Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Oğuz Can Hayali
Oğuz Can Hayali

(4) KRAUTHEIM

Yorum

(4) KRAUTHEIM

0

Yorum

2

Beğeni

0,0

Puan

208

Okunma

(4) KRAUTHEIM

20 YIL SONRA KRAUTHEIM
(=Krauthaym olarak okunur.)

2010 yılında Stuttgart’a 120 Kilometre uzakta, şirin bir yer olan Krautheim kentinde ‘İş ile Tedavi Uzmanı’ olarak kendi işyerimde çalışmaktayım;

“Bakmayın adının şehir olduğuna,
Krautheım aslında
küçük bir taşra kasabası.
Haritada bile kolay bulamazsınız adını,
ama büyük Alman şairi GOETHE’ye sorarsanız,
alırsınız;
“Kıçımı Yala!” muzur Cevabını”

Daha henüz romanı okumaya başlamadan;
“ Olmaz efendim, dünyada olmaz!”
Diye karşı çıkacak ve;
“Kos koca Jochann Wolfgang GOETHE bu! Görsel oyun yazarı, gezgin, araştırmacı, doğa bilimcisi, şair, Alman Dil Bilimi’nin büyük ustası, soylu-mu-soylu! Hemde zamanın Köln Kenti Büyükşehir Belediye Başkanı’nında oğlu. İyi eğitim görmüş, varlıklı bir ailenin çocuğu olan görgülü, kültürlü ve efendi bir insan, hiç böyle terbiyesiz söz söyler mi?”
Diyeceksiniz. Bilirim-bilirim de, ben de size şöyle bir karşılık veririm:
“ A benim kuzu gözlüm!
Sana yalan söylemek olurmu?
İnanmıyorsan bana gülüm,
gel oku;
Onun “BERLİCHİNGEN ŞEHRİNDEN ŞOVALYE GÖTZ” görsel oyununu.”

