4
Yorum
8
Beğeni
5,0
Puan
360
Okunma

Cem bir felsefe öğretmeniydi . Hafta sonu tatilini geçirmek adına Muğla Köyceğiz yolunda aracıyla ilerliyordu. Muğla’nın zeytin ağaçlarıyla gölgelenmiş virajlarında, Cem’in arabasının motoru bir iç çekişle sustu. Kaputu kaldırdığında, yağ ve metal kokusuna karışan kekik rüzgârı, onu bir an için şaşırttı. Tam o sırada, yamacın eteğinde dalga dalga yayılan koyun sürüsünü gördü. Sürünün önünde, asasıyla toprağa çizgiler çizen çoban, sanki zamanın dışına çekilmiş bir heykel gibi duruyordu. Yaklaştığında çobanın gözlerindeki derinlik, Cem’i bir kitabın ilk sayfasındaymış gibi heyecanlandırdı.
"Arabanın ruhu yorulmuş," dedi çoban, ter izleri yüzündeki kırışıklıklardan süzülürken. "O motorun içinde dönen çarklar, insanın içindeki hırsın sesini taklit eder hep. Şimdi sustular... İşte gerçek ses şimdi başlıyor."
Cem, koyunların otlarken çıkardığı tekdüze hışırtıya baktı:
"Ne kadar sessizler... Sanki dünyaya küsmüşler."
Çobanın dudakları acı bir kıvrımla büküldü:
"Siz onların çığlıklarını duymuyorsunuz. Çünkü çığlık ,sesle değil, ruhun çatırdamasıyla duyulur."
Cem, çobanın yanına çöktü. Çoban bir kaya parçasına vurduğu asasıyla, topraktan üç çatallı bir yol çizdi:
"Bakın," dedi, "şu sağdaki yol: İnsanların ‘mutluluk’ diye koştuğu tüketim çıkmazı. Soldaki: ‘Başarı’ diye kendini paraladığı labirent. Ortası ise... koyunların gittiği yol."
Cem şaşırmıştı:
"Yani koyunların yolu mu doğru?"
"Hayır," diye güldü çoban, "Asıl dehşet şurada: Hepsi aynı uçuruma çıkıyor. Fark , koyun bunu bilmiyor, insan bildiği halde yürüyor!"
Çobanın asası, uzaktaki bir koyunu dürttü. Hayvan acıyla seğirtti:
"Gördünüz mü? İşte o çığlık! Sadece dudağı titredi. Ama içinde fırtınalar koptu. Tıpkı sizin şehirlerdeki insanlar gibi... Metroda, ofiste, evde;, dudakları dilsiz, yürekleri çığlık çığlığa olanlar."
Cem’in içi ürperdi:
"Peki duyan yok mu?"
"Herkes birbirinin çığlığını bastırıyor da ondan!"
Güneş ufka çökerken, çoban çantasından bir testi ve iki bakır kase çıkardı. Ayranı dökerken anlattı:
"Bir koyun doğururken ölmüştü geçen ay. Kuzu, annesinin soğuyan karnından çıktı." Asasıyla sürüdeki o kuzuyu işaret etti, "Hep diğer koyunların karnına sokulur. Bilir ki gerçek sıcaklık, içinde bir yerlerde kayıp."
Cem’in gözleri doldu:
"İnsan da hep kayıp bir sıcaklık arıyor demek?"
"Aramak yetmez hocam! Bazen o sıcaklığı kendinde öldürmemek gerek."
Çoban, bir koyunun yüzüne dokundu. Hayvan gözlerini kapadı:
"Bu koyun her sabah aynı kayadan tuz yalar. Rutinlerin tuzağına düşme dersiniz siz şehirde. Ama bakın, koyunun dilindeki minik yarayı gösterdi, "Her gün tuz yalayarak kendi yarasını kanatıyor. İnsan da öyle değil mi? Acıtan rutinlere ‘alıştım’ diye tutunmak..."
Dağların mor gölgesi uzarken, çoban bir kaya parçasına dokundu. Parmak uçları taşın izlerinde gezinirken konuştu:
"Her koyunun gözbebeğinde bir insan hikâyesi saklıdır. Şu en öndeki kara koyunu görüyor musunuz ? Onun bakışları, eşi öldükten sonra kalbini kilitleyen bir adamın bakışlarıdır. Diğer koyunlar ona yaklaşmaz. Çünkü kayıplar, diğer kayıpları korkutur."
Cem taşa dokundu ve taşın soğukluğunu hissetti:
"Peki ya sizin kayıplarınız?"
"Benim kayıplarım," diye gülümsedi çoban, bu dağların rüzgârına karıştı. Rüzgâr ise sadece geleceğin tohumlarını taşır, geçmişin yükünü değil."
Güneş ufka kızıl bir mühür basarken, çoban cebinden çatlak bir ceviz çıkardı. Kabuğunu kırdı, içini Cem’e uzattı:
"Şehirde insanların kalpleri böyle. Dışarısı sert, içindeki yumuşak öz ise bedene sıkışmış bir ruh gibi buruşmuş. Bilir misiniz, ceviz ağaçlarının kökleri toprağın zehrini emer ama meyvesi asla zehirli olmaz. İnsan da öyle olmalı."
Cem cevizi avucunda sıktı:
"Nasıl?"
