır!" yazılı Goriot Baba. Bunları 20 yaşına gelmeden sokak lambalarının solgun ışığında bitirdiğinde, gözlerindeki ışık sönmüş, sırtında mürekkep lekeli bir pardösü, cebinde kırmızı ciltli boş bir defterden başka serveti kalmamıştı.
18 yaşına geldiğinde, bedeni ince bir gölgeye dönüşmüştü. Sırtındaki mürekkep lekeli pardösüyü bir zırh gibi taşıyordu, çökük göz altları ise geceleri sokak lambaları altında okuduğu kitapların tanığıydı.
Üniversiteyi ikinci sınıfta bıraktı. Cebindeki son parayla Kız Kulesi manzaralı bir tavan arası kiraladı. Tek eşyası: Kırmızı defter, mürekkep şişesi ve babasının marangozhanesinden aldığı kırık bir keserdi.
Kirasını ödeyemediği bir şubat gecesi, tavan arasındaki küflü odasında aniden nefesi buğulandı ve odasının her bir köşesinde üç gölge belirdi:
Tolstoy: Çizmeleri çamurlu, sakalında saman izleriyle. "Anna Karenina’yı 12 kez yeniden yazdım! Sen ilk sayfada pes mi ediyorsun? "diye söyleniyordu.
Dostoyevski: Sol göz kapağı seğiren, parmakları mürekkeple morarmış. "Yazmak, kendi idamına tanıklık etmektir! Cesaretin var mı?" diye soruyordu.
Balzac: Kahve lekeli gömleği ter kokuyor, gözleri çılgınca parıldıyordu. "Günde 20 saat yazmadığın her gün, ruhundan bir parça çaldın demektir!" diyordu.
O ise kendi köşesinde onları seyrederken kırmızı defterine elleri titreyerek şu notu düştü ; Bir gün ben de yazar olacağım. O geceden sonra üç gölge peşini hiç bırakmadı.
Mahalleli artık onu "Hayaletlerle Konuşan Adam" diye tanıyordu. Bakkal, müşterilere onun dedikodusunu yapıyor: "Dün Budala’daki Prens Mişkin’i tartışıyordu kendi kendine!" diyordu. Mahalle çocukları ise peşinden koşup "Beyaz Gecelerde kaybolmuş deli!" diye taş atıyordu. Birgün onu deli diye hastaneye kapatmışlar altı ay orada tutmuşlar ,psikologlar psikiyatri raporunda "Edebiyatsal psikoz" tanısı koymuştu. O ise kırmızı defterin köşesine Dostoyevski’den alıntıyı karalıyordu: "Normal olmak, ruhun intiharıdır."
Bir kış günü, sahaftan ödünç aldığı kırmızı yün atkıyı boynuna doladığı anda içi sarsıldı: Tolstoy dumanlar içinde belirip haykırdı: "Yazmazsan, İvan İlyiç gibi ölüm döşeğinde kıvranacaksın!" Dostoyevski buz kesmiş bakışlarla ekledi: "Korkun seni budala yaptı!" Balzac ise kırmızı defteri yere fırlatıp "Mazeretlerin Vautrin’in yalanları kadar değersiz!" diye gürledi. O anda atkıyı sobaya attı. Alevlerin dansından doğan ilk romanının kurgusu zihninde şimşek gibi çaktı: Marangoz bir baba, oğlunun yazdıklarını sobada yakarken, kendi gençlik hayallerinin külleriyle boğuluyordu.
444 gün boyunca tavan arasında bir cehennemi yaşadı: Gündüzleri simit satarak ekmek parası çıkarıyor, geceleri mum ışığında üç gölgenin acımasız eleştirileri altında yazıyordu. "Bu karakter tahta kadar sert!" diye bağırıyordu Balzac. "Cümleler Ecinniler’in sıkıcı sayfaları gibi!" diye homurdanıyordu Dostoyevski. Tolstoy ise "Natasha böyle mi konuşurdu?" diye sayfaları yırtıyordu. Nihayet 444. gecenin şafağında son cümleyi yazdı: "Babasının dükkânına döndüğünde, talaşlar artık harflerden bir tapınaktı." Üç gölge gözyaşları içinde buğulu camlara karışıp gitti.
El yazması kitabını sahaftaki yaşlı adama bıraktığında, Galata Köprüsü’nde durup kırmızı defteri çıkardı. Son sayfaya titreyen elleriyle şunu yazdı: "Artık içimdeki sesler sizlersiniz." Defter Haliç’in yeşil sularında kaybolurken, yanına gelen polis memuru sordu: "Adınız?" Dudaklarında bir gülümseme: "Önemsiz. Ben... yazılmış bir satırım artık."
Ertesi yıl basılan "Üç Gölge" adlı romanı edebiyat dünyasını altüst etti. Eleştirmenler "Dostoyevski’nin kayıp romanı!", "Tolstoy Anadolu’da yeniden doğdu!" diye manşet atarken, sahaftaki yaşlı adam kitabı okurken ağlıyordu. Kitabın arka kapağında tek bir cümle vardı: "Yazarı bilinmiyor. Belki de sizsiniz."
444. gece, son cümle: "Kalemi bıraktığında, babasının marangoz dükkânındaki talaşlar, artık sözcüklerdi."
Üç gölge göz yaşlarıyla dağıldı: "Nihayet... Biz özgürüz."
Ölümünden iki gün sonra, Gülhane Parkı’nda bir bankta bulunduğunda, cebinden çıkanlar şunlardı: Mürekkebi kurumuş bir şişe, içinde tek bir cümle yazılı kâğıt parçası ("Yazdıklarım beni öldürdü ama sözlerim yaşayacak."), ve kırmızı cildi Haliç’in sularından çıkarılmış, hala ıslak olan defter. Defterin son sayfasında, mürekkebin dağılmış izlerinde şu okunuyordu:
"Baba, talaşların arasında kaybolan o ilk cümleyi hatırlıyor musun? İşte şimdi...
Son cümlem de rüzgâra karışıyor.
Tolstoy, Balzac, Dostoyevski – hepinize teşekkürler.
Suskunluğum, nihayet yazdığım romandır.
İmza: İsimsiz Kalem
"Gerçek deli, yazmadığı için çıldırandır. Gerçek dâhi, yazdığı için ölendir. Bu öykü ikisi arasındaki ince çizgide yaşam savaşı veren bir yazarın öyküsüdür."
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (10)