Bu varlıklı, soylu, kültürü sanatçı Goethe orada, Götz denen tiyatro kahramanına; “Ama söyleyin kıralınıza, benim kıçımı yalasın oda!” dedirtir. Oyunun kahramanı bu asil adamda özürlüdür. Sağ eli bileğinden kesik olduğundan vede dirseğine değin demir bir eldiven taşıdığından, halk arasında “Çelik Yumruklu Götz” namıyla anılır.
Bu kahraman günün birinde dinsel derebeylerden birinin halka din baskısıyla adaletsizlik yaptığını öğrenir. Böyle bir haksızlığa kızarak, yerel çeteler ile birleşir ve geçer çulsuz halkın başına, yani baş kaldırır kıralına. Hani Dadaloğlu’mun dediği gibi; “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir!” de demez de; Oturduğum Krautheim kentinin tepesindeki şatoya sığınmış olan Dinsel Derebey’e kopuk kolunun kılıfını dirseğinden kırıp, yayla düzünden çelik yumruğunu gösterir ve “Kıçımı yalasın o da!” diye bağırarak saygıdeğer kıralına böyle bir övgü iletir. Bu küfürle Goethe de 1728 yılında, 21 yaşında “Çelik Yumruklu Götz” tiyatro oyunuyla birden-bire meşhur olur ve bizim Krautheim şehride böylece tarihe geçer.
20 Yıl önce Eski Eserleri Onarım İhtisası’mı bitirdikten sonra, 1 yıllık uygulamalı uzmanlık çalışması yapmak için geldiğim bu küçük şehirde ikinci eşim İnge ile bir kilisede sütun başlıklarına altın kaplama yaparken tanıştık. Bu süre içinde de, Türkiye’ye dönmemeye karar vererek onunla evlendim ve 35 yılı aşkın mutlu beraberlikten Can(1986) ve Timur(1990) adlarında iki oğlum daha oldu.
Eski Eserleri Onarıcı olarak Almanya’da çalışırsan, hanımın ve çocuklarınla yalnız hafta sonları birlikte olabilirsin. Çünki; Herbiri birbirinden kilometrelerce uzak olan kiliselerin onarılması 5-6 ay sürer ve bu zaman içinde hafta boyu bir otelde gecelemek zorunda kalırsın. Buda bizim gibi yeni evli bir çift için büyük sorunlar yaratır.
Ayrıca eşimin üniversiteyi yeni bitirip, hemen öğretmen olarak işe başlama zorunluğu olması yüzünden, sadece hafta sonları evde olmam her ikimizin de işine gelmedi. Bende kırkımdan sonra çocuğum yaşında genç öğrencilerle birlikte 3 yıllık “İş ile Tedavi” öğrenimini yapmaya karar verdim. Sınavları başardıktan sonra; Yaşadığım bu Krautheim şehrindeki özürlüler için “Eduard Knoll Yaşam, Çalışma ve Tedavi Merkezi” nde Ergo Tedavicisi olarak kendi iş yerimi açtım. Tüm özürlü Alman dostlarım bana bu uğraşta yıllar boyu hep destek verdiler.
Son yıllarda çıkan, ardı-arkası kesilmeyen sağlık reformları ve ödeme kısıtlamaları yüzünden hasta sayısı azalınca, dört kişilik küçük ailemi geçindirebilmek için ek iş olarak 120 kilometre uzaktaki Stuttgart gibi büyük bir şehire giderek hafta sonları oradaki Türk işçilerinin çocuklarını iyileştirmek zorunda kaldım. Tiren ile bu yolculuk iki saat sürer ve bende bu yolculukta ekseri uyurum.
Soğuk bir Kasım sabahı. Sıcak vagonun koyu yeşil muşambalı rahat koltuğuna gömülmüş, karşımdaki boş yere yaydığım günlük gazetenin üzerine ayakkabılarımı çıkarmadan bacaklarımı uzatmış, biletimin kontrol edilmesini bekliyorum. Her yanımdan uyku akıyor ama, gözlerimi kapamak bir türlü işime gelmiyor. Çünki, tirenin tıklım-tıkış dolacağı büyük durağa gelmesine 1 saat kadar zaman var. Bir kere uyandım mı, bir daha uyuyamıyacağımı bildiğimden, biletimin kontrol edilmesi için sabırsızlanıyorum.
Gözlerimi biraz dinlendirmek için yumduğumda, uyuyup-kalmışım. Ansızın raylardan çıkan acıklı gıcırtıların eşliğinde firen sarsıntısı ile uyandım. Aynı anda vagon duyurucusundaki ses; “Sayın yolcularımız. Osterburken durağına gelmek üzereyiz. İnecek yolcularımızla, gelecek yolculuklarda birlikte olmak dileğiyle iyi günler dileriz.” diyerek yaptığı beklenmedik duruş sarsıntısını ince bir şekilde bağışlatmaya çalıştı. Tiren yavaşlayarak durakta durduktan sonra, uyuşmuş bacaklarımı kımıldatmak için yerimden kalktım. Sıcaktan buğulanmış pencere camını kolumun tersi ile silip dışarıya baktım ve vagonun penceresini aşağı indirerek içeriye temiz havanın girmesini sağladım. Durakta; Tirene binmek için itişip-kakışarak bekleyen büyük bir kalabalık, kapının önünü kapadıklarından inmek isteyenlerede engel oluyorlardı. Böylece bu sabırsız insanlar kendi-kendilerine çelme takmaktaydılar. İçimden;”Erken binen sanki madalya alacak!” diyerek insan oğlunun anlaşılmaz bir yaratık olduğunu düşünüyorum. “Kazanacağı yerde yitiriyor zamanı.” irdelemesiyle gülüyorum bu aptal insanların davranışlarına. „Yavaşlasa, ya da durmayı bir başarsa daha da uzayacak yaşamı, kaplumbağalar gibi.” diyerek tüm bilgiçliğimle seyrediyordum önümde sergilenen kukla oyununu. Sizin anlıyacağınız, rahat ve sıcak pencere ardından dışarıdaki kalabalığa bakarak çocuklar gibi eğleniyorum. Bu keyfim;
“KAPININ ÖNÜNÜ BOŞALTINIZ LÜTFEN!“
Diyen yankılı gür bir sesi duyana kadar sürdü. Kalabalık içinde bu tanıdık sesin kimden geldiğini sevinçle aramaya başladım. Durakta gezici satış arabasının yanında duran 50-60 yaşlarında biriyle göz göze gelince şaşırdım;
“İNENLERE YOL VERİN LÜTFEN!“
Diyerek beni dost bir şekilde selamlıyan adam Akaş olamazdı. O, gözlerini ayırmadan bir kere daha gülümseyerek başını sallayınca, bende bu ısrara dayanamayıp öne doğru usulca başımı eğerek selamını kuşkulu bir gülümsemeyle aldım. Onun gözleri ise gülüyordu. Bu bakışı ben yıllar boyu beynimin en derin kıvrımlarına gömmüş, unutmayı başarmıştım. Kulaklarımda çınlayan bu dolgun yankılı sesle ile, geçmiş yıllar birden-bire gözlerimin önüne geri gelmişti. Ben, 20 yıl önce Doğu Berlin “Ada” Tarihi Eserler Müzesi’nin Bergamalı Zeus Tapınağı merdivenlerinde onunla ilk olarak karşılaştığımda, o 80-90 yaşlarında ak sakallı bir ihtiyardı. Şimdi gezici satış arabasının yanında kendinden emin bir şekilde heybetle duran vede 50-60 yaşlarında görünen sakalsız, tirenin üniformalı garsonu asla Akaş olamazdı, buna ben kesinlikle emindim. Bakışımı ondan hızla kaçırarak pencereyi kapattım ve yerime oturdum. İçe dönük huzursuz gözlerimi gazeteme çevirdim. Belleğimi kemiren anlatılmaz bir kuşku girmişti içime. Bir tek sözcük bile okuyamıyordum. Aklım hep onda, Akaş’da idi. Tiren hareket etmiş, yolcular vagona girmiş, yer arayıp yerleşirlerken ses yayıcısında; “İyi yolculuklar” dileği ile başlayan kontrolun sesi, durulacak durakları saydıktan sonra “On dakika geciktiğimiz için sizlerden özür dileriz.” diye ince bir şekilde yolcuların kusurunu üstlenip,’”tık!” diye duyurucuyu kapattı. Ses yayıcısı kısa bir aradan sonra yeniden açıldığında; „Sayın yolcularımız...“ diye başlayan ve şiirini yeni ezberlemiş bir ilk okul öğrencisi gibi duraklayıp, dili sürçe-sürçe arabasındaki yiyecek ve içecekleri uygun ücretleriyle sıralayan yabancı diyemli sesi tekrar duyunca; “Berlin’de gördüğüm, işittiğim ve yaşadığımı sandığımm anlamsız olaylar, benim düş gücümün eseri değilmiydi ?” kuşkusu yeniden belirdi içimde. Oysa ben orada Akaş’la karşılaştığıma da o kadar emin değildim. Olanları günün birinde eşim İnge’ye anlattığımda, ürküye kapılarak ruhsal dengemin bozukluğundan kuşkulanmıştı. Olayın bir kısmının “gerçek olabileceği” varsayımını savununca da, korkusu daha da artmış ve;
“Doktora gitmelisin! Böyle saçma şeylere inanmak, çılgınlıktır!”
Demişti. Ruhsal sorunları olan hastaları iyileştirmek benim görevim olduğu için, kendimi “çılgın biri” olarak kabul etmemin, mesleğimin sonu olacağını bildiğimden, sustum ve onu dahada korkutmamak için bundan sonra okuyacaklarınızı ona anlatmadım.
Öndeki vagondan yükselerek gelen şişe şıngırtıları servis arabasının bana doğru yaklaştığını belirliyordu;
„ÇAY, KAHVE, SANDEVİÇ...”
Yankısıyla aradaki kapı açıldı. Gezici büfe arabası oturduğum yerin yanına geldi ve alaylı bir sesin;
“Merhaba Ressam!”
Dediğini duyduğum anda, sesdeki yankıda kaybolmuştu. Kuşkum dahada arttı. Başımı kaldırıp ona
baktım. O mutlu bir şekilde gülümsüyor ve diri dost gözleriyle beni seyrediyordu;
” Merhaba Akaş.“
Diyebildim. İsmini unutmadığımı görünce gururlanarak;
“ Ya evren küçük, ya da biz büyüğüz üstad?„
Dedi, güldük;
Onun şimdiki gençleşmiş yüz hatları, yıllar önce yitirdiğim bir dostumu bana daha da çok anımsatıyordu. Durumun yadırgatıcılığını; “Ama nasıl olur?” diye sormak istediğimde, bu atılımımı;
“ Çay, kahve?“
Sunmasıyla kesti;
“ Hayır, teşekkür ederim.”
Cevabımı da duymazlıktan gelerek, beyaz karton bardağa çoktan kahve doldurmuştu bile;
“ Süt, Şeker?“
İnceliği bırakarak;
„ Sütsüz tek şeker lütfen.“
Diyerek uzatığı kahveyi aldım. Kendine de bir kahve dolduran Akaş karşımdaki koltuğa oturdu ve beni süzerek kahvesini zevkle yudumlamaya başladı. Bir insanın yaşlanacağı yerde gençleşmesine bir türlü akıl erdiremiyordum. Böyle şeyler ya romanlarda ya filmlerde olur, ya da doğrudan düşlenerek yaşanabilirdi;
"Haklısın!"
Hayda! Ben soru sormamıştım ki! O ise hiçbir şey olmamış gibi araştırıcı gözlerle bana bakmaktaydı. Kahvemi içerek karşımda uzun bacaklarının pergeli açısında bol pantolununu iki yana açmış, rahat bir şekilde oturan Akaş’ı incelemeye başladım; Bu kahverengi pantolonunun üstüne giydiği dik yakalı koyu vişne renkli gülünç ceketi ile garsondan çok, bir kadın berberine benziyordu. Sağ kolunun dış-orta yerine dikili;İçine 2 kalem sokulmuş ve üstünden beyaz bir deftercik sarkan çam yeşili bir küçük cep üzerinde de altın sarısı, madalya büyüklüğünde gezici büfe işyerinin göstergesi durmaktaydı. Aynı çam yeşili renginden bir parmak genişliğinde bir kumaş band, koyu vişne ceketinin dik yaka ve kol uçlarını çevrelemişti. Ceketinin her iki kanadı dik olarak ortada birleşeceğine; Sağ omuzunun üst köşesinden başlayıp, göbek hizasına değin çapraz şekilde inen sarı parlak düğümelerle ters üçgen biçiminde bu iki kanat birbirine bağlanmıştı. Parlak sarı düğmelerin arası ise; Eşit aralıklarla üst-üste paralel şekilde sıralanmış ve aşşağıya doğru kısalarak-inen altın renkli kalın burma kordonlarla birbirine bağlıydılar. İçimden; “Eğer pantolonun her iki yanında bir parmak genişliğinde altın rengi parlak bir band olsaydı, başına da ”Kenarsız basık vişne rengi bir silindir şapka” giyseydi ve omuzlarında ters-fırça şeklinde duran “Altın Ambulet” ler taşısaydı; Bu görünüşü ile şatafatlı otellerin önünde nöbet bekleyen komi’lere benziyecekti” diye düşünerek elimde olmadan gülmüşüm;-
“ Niçin gülüyorsun? ”
Yanıt vermeden gülmemi durdurdum ve kahvemi yudumlamaya başladım. Onun beni süzdüğünden de emindim. Bir süre sustuk. Sesizliği ilk bozan yine ben oldum;
“ Ben yirmi yıldır resim yapmıyorum.“
“ Biliyorum. Özürlüler için bir Yaşam ve Çalışma Merkezi’nde İş ile İyileştirme Uzmanı olmuşsun.”
Cevabını alınca daha da şaşırdım; ”Hayda! Tüm bunları o nasıl bildi?” diye düşünmeye başladığım anda, tıpkı yirmi yıl önce "Ada" Eski Tarihi Eserler Müzesi’nde olduğu gibi, ikimizin dışındaki her şey yavaşça renklerini kaybederek silik bir yüzey olarak geri plana doğru kaymaya başladılar. Oturduğum yere mıknatıs gibi yapışmış olduğumdan bu vakumun çekişine direnen bedenim esneyip geriye doğru sündü ve kısa bir süre içinde iç organlarım arasında hoş bir boşluk yarattı. İçimde beliren bu ılık duyguya karşı koyamıyordum. Yaşadıklarım o derece tılsımlıdıydı ki, kendimi olayların akışına salıverdim.
Vagonda bizden başka hiç kimse yokmuş gibi “çıt” kalmamıştı. Tirenin buğulu penceresinden sızan sabah güneşinin gümüş renkli cılız ışığı azaldıkça-azaldı ve böylece vagonun içi matlaşmaya başladı. Tüm renkler güçlerini kaybederek soldular. Şimdi ben beyaz bir perdede gri projektör ışığıyla yansıtılan siyah beyaz sessiz bir filmi seyreder gibiydim. Bu loşluğa bir de tavanındaki yapay lambalarının titrek ışığı eklenince görünüm daha da sevimsiz hale geliverdi. Yan koltuktaki reng-a-renk yolcuların başlarının üzerinde; Omuz üstüne değin balık başlarını andıran çeşitli görünüşte plastik maskeler geçirmişler ve bu tuhaf griliğin içinde dudaklarını oynatarak çırpınmaktaydılar. Oturdukları yerde başlarını öteye-beriye sallayıp “blup-blup!” diye sessiz kelimelerle ağızlarını açıp kapatıyarak sohpet ediyorlardı ama, ben onların yalnız soluklarının hırıltılarını duyabiliyordum. Şaşkınlığımı gören Akaş yerinden kalkmadan yandaki camı tıklattı ve;
“Korkma! Onların bizimle ilgileneceğini sanmıyorum.”
Dedi. Bu tıkırtı sesini duyan balıklar ürküp başlarını titreterek göz kapaklarını açıp-kapayıp şaşkın gözlerle bir süre bize baktılar. Şaşırmıştım; “Hoppala! Al sana bir tutarsızlık daha!” diye düşünerek ayağa kalktım ve aradaki camı her iki elimin açık parmakları altında yoklamaya başladım. Gerçektende bu camın arkasındaki yolcular gri bir zemin içinde balık kafalarını sallayarak bana bakmaktaydılar;
