0
Yorum
11
Beğeni
0,0
Puan
294
Okunma

Şehrin kalbi, eski taşlarla döşeli bir meydanda atardı. Meydanın ortasında, kim bilir hangi zamandan kalma, boyası çoktan dökülmüş, demiri pas tutmuş bir terazi dururdu. Ne tabelası vardı ne de kime ait olduğu belliydi. Yaşlılar “Burası kurulmadan önce bile o terazi vardı” derdi. Çocuklar ise onun bir oyun aracı olduğuna inanırdı.
Sabahları dükkan sahipleri kepenklerini kaldırmadan önce uğrardı terazinin yanına. Kimi, avuç dolusu altın tozu bırakırdı kefeye; kimi, kurumuş ekmek kırıntılarını. Altın, kefeyi ağırlaştırırdı, kırıntılar ise neredeyse hiç fark yaratmazdı. Ama herkes, ne bıraktıysa arkasına bakmadan yoluna devam ederdi.
Bir gün, yaşlı bir adam geldi meydana. Üzerinde kahverengi, yamalı bir ceket vardı. Terazinin başında durdu, ellerini arkada birleştirdi. Bir süre altınların parıltısına baktı. Sonra yanındaki genç adama dönüp fısıldadı,
Evlat, bak, burası şehrin vicdanıdır.
Genç adam gülümsedi:
Vicdan mı dedin usta? Bu, olsa olsa herkesin çıkar terazisi olur.
Yaşlı adam cevap vermedi, sadece gözlerini yere indirdi.
Günün ilerleyen saatlerinde, kalabalık arttı. Bir tüccar geldi; kocaman göbeğiyle kefenin birine torbasını bıraktı, diğerine ise yalnızca bir kuruş koydu. Terazi yine eğrildi. Kalabalıktan kimse ses çıkarmadı. Çünkü herkes biliyordu: Eğrilik, burada sessizliğin kardeşidir.
İşte tam o sırada, üstü başı toz içinde bir çocuk belirdi. Yaşı ondan pek fazla değildi, ayakkabılarının bağı çözülmüş, saçları rüzgarda dağılmıştı. Kalabalığın arasından geçerek terazinin önüne yürüdü ve o küçük ellerini beline koydu, başını kaldırıp meydandaki herkese şöyle bir baktı ardından da bağıra, bağıra sordu kalabalığa hadi söyleyin bakalım söyleyin.
Hanginizin elleri temiz?
O anda meydan birden sessizleşti ve hatta, sokağın diğer başındaki seyyar simitçinin çıngırağı bile susmuş gibiydi. İnsanlar sadece birbirine baktı ama ama hiç kimse konuşmadı.
Bir rüzgar esti, altın tozu havalandı ve sarımsı bir sis adeta o meydanı hızla sardı çok kısa bir süre içinde insanlar birbirini göremez oldu. Sadece orada eller görünüyordu artık kimisi titreyen, kimisi nasırlı, kimisi bembeyazdı, ama hepsi aynı toza bulanmıştı.
Çocuk, bu ellerin arasından yavaşça geçti gitti kimseye bakmadan uzaklaştı oradan. Kalabalık dağılırken, yaşlı adam başını salladı:
İşte, gerçek bu dedi tartı soruda saklıdır, kefede değil.
O günden sonra o terazi hala orada duruyor o eğriliği hiç düzelmedi. Meydandan her geçen, ona bakar ama hiç dokunmaz. Çünkü herkes bilir ki o terazinin doğrulması, kendi yükünü yeniden tartmak demektir. Ve kimse, kendi yükünün gerçek ağırlığını öğrenmek istemez.
*
Mehmet Demir
14825