"Dünyanın zehrini köklerinde tutup, ruhundan şefkat vermeyi bilerek."
Yıldızlar dökülürken, Cem sordu:
"Hiç kitap okumamış biri, bütün bu hakikatleri nereden biliyor?"
Çoban, asasını gökyüzüne kaldırdı. Samanyolu’nun tozlu şeridi değneğin ucunda bitiyordu:
"Görüyor musunuz o yıldızları? Onlar Tanrı’nın kâinat defterine düşürdüğü mürekkep lekeleri. Ben her geçen yıldızı okumayı değil, o yıldızların arasındaki boşlukları seyrederim. Çünkü hakikat; yazılanlarda değil, yazılmayanların çığlığında saklı."
Aniden uzaktan bir koyun meledi. Çoban yerinden fırladı:
"İşte! O çığlık, bir kurdun kokusunu taşıyor!"
Cem telaşlandı:
"Kurt nerede?"
"Yok daha gelmedi," dedi çoban koşarak, "ama koyun gelecekteki acıyı şimdiden duydu. Tıpkı insanın, henüz başına gelmeyen felaketler için şimdiden içini kemirmesi gibi!"
Cem, çobanın asasının ucundaki aşınmış metale dokundu:
"Siz, sadece çoban mısınız?"
"Ben bir zaman bekçisiyim," dedi çoban, gözleri yıldızların doğuşunu izlerken. "Bu dağlarda her taşın altında bir medeniyet uyur. Ben onların düşlerini korurum. Şimdiki insanların unuttuğu bir şey var: Gerçek bilgelik, toprağın hafızasına saygı duymaktır."
Gece iyice çöktüğünde, Cem’in arabası çalıştı. Çoban ona bir kese kekik verdi:
"Bunu kokladığınızda, bu dağların ruhunu hatırlayın. Bilin ki kekik, en sert kayalıklarda bile yeşerir. Çünkü umut, köklerini imkânsızın içine salar."
Cem anahtarı çevirecekken döndü:
"Sizin felsefeniz nedir peki?"
Çoban, son kez koyun sürüsüne baktı:
"Benim felsefem şu ; Bir koyunun çığlığını duyabilmek, bütün insanlığın sesini anlamaktan daha derindir. Çünkü o çığlık, yalındır. ,İnsanlar gibi maske takmaz"
Çoban ona kırık asa parçası ve kekik dalı uzattı:
"Bunları alın. Şehre döndüğünüzde, bir öğrenciniz ‘Hayatın anlamı nedir?’ diye sorarsa... verin bu değneği. Desinler ki: Gerçek cevap, soruyu soranın avucundadır."
Cem arabasına bindi ama anahtarı çevirmedi. Başını direksiyona dayayıp ilk kez gerçek sessizliği dinledi. Motorun sesi, kalbinin atışı, uzaktan gelen bir çan sesi... Hepsi bir çığlığa dönüştü. Şehrin gürültüsünde kaybettiği iç sesinin isyanını duyuyordu.
Arabanın iç aynasına asılı künyeyi çıkardı: "Düşün, sorgula, var ol!" – Felsefe Kulübü. Onu cebine koyup çobanın değneğini aynaya astı. Sonra kontağı kapatıp yürümeye başladı. Tozlu yolda, ay ışığı gölgesini ufka doğru uzattıkça, içinde yankılanan sözleri tekrarladı:
"En görkemli felsefe sistemi, bir koyunun gözlerindeki bilgiden daha gerçek değildir..."
Araba hareket ederken , Cem dikiz aynasından baktığında, çobanın silueti ay ışığında eridi. Sanki bir rüzgâr hışırtısına karıştı. Elinde yalnızca bir avuç kekik ve bir asa parçası kaldı. Koyunlar uyuyor, yıldızlar parlıyordu. Yalnızca ayak izlerinin son bulduğu yerde, kuma kazınmış bir cümle duruyordu:
"Öğretmenim, unutma: En büyük felsefe; bir koyunun sessiz çığlığını duyabilmektir. Ben gidiyorum. Çünkü siz artık duymaya başladınız."
Cem Muğla’ya vardığında, kekiği ve asayı masasının üstüne koydu. Tatili bitip okula döndüğünün ertesi sabahı, bir öğrencisi sordu:
"Hocam, hayatın anlamını nerede aramalıyız?"
Cem, kekik dalını ve asayı öğrencinin avucuna bıraktı:
"Bir koyunun sessiz bakışında... O bakışı görebilirsen, bütün cevaplar orada."
Öğrenci kekiği kokladı. Gözleri aniden buğulandı:
"Sanki... Bir çığlık duyuyorum."
Cem pencereye yürüdü. Uzakta, şehrin beton ormanında kaybolmuş insanlar koşuşturuyordu. İçinden mırıldandı:
"Asıl çığlık, duymadığımızı sandığımız sessizlikte saklıydı."
"Ey şehir insanı! Sen ki yapay ışıklarla aydınlanan odalarda hakikati ararsın... Unutma ki en büyük filozoflar, koyunların çobansız kaldığı dağlarda doğar. Ben gittim o dağlara gördüm ve anladım ki her insanın sessizliğin çığlığını duyabilecek bir kalbi var."
Kalpten dinlemesini bilirse...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (3)