” Olanları unutmak kolay değil, değil mi?“
Diyen ve arkamdan gelen soru ile şaşkın bakışlarımı balıklardan ayırıp Akaş’a çevirdim. O, hiçbir şey olmamış gibi hafifce kafasını öne ve geriye salladı. Böylece kendi sorusunu kendisi onaylamış oldu;
“ Ama ben unutmadım ki!”
” Onlar da seni unutmadılar.“
“Onlar” ın kim olduğunu bildiğimden sormadım. Dağınık bir şekilde yerime oturdum ve karşımda yargıç cüssesiyle oturan Akaş’ın hükmünü, “cezasını kabul etmiş suçlu biri gibi” beklemeye başladım;
“Üstad! Sana çok önemli bir görev verdildi.“
Akaş, verilen görevin ne denli çetin olduğunu belirtmek için, başını bu sefer her iki yana salladı. O, bu baş sallıntılarının eşliğinde keyifle kahvesini yudumlarken, vagonun kapısı açıldı ve içeriye tirenin sarsıntısına karşı dengesini korumaya çalışan kontrol girdi. Balıklar telaşlandılar. Birden-bire bir çekirge çevikliğiyle yerinden fırlayarak yan koltukta çıpınan balıklara doğru uçan kontrol, onların önüne kondu ve el-kol ile ayaklarının eklemlerini kırıp, her bir yana doğru oynatarak onlardan biletlerini göstermelerini istedi. Kontrolun dudaklarından çıkan ve sabun köpüğünü andıran su kabarcıklarını gören balıklar; Büzülmüş dudaklarının sivri uçlarıyla birbirlerine baktıktan sonra, titrek-yassı kafalarını her iki yana sallayarak ağız boşluklarını vakumlayıp, yanaklarını ağız çukurlarına doğru çektiler ve öpücük seslerini andıran; “cıyık-cık” sesleri ile biletlerini uzattılar. Kontrol abartmalı-yaygın devinimlerle yerinde eğilip-doğrularak biletleri aldı, ağır-uzun el-kol salınımlarıyla havada yelpazeledi ve göz seviyesine kadar getirdi. Öbür elindeki zımbanın ucunu ördek gagası gibi açıp-kapayarak havada biletleri ilkin kovaladı ve sonra yakaladı. Ayak, diz ve bel eklemleri üzerinde alçalıp-yükselerek zımbaladıktan sonra da, kalçasıyla çemberler çizerek doğruldu ve biletleri balıklara geri verdi. Bizi atlayarak yanımızdan geçen kontrol; Yan sıradaki bütün balıkların biletlerini kontrol edip, tam çıkış kapısının önüne gelmişti ki; ”Blup!” diye yerinden çark ederek bize doğru döndü. Kedi gibi kısılmış gözleriyle yere çökerek sindi. Bir çırpıda yerinden havaya sıçrayarak; “Uzay boşluğunda astronotun devinmesi gibi” omuzlarıyla havada sekizler çizerek, uzayıp-sünen kollarıyla yaygın-yavaş bir şekilde kendi ekseninde döne-döne uçarak bize doğru süzüldü. Onun sorusuna fırsat vermeden biletimi uzattım. Biletime çarpıp yere düşen kontrol hemen ayağa kalktı. Hiç bir şey olmamış gibi üstünü silkeledi ve büzük dudaklarının sivri uçlarından dilini birkaç kere içeri çekip dışarı çıkararak biletimi alarak kontrol etti. Elektrik ceryanına yakalanmış gibi her yanını titretip-oynatarak zımbaladıktan sonra da geri verdi. Benim;
“Teşekkür ederim”
Mırıltımı dikkate bile almadan;
“Bir şey değil.”
Cevabını andıran bir homurtu ile havaya bir kuyruk darbesi vurarak döndü ve diğer balıklara doğru kayarak yanımızdan ayrıldı; “Acaba bende bu akvaryumdaki balıklardan birimiyim?” düşüncesiyle;
“ Ne oluyor burada?”
Karşı çıkmasıyla ayağa kalkıp bağırmışım. Sesimin yüksek tonundan kendim bile irkildim. Balıklar şaşkın gözlerle bize baktılar. Akaş, yumrukladığı bir elinin işaret parmağını dik bir şekilde dudaklarının ucuna değdirerek, yapraklar arasından ıslık çalan rüzgarın; “Tşşşşşşşşt!” sesini andıran hışırtısıyla susmam için beni uyardı. Bu “Susss...” sesinin fısıltısı uzantısında vagon gün ışığıyla eşlenerek aydınlatmaya başladı ve değdiği her şeyi eski canlılığına geri getiriverdi. Şimdi kontrol; Yolcuları saygıyla selamlıyor, ince bir şekilde biletlerini göstermelerini istiyor, kontrol edip-deldikten sonrada teşekkür edip biletleri geri veriyordu. Gördüğüm ve yaşadığım tüm olaylar arasında bu derece abartılmış çelişkilerin olabilmesi bence olanaksızdı. Sergilenen oyunun mutlaka akla yatkın bir açıklaması vardı, ama ne? Bunu ona sormak için yeniden ayağa kalkıp;
“ Akaş! Bu tiyatronun anlamı ne? “
Diye bağırdığımda, sorumun yüksek tonundan rahatsız olan yolcular bize baktılar. Akaş dudaklarına dayalı işaret parmağını aşşağı indirdi ve aynı eliyle oturmam için arkamdaki yeri usulca gösterdi. Ondan tüm tuhaflıkları açıklayan bir açıklama alabileceğim ümidi ile yerime oturdum. Kısık bir sesle;
“ Neden ben?”
Yakınmama;
“ Onları ilk gören sen olduğun için.”
Saçma yanıtını alınca, karşılık vermek için yerimden yeniden doğrulduğumu gören Akaş, aynı eliyle „dur!” işareti yaptı ve oturmam için arkamdaki koltuğu gülümseyerek gösterdi. Bana oturmaktan başka bir iş kalmadığını anlayınca, yerime çöktüm. Sözcüklerin üzerine özenle tek-tek basarak söze başlayan Akaş:
“ Görünmiyeni..., çizen..., gözler..., yazmasını..., da..., bilir dediler.”
Akaş; Bu kesik kesik ve tekdüze cümlesinde, “-da” sözcüğünü özel olarak vurgulamıştı;
„ Ben yazar değilim ki!“
“ Haklısın.”
“ Ayrıca ben yazılacak bir şey de görmedim!“
Yerinden kalkmadan bana doğru eğilerek dizlerimin üzerinde duran her iki elimi aldı ve kocaman avuçları içinde kundakladı. Yüzüme dahada yaklaşan Akaş, bakışlarını göz bebeklerime diktikten sonra;
” Üstad! bakmak ile görmek iki ayrı şeydir...“
Söylediklerinden benim hiçbir şey anlamadığımı farkedince de;
“ Bakmakla olsaydı, köpeklerden en iyi kasap olurdu”
Öğütüyle sözünü bitirdi. Bilmece gibi konuşuyordu. Bu durumdan kurtulmak için ellerini bırakıp;
” Borcum?“
Diye para çantama yöneldiğimde;
“ Konuğumsun. Kahveler benden!“
Şakasıyla ilkin geriye çekilerek koltuğa yaslandıktan sonra, ellerini dizlerinin üstüne vurup;
”Sen borcunu başka türlü ödeyeceksin Üstad! “
İç çekmesiyle ayağa kalktı. Konuyu değiştirmek olanaksızdı; “Ne zaman?” diye de sormadım. Bir an önce gitmesi için susmayı yeğledim. Gezici büfe arabasının yanına giden Akaş sırtını bana dönüp orada birşeyler aradı, ya da düzeltti. Arkasındaki elinde birşey saklar gibi geri dönerek karşımdaki yere oturdu;
“ İnan dostum. Seninle yeniden karşılaştığıma o kadar sevindim ki...”
Diyerek kısa bir süre beni süzdükten sonra vedalaşmak için yeniden ayağa kalktı, kollarını iki yana açtı. Bende kalktım ve kollarının arasına girerek, onunla kucaklaştım. Şimdi ben bu kundağın sıcaklığında 20 yıllık yolu yorulmaksızın geri tepiyordum artık;
“ Tekrar görüşmek üzere...”
Diye ayrılarak yüzüme sevgi dolu gözlerle bakıp gülümsedikten sonra isteksizce kollarınu çözdü. Omuzları düşük, boynu bükük ve iki büklüm bir biçimde yavaş adımlarla gezici satış arabasının yanına kadar giderek itti. Onun;
“ÇAY, KAHVE, SANDEVİÇ!”
Yankılı sesi, şişe şangırıları arasına karışarak, gittikçe uzaklaşıp kaybolduğu anda, kulaklarıma ansızın dolan yolcuların uğultulu sesleriyle uyandım. Düşde bile olsa onu görmenin, dost sesini bir kere daha duymanın sevinci içindeydim. Şimdi ne o vardı karşımda, nede onun karton kahve bardağı. Bu sevincim, karşımdaki koltuğun üzerinde ince keten bir sicime bağlı sırtı ve köşeleri sarı deri ile dikilmiş, siyah ziftli çuval beziyle kaplı bir cildi görene kadar sürdü; “Uyurken bir yolcu unutmuştur.” düşüncesiyle, üzerinde bir Akçe resmi olan bu cildi alarak bağcığını çözdüm ve arkasını çevirerek baktım. Orada duran 4’e katlı beyaz kağıdı alıp-açınca da gözlerime inanamadım. Kağıtta Ana Tanrıça Hera’nın resmi vardı. Ben bunu Akaş’a 20 yıl önce Doğu Berlin’de, Bergamalı Zeus Tapınağı’nda armağan ettiğimde;
“ ANA TANRIÇA HERA! SEN BU KAD AR GÜZEL OLAMAZSIN! ”
Diyen gür sesi kulaklarımda yeniden yankılandı. Geçte olsa; Onun karşıma tekrar oturduğunda arkasına sakladığı bu cildi oraya koyduğunu şimdi anlamıştım. Demek ki gördüklerim düş değildi. Akaş’ı mutlaka bulmam gerektiğine karar verdim ve cildi Hera’nın resmiyle birlikte alıp gittiği yere doğru giderek onu aradım. Akaş’ın; Benim mermer tanrılarla ilişkim olmasına inanması akıl almaz bir şeydi. Ne olanları anlıyor nede durumun yadırgatıcılığına bir anlam verebiliyordum. Tirenin sonuna kadar geldiğimde içimi sözcüklerle anlatılması mümkün olmayan bir sıkıntı kapladı. Çıkışı olmayan kara bir kapanın içine sıkışmış sıçan gibi hissediyordum kendimi. Gözlerim kararıyor, içim daralıyor, zorla nefes alabiliyordum. Gidiş yönüne doğru döndüğümde, herşey yavaş-yavaş değişmeye başladı. Karamsarlığım mutluluğa dönüştü. Onunla tekrar karşılaşmanın sevinci vardı şimdi içimde, ama o ortalıklarda yoktu. Bu düşünceler ile en baştaki yük ve posta vagonunun kapısının önüne kadar geldiğimde;
“ Buraya sadece görevliler girebilir!”
Yasağı ile kontrol önümü kesti;
“ Gezici büfe satıcısını arıyorum da!”
“ Burada yok. Tirenin sonuna gitmiştir.”
“ Orada da yok!”
“ Ara duraklardan birinde inmiş olabilir. "
Sözü ile beni kuşkulu bakışlarıyla süzdü;
" Onu niçin arıyorsunuz?”
Ne diyeceğimi düşünürken dudaklarımın arasından;
“ Yanlışlıkla paranın üstünü fazla vermiş de!”
Yalanı çıkıverdi. Ya şimdi o bana; “Verin o parayı, ben ona veririm.” derse ne yaparım pişmanlığı ile özür dileyip tam gitmek üzereydim ki:
“ Biz yabancı para alamayız. “
Diye kestirip attı;
“ Gezici servisin Stuttgart’taki iş merkezine gidip, bırakabilirsiniz. İşletme garın bodrum katındadır.”
Diyede ekledi. Canım yine sıkılmıştı. İsteksiz bir şekilde vagonuma dönüp, yerime oturdum. Hera’nın resmini yanımdaki yere koydum ve cildi incelemeye başladım; Siyah ziftli çuval beziyle kaplı bu kapağın köşeleri sarı deriden ön ve arkaya 1,5 santimetre çıkmış şekilde reçineli kalın iple rastgele aralıklarla dikiliydi. Sırtıda aynı sarı deriden kaplı olan kapağı açınca içindeki sayfaların, ne kapakla nede birbiriyle yapışık olmadığını gördüm. Kapağı kapatıp çildin üstündeki Antik Akçe’ye bakarak; “Demekki kitabın adı bu!” diye içimden düşünüp, resmi incelerken; Ben mi öyle sandım yoksa tirenin raylarından gelen sarsıntıların tesirindenmi bilmem, Akçe ilkin titreyerek bir kenarı üzerine kalktı ve kendi ekseni çevresinde teğetler çizip-yükselmeye başladı. Şaşırmıştım; “mutlaka düş görüyorum!” varsayımıyla gözlerimi sıkıca yumdum ve avuclarımın içleriyle kısa bir süre gözkapaklarımı ovaladıktan sonra, yeniden açtım. Akçe çalım atar gibi kağıdın üzerinde hâlâ yalpalamaktaydı. Uyumadığıma göre gördüklerim düş olamazdı. Kısa bir süre sonra yavaşlayan Akçe durarak yerine oturdu. Kenarları oldukça yıpranmış olan bu Akçe’nin ortasında bir tapınak resmi vardı ve çerçeveside Roma harfleri ile çevriliydi. Akçe’nin üstündeki resmi dikkatle inceledikten sonra, cilt kapağını tomardan çıkararak Hera’nın resmi üzerine koydum ve kalın kağıt tomarın sol üst köşeden bir tutam sayfayı kıskaçlayıp-kaldırarak içine baktım. El yazısı ile yazılmış roman türünde bir şeydi bunlar. İşaret ve baş parmağımın arasından sayfaları geriye doğru kaydırırken, gözüm bir sayfanın üst kısmına resmedilmiş küçük bir Akçe resmine takıldığı anda;
“ Ne var?”
Diye soran bir çocuk sesi duyunca korkuya kapılıp, sayfaları bırakmam ve her iki elimi tomarın üstüne koymam bir oldu; “Ses bu tomardan mı geldi?” gibi saçma bir düşünceye saplandığım halde; ‘Haydi canım, olmaz böyle bir şey?” irdelemesiyle tomarı cild kapağının içine yerleştirdim, kapalı olarak koltuğun üstüne bıraktım ve ayağa kalkarak sesin sahibi bu çocuğu vagonda aramaya başladım. Böyle birini bulamayıncada “Akaş’ın bahsettiği roman mutlaka bu olmalı?”diye düşünerek yerime geri dönerken;
“ Evet!”
Diyen aynı sesi yeniden duyunca irkildim. Bu sesin tomardan gelmesi olanaksızdı. Zannımca bu vagonda; “Televizyonlarda gösterilen gizli kamara güldürü programı çekiliyor” diye düşünerek, çekicinin gizlenebileceği delikli kutuyu yada aynayı aramaya başladım. Bulamayınca da yerime geri döndüm. Hayda! Tomar şimdi belli bir sayfaya kadar açılmış bir şekilde koltuğun üstünde duruyordu. “Ben az önce bunu oraya kapalı olarak koymamış mıydım?” düşüncesiyle yerime geçerek oturdum. Tüm olanları unutkanlık, dağınıklık ve yorgun olmama vererek aldırmadım. Tomarı alıp dizlerimin üzerine koydum ve açık olan sayfadan okumaya başladım;
“Hellen ve Phillipp adlarında evli iki Alman Eski Eser Kazıcısı, Yunanistan’da yaptıkları uluslararası bir kazıdan sonra dinlenmek için sabahın erken saatlerinde otobüsle Türkiye’ye geldiler. Kazının daha uzun sürmesi gerekirken, son hafta bir gömüden çıkan Antik Şarap Testisi onların tüm planlarını alt-üst etmiş ve kazıdan ayrılmalarına neden olmuştu. Kazı yerinde fenalık geçiren Phillipp’i, gelen doktor muayene ettikten sonra teskin edici bir iğne yaptı ve;
" Bu sizi rahatlatacaktır."
Dedi ve;
" Ama siz uzun bir süre kazılara katılamazsınız."

Ben okumayı bırakıp;
" Demekki eski eser kazıcısı bunlar."
Varsayımını yürütürken;
" Bunu anlaman için profösör olman gerekmez."
Diyen bir çocuk sesini duydum;”Hayda! Bu roman benimle konuşup alaymı ediyor?” düşüncesiyle okumayı bırakıp tomarı elime aldım ve anlamsız bir şekilde her yanını kontrol ettim;
“Olamaz böyle bir şey!”
Diyerek tam yerimden kalkmak üzereydimki, dizlerimin üstünde duran romanın sayfaları birden açılıp belirli bir yere kadar geldikten sonra durduğunu şaşkın gözlerimle izledim ve merakımı yenemeyerek açık olan bu sayfadan okumaya devam ettim;
"Gittikçe iyileşen Phillipp, Helen’le birlikte doktorun tavsiyesine uyarak, birikmiş izinlerini aldılar. Her ikiside türkçeyi üniversite yıllarından beri kusursuz denecek kadar çok iyi konuşabildiklerinden tatillerini Türkiye’de geçirip orasa dinlenmeye karar verdiler. Olayın bizleri ilgilendiren diğer ilginç yanı ise; Kazıdan bir Bronz Akçe’nin çıkmış olmasıydı. Ama Phillipp böyle bir Akçe’nin varlığını iş arkadaşlarına kanıtlyamadığı için Akçe de kazı tutanaklarına girmedi tabi. Oldukça yorgun olduklarından; Oturdukları yerin hemen yanındaki aranın bitişiğinde koltukta oturan küçük oval tel gözlüklü, sarışın kıvırcık saçlı, yakışıklı bir gencin onların konuşmalarını dinlediğini sezememişlerdi. Başını Phillipp’in omzuna dayamış olan Helen; Onun kazıdaki tutarsız davranışları, iş arkadaşlarının tepkileri ve doktorun verdiği iğne ile hapların yan etkileri üzerinde sohbet ettikten sonra;
" Ben biraz dinlenmek istiyorum."
Diyerek gözlerini yumdu. Phillipp’se çok yorgun olmasına rağmen uyuyamıyordu. Bir türlü anlayamadığı “Akçe Bilmecesi” üzerine içinden fikir yürütmekteydi;”Bence her sorunun yanıtı içindedir. Mesele onu görebilmek ve çözebilmekte.” diye düşünürken;
“ Doğru!”
Diyen bir ses duydu, yada duyduğunu sandı. O bu sözü söylemediğine kesinlikle emindi; ”Peki kimdi ikide-birde söze karışan bu çocuk?” diye etrafına bakınıp sesin sahibini aramaya başladı. Kimseyi bulamayıncada, omuzuna başını dayamış melek gibi uyuyan Helen’i dürterek uyandırdı;
" Ne var?”
“ Bakarmısın lütfen?”
“ Geldik mi?"
" Hayır."
" Nerdeyiz peki?"
" Zannımca Gelbolu’ya yaklaşıyoruz."
“ Sen bana birşey mi sordun?”
“ Hayır! Daha doğrusu söyleyecektim.”
“ Haydi söyle öyleyse...”
Diyerek onun koluna sarılan Helen, yine başını omzuna yasladı, yorgun gözlerini dinlendirmek için yumdu ve vereceği yanıtı beklemeye başladı. Phillipp kısa bir an düşündükten sonra;
“ Beni rahatsız eden, daha doğrusu devamlı yöneten bir tepki var içimde...”
Diye söze başladığında;
“ Akçe desen iyi olur!”
Diyen bir çocuk sesini duydular. Hellen henüz yeteri kadar kendine gelemediğinden bu ikinci sesi iyice anımsayamamıştı. Onun koluna daha sıkıca sarılarak, başını kaldırmadan sordu;
“ Efendim?“
“ Ben birşey söylemedim Helen!"
Yerinden doğrulan ve onun yüzüne bakan Helen, dalgın ve yorgun bir çift göz ile karşılaştı;
" Peki o kimdi?"
" Kim?"
“ Ben nereden bileyim Helen?”
" Ama Phillipp! Ben mi yanlış duydum?"
“ Hayır!”
Helen, aldığı yanıtların tutarsızlığına hiçbir anlam veremiyordu; “Acaba ona bir hap daha yutmasını mı salık versem?” diye düşündü. Bu kararından da cayarak ona doğru döndü ve biraz önceki sorusunu yineledi;
" Biraz önce çocukca o lafı söyleyen kimdi?"
Phillipp onun inanmayacağını bildiği halde:
" Akçe..."
Diye ikircikli bir şekilde konuya girdi. Helen henüz bu yanıtın anlamını çözmeye çalışırken her ikiside aynı sesin;
“ Ne var?”
Dediğini duydular. Helen, Phillipp’in çocuk sesi taklidi yaparak oynadığı bu oyuna kızarak;
“ Ne mi var Phillipp? Beni eğlendirmek istiyorsan, başka bir şey bul. Gülünç bile değil!"
" Onu da ben söylemedim ki Helen!"
Diye mırıldanan Phillipp’in başını öne eğmiş suçlu bir şekilde yere baktığını görünce, bilmece çözmekten sabrı tükenen Helen :
“ Peki kim söyledi?”
Sorusuyla oturduğu yerden ayağa kalktı ve otobüsün içine bakıp alaycı bir sesle;
" Bu sözü söyleyecek bir çocuk yok ki otobüste!”
Tam Phillipp’e doğru dönüp yerine oturacaktı ki, yan araya bitişik arka koltukta oturan ince oval tel gözlüklü, sarışın kıvırcık saçlı, yakışıklı bir genç ile göz-göze geldi; “Bizim konuşmalarımızımı dinliyor bu adam?” kuşkusuyla ona sert bir bakış fırlattı. Hatasını anlayan genç adam başını çevirip, bakışlarını önündeki koltuğun sırtındaki bir noktaya dikti ve gözlerini yumdu."

Şimdi ben size;
“Okuduğum sayfada bir çift kızgın mavi gözün belirdiğini gördüğümde, okumayı bırakıp bakışlarımı önümdeki koltuğun sırtındaki bir noktaya dikip, gözlerimi yumdum”
Dersem, olağan olarak bana inanmıyacaksınız ama ben; “Olamaz böyle birşey!” diye bir an düşündükten sonra, kuşkumu yenemedim ve bakışımı kucağımda duran tomara çevirerek okumaya kaldığım yerden devam ettim;
“Hellen, gözlerini Phillipp’ten ayırmadan, o sözü kimin söylemiş olacağını yeniden sordu. Ses tonundan ısrarından vazgeçmeyeceği belliydi. Phillipp tam şüpheli bir şekilde:
“Akçe...”
Diye söze henüz başlamıştı ki, arka yan koltuktan gelen sabırsız bir erkek sesinin;
“ Nihayet!”
Dediğini duydular. Orada oturan genç; " Herhalde yüksek sesle düşündüm?" Diye başını kucağında okuduğu kitaptan yukarı kaldırıp öne doğru bakınca, Helen’in kızgın mavi gözleriyle karşılaştı. Dirseğini koltuğun kolluğundan ayırmadan, çenesini dayadığı elini yanağından çözerek, alnını kaşır gibi yapan genç, bu elin siperinde yüzünü gizledi."

Şimdi ben size Phillipp’in;
“Akçe...”

Diye söze başladığında sabırsızlanarak yüksek sesle;
“ Nihayet!”
Dediğimi ve satırlar arasında ‘bir çift kızgın mavi göz gördüğümü’ eklesem, korkarım;
“ Haydi canım sen de!”
Diyerek saçmaladığımı düşünecek ve romanın devamını okumaktan cayacaksınız. Bunu kesinlikle bildiğimden; Bende delikanlı gibi dirseğimi koltuğun kolluğundan ayırmadan, çenemi dayadığm elimi, yanağımdan çözdüm. Alnımı kaşır gibi yaparak başımı öne eğdim ve bu elin siperinde yüzümü gizledikten sonra, tomara eğilerek romanı kaldığım yerden okumaya devam ettim;
"Delikanlının bu anlamsız davranışından dahada kuşkulanan Helen; “Bu adam mutlaka konuştuklarımızı dinliyordu. Phillipp’i uyarmalıyım!” diye içinden fikir yürütürken, Phillipp’te; “Acaba bu ses de Akçe’den mi geldi?’ sorununu çözmeye çalışıyordu. Genç adam ise; “Mutlaka yüksek sesle düşündüm” diye yakındıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi başını kucağındaki romana doğru eğdi ve okur numarası yaparak öylece bekledi. Helen sabırla Phillipp’in kazı yerinde Akçe ve Şarap Testisi’ni bulduktan sonra iş arkadaşlarıyla aralarında geçen tartşmaları dinlerken, aklına yine arka yan koltukta oturan genç geldi. Usulca el çantasını açtı ve içinden küçük yuvarlak bir pudra kutusu çıkardı. Elini yukarı kaldırarak, kapağının aynasında yüzüne bakıyormuş gibi yaptı ve arka koltuğa göz attı. Aynada yansıyan küçük oval tel gözlüklü, sarışın kıvırcık saçlı, yakışıklı gencin...”

Bu tanım tıpatıp bana uyduğundan;
„Roman benden mi bahsediyor, ne?”
Diyerek okumayı bıraktım. Ya farklı düşünme gücüm beni böyle bir yanılgıya zorluyordu, ya da düş görüyordum. Her zaman olduğu gibi gerçekçiliğime dönerek;
“Olamaz böyle birşey!”
Dedim ve dirseğimi koltuğun kolluğundan ayırmadan, çenemi koyduğum elimi yanağımdan çözerek alnımı kaşır gibi yaptım, yüzümü bu elin siperinde gizleyerek yeniden tomara eğildim ve okumaya devam ettim;
“ ...konuşulanları dinlediğini anladı ve kısa bir süre aynanın içinde saçını düzeltiyormuş gibi yaparak onu izledi. Bu ara başını yukarı kaldıran genç, yüzünü gizlediği parmakları arasından, önde oturan bayanın elindeki ayna ile onu dikizlediğini görünce; Çabucak bakışlarını aynadan kaçırdı, kollarını göğsünde kavuşturarak başını oturduğu koltuğun uzantısına dayadı ve gözlerini yumdu.”

„ Hoppala! “
Diyerek elimin parmakları arasından tiren vagonunun ilerisine doğru baktığımda; Hemen önümdeki yan koltukta oturan ve sırtı bana dönük sarışın bir bayanın elindeki küçük pudra kutusu kapağındaki aynaya bakarak yüzünü incelediğini gördüm. Onun aynada yansıyan mavi gözleri ile karşılaşınca da;
“Rastlantınında bu kadarı’olur!”
Diye düşünerek bakışlarımı aynadan kaçırdım, kollarımı göğsümde kavuşturarak, başımı oturduğum koltuğun uzantısına dayadım ve gözlerimi yumdum. Okuduğum romandaki taşıt bir otobüstü ve Helen ile Phillipp adlarındaki iki eski eser kazıcısı ise Türkiye’de bu otobüsle yolculuk yapmaktaydılar. Bense Almanya’da bir trende idim ve Stuttgart’a doğru gitmekteydim;
“Her iki olayda hem yer, hemde zaman, hemde kişiler farklı!”
Diye düşünerek gözlerimi açıp yeniden ileriye baktığımda, biraz önce elindeki aynaya bakan bayanın pudra kutusunu çantasına koyduğunu görünce rahatladım ve kaldığım yerden okumaya devam ettim;
“O ara başını Helen’e doğru yavaşça çeviren Phillipp, onun yukarıda tuttuğu elinin içindeki bir şeye bakarak anlattıklarını dinlemediğini görünce;
“ Helen!”
Diyerek onu uyardı. Suç üstü yakalanan Helen, hiçbirşey olmamış gibi elini aşşağıya indirdi ve dizinin üstüne koydu. Böylece avcunun içindeki aynayı Phillipp’in görmesini engellemiş oldu;
“ Sen beni dinlemiyorsun ama.”
“ Onuda nerden çıkardın? Buluntu diyordun, anlat dinliyorum.”
“ Gerisini biliyorsun Helen. Ben gömü zeminine atlayıp düşünce, başımı bir yere çarpmışım. Yaşlı Fransız gelerek beni yerde buldu. Bir leğen su ile havlu getirmek için dışarı çıktığında sen ve İtalyan gömü yerine geldiniz. Benim yerde yarı baygın şekilde yattığımı görüncede sen telaşlandın. Sonra doktorda kazı yerine geldi ve...”
Phillipp bu sefer konuşmasına ara vermeden başını Helen’e doğru çevirdi. Onun bir kolunu yukarı kaldırmış, avucunun içindeki aynaya baktığını ve anlattıklarını dinlemediğini görünce onu dürterek uyardı;
“Heee-len!”
“ Ne var?”
“Sen yine beni dinlemiyorsun ama!”
“Olurmu öyle şey?”
“ Aynaya niçin bakıyorsun?”
“ Gözüme birşey kaçtı da.”
“ Ben bakayım.”
“ Hayır geçti. Sen anlat, dinliyorum.”
Diyerek pudra kutusunu kapattı, çantasına koydu. Aynı zamanda da;” Onu kontrol ettiğimi anlayınca uyur numarası yapan bu adam mutlaka bizim konuşmalarımızı dinliyordu.” diye düşünmekteydi;
“ Kazı yerine gelen doktor beni kontrol etti. İğne yaptıktan sonrada;”Uzun bir süre dinlenmem gerektiğini” önerdi ve bizde birikmiş izinlerimizi alarak buraya dinlenmeye geldik.”
“ Bana bir dakika izin verirmisin?”
Diyerek onun konuşmasını kesen Helen ayağa kalktı. İkide-birde sözünün kesilmesinden hoşnutsuz kalan Phillipp ise canı sıkılmış bir şekilde başını pencereye çevirdi ve dışarıyı seyretmeye başladı. Helen; Gözleri açık kucağına bakan gence yaklaşıp kulağına eğilerek; ‘Gelibolu uzakmı?” diye fısıldayınca, bunu duyan genç gözlerini yumdu ve uyur numarsı yaparak başını pencereye çevirdi”

Ben kulaklarımda;
“Gelibolu uzakmı?’
Fısıltısını duyar-duymaz, yanıt yerine; “Demek ki bu iki Alman Eski Eser Kazıcısı Gelibolu’ya gidiyor.”diye düşünerek başımı pencereye doğru çevirdim ve gözlerimi yumdum. Tirenin ses yayıcısından;”Sayın yolcularımız. Stuttgart Ana Tiren Garı’na yaklaşmak üzereyiz.” uyarısı gelince gözlerimi tekrar açtım. Bu duyuruyla birlikte Vagonda ansızın bir canlılık başladı. Yerlerinden kalkıp çantasını raftan almaya çalışan ve paltosunu giyip inmeye hazırlanan yolcular yoğun bir çabanın içine girdiler. Oysa tirenin Stuttgart Ana Garı’na varmasına daha 15-20 dakika gibi bir zaman vardı. Pencereden kayan görüntülerden dolayı bunu ben kesinlikle biliyordum. Ses yayıcısı; ” Bu yolculukta bizleri seçtiğiniz için teşekkür eder, gelecek gezinizde sizlerle beraber olmak ümidiyle iyi günler dileriz.” duyurusuyla kapandığında, ben yarıda kalan sayfayı okuyup bitirmeye çoktan karar vermiştim bile;
“Helen geri dönüp Phillipp’in yanına oturdu. Onu dirseğiyle dürterek;
“ Şu arka yan koltukta uyur numarası yapan genç adam konuşmalarımızı dinliyordu.”
“ Nerden çıkarıyorsun bunları?”
“ Onu suç üstü yakaladığımı görünce gözlerini yumdu.”
“ Sana öyle gelmiştir.”
“ İlkin gözleri açıktı bu adamın!”
“ Kimileri gözleri açık uyur Helen.”
“ Saçmalama lütfen!"
Küskünlüğü bırakarak başını ona doğru çeviren ve;
“Ayrıca bizim gözetlenecek ne gibi gizli bir yanımız var ki?"
Sorusunu soran Phillipp’e verecek uygun bir yanıt bulamayan Helen susmayı yeğledi. Ama yine de arka koltukta oturan kıvırcık saçlı gencin onların konuşmalarını dinlediğine kesinlikle emindi.”

Vagonun sesyayarı tekrar açılarak; “Sayın Yolcularımız, karşı yönden gelmesi beklenen bir tirene yol vermek için yan rayda kısa bir süre bekleyeceğiz.” uyarısı yapıldığında, vagonda bir hareketlilik başladı. Bu hareketliliğe eşlik eden tomar sayfaları da yeniden gözlerimin önünde açılarak, belirli bir yere kadar gelip, durdu. Ben de açık olan sayfadan okumaya devam ettim;
“ Suskun şekilde Eceabat’a aktarma yapmak için binecekleri minibüsün yanına kadar geldiler; "Ben çantamdan bir hırka alacağım, sen bin istersen." Diyen Helen ayrıldı. Böylece Phillipp minibüse yalnız bindi. İçeriye girdiğinde en arka koltukta pencere yanında oturan küçük oval tel çerçeveli gözlüklerinin üstünden ona bakan sarışın, kıvırcık saçlı bir genci görünce;“ Bu adam benim gençliğime ne kadarda benziyor!’ diye düşünerek durdu.”

“ Hayda, bu kadarı da fazla!"
Demekten kendimi alamadım. Tüm dikkatimi romana verince de, bu olaya şaşıran tek kişinin ben olmadığımı farkettim;
“Phillipp gülümseyerek ona özenle bakmaya başladı. Verdiği selamı kaçamak bir şekilde alan genç, yüzünü çabucak pencereye çevirdi. Şimdi o, hem dışarıda hırkasını giyen Hellen’i seyrediyor, hem de içinden; “Belli ki bu adam beni birine benzetti!” diye düşünüyordu. Phillipp gencin bu tuhaf davranışına aldırmadı ve yerine geçip oturdu. Helen de araca binip yanına gelince, pencere yanındaki yeri vermek için ayağa kalkan Phillipp, usulca onun kulağına eğilip; “ Bak şu en arka koltukta pencere yanında oturan genç, benim gençliğime ne kadarda benziyor!” Diye göstermek için geriye döndüğünde, onun yerinde yeller estiğini gördü.”

Ben çoktan gözlerimi kapayıp okumayı bırakmıştım, ama;
Allah, Allah! Nereye kayboldu bu adam? “

Diyen Philipp’in sesini yinede duyabiliyordum. Her iki elimle kulaklarımı sımsıkı bastırdığım halde, kapalı göz kapaklarımın içinde de herşeyi görebiliyor ve çevreyi kontrol edebiliyordum. Değişen tek şey onların beni görememesiydi;
“ Çıldırıyorum galiba!”
“ Efendim?”
Gözlerimi açtığımda, bu sorunun tirenden inmek için sabırsız bir şekilde yandaki aralıkta bekleyen ve bastonuna dayanarak güçlükle ayakta duran, zayıf, iki büklüm, ak sakallı bir ihtiyar yolcudan geldiğini görünce utandım. O ise burnunun ucuna düşmüş yarım çerçeveli gözlüklerinin üstünden acımalı bir şekilde bana bakmaktaydı. Demek ki yüksek sesle konuşmuştum;
“ Bir şey mi var?”
Diye sorduğunda, ellerimle kulaklarımı sıkıca bastırmış bir şekilde, dua okur gibi durduğumu farkına vardım ve durumun gülünçlüğünü kavrayarak kollarımı hemen aşağıya indirdim. Yaşlı adam acımalı;
“ İyi misin oğul?”
Sorusuna;
“ Niçin?”
Diyebildim;
" Sayıklıyordun da...”
Tomardan gelen kaba bir ses:
“ Doktor musunuz ?”
Sorusuyla söyleşiye katılınca, adamın dost yüzü birden değişti;
“ Terbiyesiz!”
Diyerek bastonuna güçlükle dayanıp, sallanarak öne doğru yürüdü. Ben; ‘Bir an önce yolculuk bitsede bu kabustan kurtulsam!’diye düşünürken, tirenin ses yayıcısından gelen;”Sayın Yolcularımız. tirenimiz Stuttgart Ana Garına girmiştir. Kurumumuz adına gelecek yolculukta birlikte olma dileği ile sizlere iyi günler dileriz.” Duyurusunu duyunca kendime geldim. Roman beni öyle büyülemişti ki, ne tirenin mola verdiği yerden kalktığını, ne de gara gelip durduğunu algılayamamıştım. Duyuru üzerine kucağımda açık duran tomarı kapattım. Yanımda duran Hera resimini katlayarak üstüne koydum ve cilt kapağını aynı sicimle bağlayarak çantama yerleştirdim. Paltomu, atkımı ve beremi giyerek tirenden hızla indim. İşe geç kaldığım için;
„Akşama garın bodrum katındaki Gezici Büfe işyerine gider, Akaş’ı bulurum ve unuttuğu tomarı ona veririm.” Düşüncesiyle yola koyuldum.
O gün çalışmak benim için çok zor bir uğraş oldu. Aklım Akaş’ta, söylediklerinde, çantamdaki tomarındaydı. Eğer bu tomar çantamda olmasaydı, tirende yaşadıklarımın hepsinin karışık bir düş olduğunu söyleyebilirdim. Romanı Akaş’a geri vermeden önce tamamını okumak arzusu içimde öyle kuvvetliydi ki;”Acaba ben bu romanı tirende gerçekten okudum mu, yoksa yaşadım mı?” çelişkisi bile beni bu arzumdan geri koyamadı. Ya hepsi değişik düşünce gücümün bir ürünüydü, ya da yorgunluktan yıpranan belleğimin eseri! Böyle bir şeyin olabileceğine bir türlü inanamıyordum. Bütün günü; “neyi, kim, niçin’ üçlüsünü çözmeye çalışarak geçirdim. Yaptığım işle ilgilenemiyecek kadar darma-dağınıktım. Akşamleyin, yorgun argın Leninger Caddesi 1 Numaradaki sekiz metrekarelik, tavanı alçak meyilli, tek pencereli çatı katı odama gelip, kendimi yatağa attığımda bedenim beni çoktan terk etmişti.
Aklım Akaş’ta, söylediklerinde, çantamdaki tomarındaydı. Tomarı çantamdan çıkarıp, sicimini çözdüm. Hera’nın resmini kaldırıp yere koydum ve romanı okumaya başladım. Yorgunluktan ağırlaşan gözkapaklarımı zorla birbirinden ayırarak sabaha kadar romanın tamamını okuyup bitirince de, Akaş’a geri verilecek hiç bir şey kalmamıştı elimde. Çünki; Kucağıma koyduğum tüm sayfaların yok olduğunu, en sonuncuyu elime alınca anlamıştım. Bu sayfanın en altındaki şu cümceler durumun anlamsızlığını daha da anlaşılmaz hale getirmekteydi;
“ Değerli okuyucu! Bu sayfayı çevirmeden önce bir kez daha iyi bir şekilde düşünmenizi salık veririz. Çünki bu sayfanın arkasında elinize geçecek bir Bronz Akçe sizi roman boyunca alışılmamış tuhaf olaylara sürükleyecektir!”

Şu ana kadar yaşananlardan daha da anlamsız bir durumun olamıyacağına karar vererek bu tehlikeyi göze aldım ve sayfayı çevirdim.
Bu sayfanın üst ortasında bir antik Akçe resmi vardı. Kısa bir süre sonra bu Akçe’nin ortasından gelen vede gözlerimi kamaştıran bir ışık tüm görüntüleri sildi ve beni bir hortum gibi içine çekerek yatağımdan söküp içne aldı. Şimdi ben kendi eksenimde fırıldak gibi dönerek füze gibi sonsuz bir aydınlığı yarmaktaydım. Bu gidiş kısa bir süre sonra yön değiştirip baş-aşşağı düşüş şekline geldiği anda, sırtüstü yaptığım yarım takla ile ayaklarımı yere dik bir şekle getirdim, hızımı yavaşlatıp ilkin yumuşak bir peltenin içinde çivilemesine daldım ve gittikçe azalan bir hız ile öteye-beriye gidip-gelmeye başladım. Kendimi beyaz bir salıncağın içinde duyumsuyordum. Salıntıların verdiği sarhoşlukta uyuyakalmışım.
Uyandığımda, öğlen olmuştu. Halının üstünde yalnız başına duran Ana Tanrıça Hera’nın portresi beni gülerek selamladı. Tomardan odadada hiçbir iz yoktu. Ayrıca cilt kapağınında kaybolmuş olduğunu görünce, Akaş’ı mutlaka bulmam gerektiğini anladım. Küçük ve hızlı bir kahvaltı yaptıktan sonra, Hera’nın karakalem portresini alarak ceketimin yan cebine yerleştirdim.
Paslı ve gıcırdayan ayak bileklerimin üzerinde, yayları tersine kurulmuş zemberek dizlerimi harekete geçirdim, ökçesi kurşun gibi ağır ayakkabılarımı giyerek, Gezici Büfe işyerine gitmek için yola koyuldum. Yorgun ve esnek kemiklerim, yalpalayan bedenimi güçlükle Stuttgart Ana Tiren Garı’na doğru itmekteydi. Gövdem bir leğenin içine organ çuvalı gibi çökmüş, kalçalarım ise “çanağına yapışmış muhallebi gibi” çalkalanarak güçlükle ileriye doğru yol almaktaydılar.

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
(4) krautheım Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz (4) krautheım yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
(4) KRAUTHEIM yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL