Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
Oğuz Can Hayali
Oğuz Can Hayali

(3) BERLIN

Yorum

(3) BERLIN

0

Yorum

2

Beğeni

0,0

Puan

177

Okunma

(3) BERLIN

YIL 1980 BERLİN
Ada Tarihi Eserler Müzesi Bergama Tapınağı

“O görkemden değilsen haberdar,
büyük salona girene değin
içinde anlaşılmaz bir sancı başlar,
buruk bir hüzünle sızlar yüreğin.
Bu kat-be-kat;
Kurumuş mantar, yosun ve tuz nemi karışımı cevap;
Mermerin Anadolu hasretidir kendini sılada sanırsın,
şaşa kalırsın.

Köylümün
güğüm-güğüm
yakarak öğüttüğü kireç olan mermer
kerpiç sıralı, çamur sıvalı
badana olarak aklatan duvarları,
yok olup kaybolan kollar ve eller
vede Kuran’da yasaklanan;
Suret yaratma engeline kurban,
insanların yüzlerinden tıraşlanmış gülümsemesi,
hiddet, acı, keder,
sözsüz karikatürler ve sessiz şiirler
selamlar seni.”
(edebiyatdefterı.com - oguz can hayali - HOMER 3 Şiiri)

Türkiye’deki politik uğraşlarımdan dolayı resim öğrenimime ara verip, Sanat Tarihi uzmanlığı yapmak için 1980 yılında Bulgaristan üzerinden kaçak olarak Batı Almanya’ya gelmiştim. Bu yıllarda „Utanç Duvarı“ henüz yıkılmamıştı. Her iki Almanya 9 kasım 1989 da bu duvarın yıkılmasıyla, 3 kasım 1990 yılında birleşerek Alman Cumhuriyetleri Birliği = BRD adı altında tek bir devet olacaklardır. Bugün ise burada insanlar Sosyalist ve Hür-Demokrat olarak 2 ayrı politik devlet sistemi içinde yaşamaktalar. Sosyalist olan Doğu Alman Cumhuriyeti, demokrat ve hür kalan Batı Berlin’i; Her yanı yüksek, haksız ve gri bir duvarla çep-çevre bir dost gibi kucakladığından, bu yan-yanalık burada yadırgatıcı bir iç-içelik olarak yansımakta. İşte biz böyle bir Doğu Berlin’in „Ada“ Tarihi Eserler Müzesi‘nde, Sosyalist Doğu Alman Devleti‘nin ilgili makamlarından alınmış resmi bir izin ile Stuttgart Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünden araştırma yapmaya gelmiş Batı Almanya’lı üç üniversite öğrencisiyiz. Doğu Berlin’e giriş ve çıkışımız belirli saatler içinde sınırlı ve “en kısa yol“ terimi ile saptanmış bir araştırma izni ile mümkün. Yani sizin anlayacağınız; Her gün Doğu Berlin’e giriş ve çıkışımızda suçlular gibi kontrol edilip, damgalanıyoruz.
Araştırma tezimizin konusu Bergama Zeus Tapınağı olduğundan siyasetle hiç ilgimiz yok. Yalnızca bu görkemli kabartmalardaki giysi, takı ile silahları inceleyip tez yazacağız. Sonuç ve zararları bize tekrar tekrar anlatılmış öğütlerin gölgesinde yaptığımız bu uygulamalı araştırmamız ise nerdeyse bitmek üzere.
Sıcak ve bunaltıcı bir Ağustos akşamı. Böyle esintisiz havaya bir de otomobilin egzozu, uçağın kerozini ve fabrikaların isi eklenince nefes bile alınamaz olur Berlin’de. Benim buraya ilk gelişim. Hans’ın çocukluğunun bir bölümü burada geçmiş. Babası polis olarak görevliyken sekiz yıl Batı Berin’de yaşamışlar. O Berlin’i „Dünyanın Başkenti“ diye anlata-anlata bitiremez. Dört bir yanı duvar olan bu tutsak kent, bu “Ada Şehir” nasıl olurda hür ve evrensel dünyanın baş şehri olabilir? Ben buna bir türlü akıl erdiremiyorum. İkinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra bir Alman’ın böyle saplantılı konuşması ırkçılığı hortlatmak olacağı için; Aldırmayarak büyük ağaçlı caddelerde görkemli binaları, temiz ve geniş kaldırımları, özenle düzenlenmiş sıra sıra açık kahvelerde oturan dost ve neşeli insanları seyredip, politika yapmadan batı Berlin’deki son iki günümün tadını çıkarmaya çalışıyorum. Bu Hans’tan, çok fazla bir şey kalmamış belleğimde. Ha, bir de onun volkan ucu gibi yüz sivilceleri ve traş parfümünün ağır yağlı kokusu!
Kızın adı ise Eva. O bu adı “Havva Ana’nın İncil’deki kutsal adı” olduğundan, kullanmaz ve kendisini „Efi“ diye çağırmamızı isterdi. Sarışın, kısa boylu, mavi gözlü, balık etinde tipik bir Alman kızı. Erkek gibi saç tuvaleti ve yuvarlak küçük güzel yüzüyle değil 21 yaşında, 18’inde bile göstermezdi. Popo’su birkaç yerinden yırtık mavi Jean pantolonu, koltuk altları ve gerdanı çok açık, sütyensiz(!) kısa kollu beyaz bluzu ise hâlâ aklımda.
Ben ne zaman bu müzenin ana kapısından adımımı içeri atsam, gurbetteki Konuk Bergamalı’nın iç
çekişini duyar gibi olurum. O da benim gibi zavallı, yurdundan uzak burada gurbette yaşıyor;
“ Olsun, Ada’da değil miyim? Hiç değilse dört-bir yanım deniz!’
Diyen avuntusunu hissedince de;
“A benim güzel Bergamalı’m! Bu dört yanı su kanalı olan toprak parçasına ada dediysek...”
Demek gelir içimden. Ama doğal olarak böyle bir şey demem. Nede olsa “Ada’da oturuyorum!” diye kendini avutuyor zavalllı;
“Vaktin bir zamanında, ozan Homer’in yazdığı İlyada Destanı’nda Binbir Pınarlı Cennet İda diye anılan bu günki Kaz Dağları’nın taaa karşı yamaçlarının ardında uzak bir ovada Pergamon şehri varmış. Bugün Bergama diye anılan bu şehrin yalçın bir tepesine kurulu kocaman bir sarayda da “Baş Tanrı Zeus Tapınağı” konaklarmış. Bu cennet İda Dağları öyle sevecen, dik yamaçları ve geçitleri öyle tutkun imiş ki bu tapınağa; Yemyeşil yaylalarından gelen kır çiçeği kokulu ılık rüzgarını oraya ulaştırmak için yol verip-geçit olmaya birbirleri ile yarış ederlermiş. Koyunların, kuzuların doyamak bilmedikleri çimenler, göller, nehirler, şifalı su kaynakları, kuş-kelebek otağı çalı-çiçekler, öbek öbek yağdanlık zeytinlikler, yapışkan reçine çam fıstığı ağaçları, elma, armut, incir, üzüm... Daha ne diyeyim iki gözüm! Cennet İda ovaları masmavi temiz ve berrak göğe, yumuşak ve sevgi dolu bombeleri ile böyle gömülü imiş bu destana. İşte bu sevecen Kaz Dağları’ndan fışkıran 1001 pınardan da bugünkü Bakır Çayı doğmuş.”

Bugün bile bu yörenin insanları, hayvanları, yayla, tepe, dağ, taş, toprak, göl, dere, çay, ırmak ve destanları... Hepsi ama hepsi seni anar Konuk Bergamalı. Onlar bir görebilselerdi; Almanya’da nasıl büyüyüp olgunlaştığını biranlasalardı dilinden ne demek istediğini, derlerdi ki:
“ Hiç değilse Konuk Bergamalı Almanya’da kendini olgunlaştırıp, doruğuna ulaşmış! Ya sen ne yaptın burada? Yüksek öğrenimini bitirmek için bile yurduna dönemedin de, babanı soktun sınavlara!”
Doğrudur, doğru. Politik uğraşlarımdan dolayı resim öğrenimimi bitiremeden kaçıp gelmiştim Almanya’ya. Beni temsilen bitirme sınavında hazır bulunan zavallı babam:
“Gururlanacağıma, utandım oğul!”
Diye yazmıştı bir mektubunda. Neyse bırakalım o günleri de, gelelim konuk Bergamalı’ya ve onu şimdi Berlin’de “Ada” Tarihi Eserler Müzesi’nin Baş Tanrı Zeus Tapınağı’nda görmeye gidelim.
Hans sekreterlikte ortak tezimizin ek tıpkı çekimlerini yapıyor, Efi ise kitaplıkta tezin son düzeltmeleri ile uğraşıyor. Bense Bergamalı Zeus Tapınağı’nın bulunduğu büyük salondayım. Oturmuşum ortadan yukarı tırmanan geniş, beyaz, yüksek mermer merdivenden birinin serin basamağına, dayamışım sırtımı insan başlı, yılan gövdeli canavar kabartmalarına; Elimdeki kara kalemi önümdeki beyaz kağıda tempo tutup-vurarak hem yanık bir Anadolu türküsünü mırıldanıyor, hemde dizi-dizi karşımda duran mermer tanrı kabartmalarının karakalem resimlerini çiziyorum. Tezimizde böyle bir görev yok ama, Hans tartışmadan kaçındığı, Efi’de beni böylece başından savdığı için, karşı çıkmadılar. Her ikisi de eksikliğimden son derece memnunlar.
Şimdi siz bana izin verirseniz, kısaca şu “BAŞ TANRI ZEUS” adı üzerine kendi özel düşüncemi sizlere açıklamak isterim; İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nde okuyan bir öğrenci olarak Anadolu Söylenceleri üzerine epeyce bilgi sahibiydim. Almanya’da Eski Eserleri Onarım Uzmanı olmak için Resim Teknolojisi ve Sanat Tarihi eğitimine başlayınca da; Antik Yunan Söylenceleri’ni daha yakından incelemek fırsatını elde etmiş oldum ve bu konular üzerinde bilgim daha da arttı;
“Eski çağlarda yaşayan insanlar bu söylencelere inanmış ve nedenlerini çözemedikleri doğa olaylarını kutsallaştırıp her bilinmeyene ayrı bir ad vermişler ve onlara Tanrı gözüyle bakıp, tapmışlar.”

Şimdi ben size;
“ Ben böyle Yalan Tanrı’lara falan, inanmam!”
Dersem, sizin de bana inanmıyacağınızı bildiğimden, doğal olarak böyle bir şey söylemiyorum. Ne var ki o çağlarda yaşayan insanların böyle anlatılara inandıklarına da inanmak zorundayım;
“Bu insanlar Tanrı’ları kızdırmamak ve gazaplarına uğramamak için onların adlarına tapınaklar yapıp, heykeller dikip, adaklar sunmuşlar. Hatta büyük kırallar bir savaşa çıkmadan önce bu tapınaklara gider, Tanrı’ların yardımlarını ister, onlara armağanlar sunar ve arzularının gerçekleşmesi içinde yeni adaklar adarlarmış. Kazanılan savaştan sonra da bunu ulu güçlerin yardımıyla kazandıklarına inanarak sözlerini tutup bu tapınakları armağanlarıyla dahada zenginleştirirlermiş. Hele birde başarı kazanılmamışsa; Tanrıları memnun etmedikleri için savaşı kaybettiklerine inanarak tapınakları daha da iyi duruma getirirlermiş. O zamanlar halkın çoğu bilgisiz olduğundan ve henüz bugünki kağıt, yazı, kitap gibi şeyler bilinmediğinden; Yontucular keskileriyle bu antik Yunan Tanrıları’nı, görevlerini ve onların insanlara nasıl yardım ettiklerini mermere oyarak dile getirmeye çalışırlarmış.”

İşte romanımıza konu olan Bergamalı Zeus Tapınağı’nın bu eşsiz mermer panoları, düşman saldırılarına karşı yıllar boyu şehrin tepesindeki yıkıntıların birinde Sur Duvarı olarak üst-üste gizlice görev yapmışlar. Anadolu’nun Osmanlılar tarafından zaptından sonrada bu mermer bloklar toprağa yüzü koyun gömülü olduklarından hiç kimse bu kabartmaların varlığını farketmemiş bile.
Raslantı bu ya; 1865 yılında adı Karl Human olan 1839 doğumlu Alman yol mühendisi bu kasabaya uğramış. O zaman Bergama’da on iki bin müslüman, dört bin Yunan ve bin Ermeni vatandaşı yaşıyormuş. Karl Human verem hastası olduğundan dinlenmek ve hava değişikliğinden yararlanmak için oralarda geziniyormuş. Bakmış ki; Mermer vücutlar, yuvarlak sütunlar, sütun başlıkları, süslemeler, yazı ve kabartmalar ovada ilkin balyozla parçalanıp üst üste yığılarak çamurla öbek öbek sıvanmakta ve fırın haline getirilmiş ocaklar içinde ağaçla yakılıp kireç olmakta! Bu tarihi eser kıyımını gören, Eski Çağ Tarihi’ni iyi bilen ve Anadolu’yu çok seven Karl Human’ın yüreği böyle bir sorumsuzluğa dayanamamış. Hemen İzmir’e dönerek durumu Berlin Arkeoloji Müzesi’ne bildirmiş. Ama bu başvurudan bir sonuç alamamış. Gençliğinde Berlin’de mühendislik eğitimi yaptığı halde verem hastası olduğundan tahsilini yarıda bırakan Karl Human, babası ve abisine ait yol firmasında 1867 yılında Balıkesir-Bandırma yolu ile Ayvalık-Bergama bağlantısının baş sorumlusu olarak çalışmaya başlamış. Yol firmasının merkezini de “Müze” adı altında Bergama’da kurmuş ve böylece bazı tarihi mermer parçalarını satın alıp toplama fırsatını elde etmiş.
Neyse uzatmayalım; 1873 yılında Saray Hazine Dairesi’nin ödemeleri zamanında yapamaması nedeni
ile bu yol firması batmış ve Karl Human’da İzmir’e yerleşerek, orada beş yıl boyunca Bergama Tapınağı üzerine araştırmalar yapmaya başlamış. Mümkün olabilecek bir arkeolojik kazı için bilim adamlarına durumu bildirerek Berlin Eski Eserler Müzesi ile yeniden ilişki kurmuş ve onları Bergama’ya davet ederek desteklerini kazanmaya çalışmış. Aynı zamanda da Almanya’dan parasal ve bilimsel yardım sağlama, Osmanlı devlet makamlarından “Bergama’da tarihi kazı yapabilmek için” izin alma, kazı haritalarını hazırlama, iş ve işçi planlarını yapma gibi amansız çalışmaları sürdürmüş. Zamanın büyük veziri Fuat Paşa’nın öngörmesi ve Padişah Abd-ül-Aziz’in fermanı ile 1878 yılında Bergama kazıları başlamış. 1886 yılında sona eren kazıdan çıkan eserlerin üçte biri Almanya’nın olduğu için Berlin’e gönderilmiş. Üçte iki ise; Osmanlı Padişahı’ndan ya takas yoluyla, yada altın karşılığında satın alınmış ve yasal yolla tüm tapınak Almanya’ya taşınmış. Yani bu “Zeus Tapınağı” kimilerin yanlış sandığı ya da bildiği gibi; “Çalınmış ya da kaçırılmış” değildir. Karl Human adlı bir insan verem hastası olmayıp, dinlenmek için Bergama’ya uğramasaydı evrenin yedi olağanüstü eski eserlerinden biri olan bu tapınakda kireç olmaktan kurtulamıyacaktı. Bu kısa açıklamadan sonra tekrar romanımıza dönerek anlatmamıza devam edelim;
“Antik çağlarda şair, bilici, heykeltraş ve filozoflar evrenin başlangıç ve sonu üzerine ayrı-ayrı varsayım benimsediklerinden, bilinmeyene kaos, yani ‘karma-karışık, çözülemeyen’ adını vermişler. Evrenin bir parçası olan Yerküre’nin; Toprak, su, hava, ateş birleşimi olduğunu anımsamışlar ve söylencelerinde bu dört ana element ile evrenin yaradılışını şöyle açıklamayaçalışmışlar; Yer altı tanrısı Tartaros(=Ateş) ile yer üstü tanrısı Toprak Ana(=Gaia)’nın birleşmesinden Eros yani ‘Sevgi’ doğdu. Toprak Ana Gaia; Deniz(=Pontos) ve Gök(=Uranus) adlı iki oğul daha doğurarak evreni yarattı. İlkin dev ve canavar denilen yaratıklar evrene hakim
olmak için savaştılar.”

Belki de bunlar bugün ‘Dinazorya’ dediğimiz, iskeletleri kayalarda fosilleşmiş bulunan yaratıklardı;
“Nasıl olduğu bilinmez, günlerden bir gün Eros(=Sevgi) denen yaratık ya hepsini yener yada yok eder ve göğün hakimiyetine bağımlı kılar. Böylece Gök(=Uranus) evrenin tek tanrısı olmuş olur. Uranus’la evlenen Toprak Ana Gaia; Altı kız ve altı erkek çocuk doğurur ki, bu çocukların her biri yeryüzündeki bir doğa olayının eski Yunanca adını alırlar: Okyanus, Nehir, Rüzgâr, Bereket... gibi vede adını taşıdığı doğa olayının evrendeki temsilcisi olurlar.”

Günlerden bir gün;
“Baba Uranus çocuklardan birinin onu öldürüp yerine geçeceğini Girit’li bir biliciden öğrenir. Doğan çocuklarının her birini yeraltı dediğimiz ‘Tartaros’ mağralarında tutuklar. Başlarına da yukarda değindiğimiz canavarları bekçi olarak koyar. Toprak Ana Gaia doğal olarak bu kaybolan çocuklarını arar ama, çocuklar canavar bekçilerden korktukları için hiç seslerini çıkarmazlar. Yalnızca en küçüğü olan Kronos(=Zaman) kendine güvenir ve ortaya çıkar. Annesinden de, babasına karşı başlatacağı savaşı kazanabilmesi için bir silah ister. Toprak Ana Gaia, yanardağ gibi patlayıp lav kusunca, yeryüzüne demir madeni fışkırır ki; Bu madenden yapılan bir orakla babasını parçalayıp öldüren Kronos yeryüzünün tek tanrısı olmaya hak kazanır.”

Bu “Baba Kıyımı” ile sevgi(=Eros) un yanında; kin, öc, adaletsizlik ve haksızlık da böylece yeryüzüne çıkmış olur;
“Kronos(=Zaman) bir biliciden, çocuklarından birinin, (kendisi nasıl babasını öldürdüyse) onu öldürüp evrenin tek tanrısı olacağını duyar ve böylece karısı Rhea’dan doğan her çocuğunu yutmaya başlar. Rhea, son erkek oğlu Zeus’u bilicilerin öğütleri üzerine Girit Adasında doğurur ve kocasına da “kundağa sarılı bir taşı” yutması için verir. Sonradan babasnı öldürüp Evrenin Baş Tanrısı olacak olan bu çocuğu keçiler sütleriyle besler ve dağ perileri korurlar.
İşte bu Bergama Tapınağı’na adını veren Baş Tanrı Zeus’un hikayesi de kısaca böyledir.

“ MERHABA RESSAM! ”
Kulaklarımda yankılanan bu tanıdık sesi duyunca irkildim. Sesin nereden geldiğini anlamak için başımı kaldırınca, karşımda mermer kabartmalardan başka hiç kimseyi göremedim. Onlar da suskun, insan boyutlarını aşan kusursuz bedenleri ve meraklı bakışlarıyla beni süzmekteydiler.
“ SEN BUNLARIN HEPSİNİ GÖREBİLİYORMUSUN? ”
Ben bu “kat-be-kat yankılı ve dolgun ses hangisinden geldi?“ diye düşünürken;
“ OLMAYANI GÖRMEK GÜZEL BİR ŞEY! ”
Sözü kulağımda çınladı. Böylece sesin mermer kabartmalardan değil de arkamdan geldiğini anlayarak
geri döndüm. Orada 80 yaşlarında gözünü çizdiğim resimlerden ayırmayan uzun ak saç ve sakallı heybetli bir heykel ile karşılaştım. Şimdi siz bana;
„ Olur mu? Hiç mermer konuşur mu?“
Diyeceksiniz. Haklı olmasına haklısınız da, önümde heykel gibi durup bana bakan bu adamda kimdi?
“ MUTLAKA KARŞILAŞMIŞ OLMALISIN ONLARLA ! ”
Mermer adamın yüz hatları o denli keskin, gözleri duru-temiz-aydınlık-açık ve bakışları öyle derindi ki, bana yıllar önce; İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi yapatığım yıllarda tanıştığım ve genç yaşta kendini İstanbul Galata Kulesi’nden atarak yitirdiğim bir dostumu anımsattı;
“ Tanışıyor muyuz?”
“ BİLMEM, DÜŞÜN BİR BAKALIM! ”
Bu sorunun eşliğinde gözlerim onun gözlerine takıldı. Bu tanıdık gözbebeklerinin sonsuz boşluğuna düşüp bir kabusta boğulmamak için başımı tekrar resmime çevirmek zorunda kaldım. Çizdiklerimi görüncede suskunluğum birden-bire şaşkınlığa dönüştü. Yabancının ne demek istediğini şimdi daha iyi anlamıştım. Korku içindeydim. Çünkü çizdiğim resimlerde; Kabartmalardan traşlanmış tüm yüz, kol ve eller vardı. Başımı kaldırıp heykellere baktığımda onlarda beni; Ellerinde tuttukları maskeleri yukarı kaldırıp yüzleri önüne getirerek sevecen bir şekilde gülümseyerek selamladılar. Aynı anda salonun camlı tavanından gelen; Gümüş renkli, yapay, beyaz floresan ışığının sarardığını hissettim. Işığın azalmasıyla; Heykeller ve bizim dışımızda salondaki her şeyin yavaş-yavaş konturlarını kaybettiğini, yüzeylerinin açık yeşilin çağlaya kaçan tonlarına büründüğü ve bunun tesiriyle; Heykellerin deri, saç, kaş, göz, takı, giysi ve silahlarının renklenerek canlılık kazandığını sezdim. Kabartmaların eskiden boyalı olduklarını bildiğim için, bu değişikliğe doğal olarak aldırmadım. Tam “Çizdiklerimin hepsi buluntu...” diyecektim, ama dudaklarım birbirine yapışmış olduğundan diyemedim ve geri dönerek çizdiğm resme bakmaya başladım;
„ BUNLARI GÖREBİLMEN İÇİN TANIMIŞ OLMALISIN ONLARI .“
Bu sözün eşliğinde omzuma konan mermer gibi ağır bir elin baskısı altında kendime geldim. Dilim damağıma yapışmış, “Su yatağı kurumaya yüz tutmuş bir balık gibi” ağız boşluğumda zorla deviniyordu. Birkaç kere yutkundum. Böylece kurumuş ağız boşluğumu ve kursağımı nemlendirerek tam canlanan ses tellerimden kendimi bağışlatacak bir özür çıkartmak üzereydim ki, yabancı buna da fırsat vermedi ve;
“ BELKİ DE PAYLAŞMIŞSINDIR BU YAŞAMI ONLARLA!”
Diye devam etti. Hayda! Ne demek istiyordu yani? Bu mermer kabartmalarla paylaşacak ne gibi bir yaşantım olabilirdi ki? Ayrıca salonda başlayan tüm anlamsız değişikliklerin sebebi de neydi? Bir süre sustuk. Onun hala arkamdan, çizdiğim resmi ilgiyle incelediğini biliyordum. Omzumdaki kocaman elini kaldırıp sırtımı sıvazladı ve yanağıma yakın bir yerden yüzümün önüne doğru sürerek;
“ AKAZİAS! ”
Diye kendini tanıttı. Bu görkemli eli sıkmak için doğrulmaya çalıştığım da, buna fırsat vermedi,
öbür eliyle omuzumu yere doğru bastırarak kalkmamı önledikten sonra; Bu tek eli üzerinde amuda kalktı ve ansızın bükük dirseğini gerdirerek, bu yayın fırlatımında omuzumdan koparak ok gibi tavana sıçradı. Havada kollarını her iki yana açıp, çeyrek bir burgu içinde bir buçuk takla attıktan sonrada önümdeki basamağın uzantısana ayak üstü konuverdi. Şimdi karşımda kıvır-kıvır ak saçlarıyla kollarını iki yana açmış ve bana gülen 80 yaşlarında bir ihtiyar duruyordu. Onun alnı o kadar açık, dik ve düzdü ki, aşşağıya sarkan saçları uzun yüzünü bir çatı gibi gölgelendirmekteydiler. Öndeki dizini hafifçe kırarak bu ayağı üzerinde eğildi;
“ Kısacası Akaş.”
Diye kendini tanıttığında sesindeki yankılı ton birden kayboluvermişti. Olanlara hiçbir anlam veremiyordum. Onun sevecen şekilde bana uzattığı elini sıktım, sım sıcaktı; “Demek ki mermer değilmiş!” diye düşünürken, bu sıcaklık dalgası en kısa yoldan yüreğime doğru, kaynayan yanardağ lavları halinde akmaya başladı ve oradan da bir pompa darbesiyle beynime sıçrayıverdi. Bu beklenmedik duruma mantığımın direndiğini hissettim. Düşsel kurgularım tüm emir ve kontrol noktalarını ele geçirmek üzereydiler. Zorla ağzımı açarak;
“ Memnun oldum.”
Diyebildim. Elim hâlâ onun elinin kıskacında sallanmaktaydı. Onun beni kısılmış gözleriyle gülümsüyerek izlediğini farkedince; Kafa tasımda önceden var olan basınç böylece daha da arttı. Şakaklarım zonkluyor, kanım kaynayan çelişki lavları halinde kalbime doğru geri dökülüyordu. Göz ve kulaklarım dışında tüm kontrol noktalarını yitirmek üzereydim. Batmak üzere olan bir gemi kaptanının telsizle son iletisini verişindeki çaresizliği gibi, olanları sadece seyredebiliyordum.
“ Ben...”
Diye kendimi tanıtarak elimi onun elinden kurtarmak isterken;
“ Biliyorum, Stutgart Üniversitesi Sanat Tarihi Öğrencisi.”
Dediğini duyunca şaşkınlığım korkuya dönüştü. O bunu nerden bilebilirdi ki? Yinede burada görevli bir hizmetli olabileceğini düşünerek bu bilgiçliğine aldırmadım. Çünkü biz bir haftadır müzede “Araştırmacı Üniversite Öğrencisi” diye hava atıp dolaşıyorduk ya! Salladığı elimi bir süre sonra bıraktı ve oturduğum basamağın yan uzantısına yerleşerek, merdiven üstünde yayılı duran resimlerden birkaçını alıp incelemeye başladı. Arada bir de; Salon boşluğunun bitimindeki duvarın üstünde asılı duran mermer panolardaki kabartmalara bakarak çizdiklerimi onlarla karşılaştırıyordu.
İyi ve dost bir insan görünümündeydi. Giysileri, salonda dolaşan konukların elbiselerine göre renksiz ve sade idiler. Çıplak ayaklarında; Kalın doğal köseleden gelişi-güzel kesilmiş, tabanı düz ve ökçesiz kahverengi, elişi doğal deri sandaletler vardı. Bu antik sandaletler, ayak bileklerine kadar inen dar, uzun beyaz pamuk donunun üstünde, yine aynı deriden ince bağcıklarla çapraz bir şekilde bağlı idiler. Keçi yününden bej, siyah, beyaz, kavuniçi ile kahverenginin kırmızıya kaçan çeşitli tonlarıyla karışık bir şekilde örülmüş kolsuz cepkeni ve dizlerine kadar uzanan beyaz keten gömleği ile heybetli bir Anadolu çobanını anımsatıyordu;
“ Koca Yurt Anadolu’dan da bir dost!”
Dedi ve soru dolu gözleriyle yüzüme baktı. Şaşkınlığım şüpheye dönüşüverdi; “Haydi, o benim Türk vatandaşı ve Stuttgart Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde okuyan bir öğrenci olduğumu kestirdi“ diyelim. Peki ama, ünlü Türk yazarı Halikarnas Balıkçısı’nın bir kitabına verdiği bu adı nereden bilebilirdi ki?
„Lütfen çalışmanıza devam edin. Sizi işinizden alıkoymak istemem.“
Söylemesi kolay! Ne elimi oynatabiliyor nede ağzımı açıp bir tek kelime söyleyebiliyordum. Dişlerim kenetlenmiş, dudaklarım birbirine yapışmış ve dilim ağız boşluğumda balon gibi şişmişti. Son kalan kuvvetimi toplayıp başımı salona çevirince; Açık çağla yeşili bir sisin içinde konturlarını kaybetmiş silik konuklardan hiçbirinin bizimle ilgilenmediklerini fark ettim. Onlar bu sis perdesinin ardında; Boyunlarına takılı çeviri araçlarından işittikleri bilgileri, panolardaki görüntülerle karşılaştırmaktaydılar. Göz ucuyla Akaş’ı kollayarak düş görüp-görmediğimi kontrol için, birkaç kere beton gibi ağırlaşmış ayaklarımı yere vurmaya çalıştım. Tam terlemeye başlamıştım ki, debelendiğimi gören Akaş‘ın;
„ Gerçek üstadım, hepsi gerçek. Şu kabartmaları oyan heykeltraşların keskisi kadar keskin ve gerçek!“
Dediğini duyunca korkuyla: ‘Bu adam düşüncelerimi mi okuyor ne?‘ diye içimden fikir yürütmeye başladım. Sanki bedenim katılaşmaya başlamıştı. Damarlarımda kan yerine bir başka maddenin dolaşmakta olduğunu fark ettiğim anda, hareketlerimin yavaşladı ve bakışlarım duraganlaştı. Benimle mermer kabartmalar arasındaki boşluğu doldurmuş olan açık çağla yeşili soluk hava, ansızın gittikçe sararıp dahada ağdalaşarak bana doğru kaydı ve salondaki konukları saydam ve sisli bir camın gerisinde bıraktı. „ Acaba ben bu mermer heykellerden birimi oldum?‘ diye düşünürken arkamdan gelen bu sarı-bej ortam dahada matlaşarak beni sardı ve cam yeşili soğuk bir macun şeklinde tüm bedenime bulaştı; “Mutlaka düş görüyorum?“ çelişkisi içinde, kabartmalar ile aynı yüzeyde çoktan birleşmiştim bile. Görevliler ve konuklar şimdi bu camın dışında saydam gölgeler halinde devinmekteydiler. Akaş:
“ Dağ-taş kaya iken susar, oturur yerli yerinde!“
Dediğinde bu benzetme bana yine Halikarnas Balıkçısı’nın „Gençlik Denizlerinde“ kitabında Barka Reis’in; „Gözümü açınca dağ görüyorum. Hiç yerlerinden kıpırdamaz meretler, akşam oluncaya dek. Beş yıl önce gördüğüm dağlar hep aynı ağır taş toprak. Kıçlarının üzerinde oturup dururlar.!“ Sözünü hatırlattı. O, devamla:
“...Ama bir gün bu taş, sanatçının keskisine ya da kalemine bir değmeye görsün! Gör o zaman ne dediğini, dinle hele göstermek istediğini...“
Elinde tuttuğu tek bir resme bakarak başını salladı ve;
“ Ana Tanrıça Hera!“
Diye mırıldandı. Resimle konuşuyor gibiydi. Başını bana doğru çevirerek şakacı bir tavırla göz kırpıp gülümsedikten sonra; Yumrukladığı sağ elinin işaret ve baş parmağı ortasında beliren oyuğa, gırtlağına takılı bir fiske tükrüğü sökercesine öksürdü ve yeniden ciddiliğini takınarak ayağa kalktı. Bu öksürük numarasını birkaç kez daha tekrarladıktan sonra başını dahada yukarı kaldırarak salon girişindeki duvarda asılı panoda duran Ana Tanrıça Hera’ya doğru dönüp elindeki resmi göstererek yüksek sesle:
“ ANA TANRIÇA HERA! SEN BU KADAR GÜZEL OLAMAZSIN! “
Diye baş kaldırır gibi haykırdı. Bu yankılı ses salonun duvarlarında asılı duran panolara çarpıp patlayınca ortalık birden-bire karışıverdi. Kıskanç Hera’nın gülen yüzü aniden değişti, kaş uçları ortada birleşip yukarı doğru sivrildiler. Bu çatılan kaşların belirginleştirdiği alın çizgileri saç diplerinde doğru kümeleşince, yüzündeki hüzün daha da arttı. Nerdeyse, dokunsan ağlayacaktı. Karısının yüzünde beliren değiştiği gören ve hiddetinden ateş püsküren Zeus yerinde tepiniyordu. Şimşek fırlatan üç oklu mızrağını eline alıp, bir yıldırım demeti gibi havaya kaldırınca, tapınakta bir başkaldırı rüzgarı esmeye başladı. Salonun camlı tavanındaki ışıklar bu fırtınaya şimşek çakar gibi titreyip yanıp-sönerek eşlik ettiler. Müze duvarlarına yansıyan bu huzursuz ışık kıpırtıları, kabartmalara çarpınca onları birden-bire canlandırdı ve hepsi yerlerinden fırlayıp salona sıçradılar. Çakıl taşlarının birbirine vurup çıkardıkları şakırtılar gibi, mermer döşemeyi çıplak ayaklarıyla döven heykeller, silik konukların arasına;
“HUUU-UH! HUUU-UH!”
Yankılı uğultularla; Bir ayağını öne doğru atıp mermer zemini çakıl taşı gibi döverek bu dizinin üstünde kısa bir süre yaylandıktan sonra, diğer ayağını zeminden kaldırmadan yavaşça öne doğru çekip-sürerek dura-kalka ilerliyorlrdı. Ses tonu ayak vuruşlarının hızıyla yarış edercesine arttıkça-arttı. Kulak zarlarında çınlayan protesto sesleri dahada yükselmeye başladığı anda, Zeus bir elini hızla göğüs hizasına kaldırarak havayı kuvvetli bir;
“ HEY!”
Nidasıyla bıçak gibi kesti. Kabartmalar ansızın yerlerinde durdular. Böylece sevimsiz uğultu ve gürültüler birden kesiliverdiler. Panosundan inmeye çalışırken çerçeveye takılıp yüzükoyun asılı kalan ve kolları iki yana açık sallanan kısa boylu şişman Ticaret Tanrısı Hermes’i iki üç heykel bu aradan yararlanarak; Elinden, ayağından, belinden ve kalçasından tutup zorla salona indirdiler. Birkaç Tanrı da panolardaki yerlerinden sıçrayarak salona inerek; Durdukları yerde salınan vede kısık sesle hâlâ tek bir ağızdan “Hımmm” diye homurdanan protostocuları yatıştırmaya çalıştı. Salonda sessizlik ve düzen sağlandıktan sonra Baş Tanrı Zeus’un ayakları dibine gelen Yeraltı Tanrısı Hades, Rüzgarın ve Denizlerin Tanrısı Poseydon, Savaş ve Ölümsüz Gençliğin Tanrısı Apollon, Akaş’ın yaptığı saygısızlığı onunla tartışmaya başladılar. Ticaret ve Paranın Tanrısı Hermes ise bulunduğumuz yere gelmiş, o bodur boyu ve şişman göbeğiyle dev Akaş’ın yanında nöbet tutmaktaydı. Hatasını çoktan anlamış olan Akaş suçlu biri gibi boynunu bükmüş, ellerini karnı üstüne kavuşturmuş bir şekilde resim rulosunu tutarak verilecek hükmü beklemekteydi. Bense un çuvalı gibi basamağın üstüne yığılıp kalmıştım. Ne yerimden kalkabiliyor, ne ağzımı açıp bir şey söyleyebiliyor, ne de göz kapaklarımı kapatabiliyordum. Yalnızca oturduğum yerden olanları seyredebiliyordum. Baş Tanrı Zeus ile konuşmalarını bitiren Hades, Poseydon ve Apollon, Akaş’ın yanında nöbet tutan Hermes’e doğru ilerlediler. O da nöbeti bırakıp salona doğru birkaç basamak inerek onlarla ortada buluştu. Akaş’ın başı yere doğru eğik olduğundan olanları benim gibi izlemesi mümkün değildi. Bir süre konuşup tartıştıktan sonra Yer Altı Tanrısı Hades, bu gruptan ayrılıp basamakları ağır ağır çıktı, bizim yanımıza kadar geldi ve bir elini usulca kaldırarak Akaş’ın düşük omuzlarının üstüne dostca koydu. Karşılıklı bakışıp birşeyler konuştular. Hades ona herhalde Hera’dan özür dilemesini öğütlüyordu. Akaş Hades’in uzattığı eli sıktıktan sonra ondan ayrıldı, basamakları yavaşça inerek; Apollon, Poseydon ve Hermes’i saygıyla selamlayarak yanlarından geçti ve öndeki büyük giriş boşluğunu sınırlayan son basamağın birkaç metre ilerisine dek yürüyerek ortada durdu. Bir Şovalye’nin Kraliçe’yi kılıcıyla selamlaması gibi, hâlâ elinde tuttuğu ruloyu yere doğru yelpazeledi ve öndeki dizini kırarak saygıyla Hera’nın önünde eğildi. Başını yukarı kaldırmadan gerideki ayağını dahada geriye kaydırarak elindeki resim rülosunu ona doğru uzattı;
“ANA TANRIÇA HERA! SEN BU KADAR GÜZEL OLMALISIN! “
Diye özür diledi. Akaş’ın, bu “güzel” sözcüğünün üzerine basarak yaptığı övgü, Yunan Tragedya’larına özgü teatral bir özür şekliydi. Bu Ana Tanrıça’yı o kadar çok sevindirdi ki, kollarını yukarı kaldırıp ellerini yüzünün önünde küre gibi birleştiren Hera, işaret parmaklarının uçlarını birbirine değdirip-tıklatarak ayaklarının üstünde bir genç kız sevecenliği ile sıçramaya başladı. Bu cilveli gösteriyi sevinç dolu bir kikirdeyiş izleyince, karısının bu derece sevindiğini gören Baş Tanrı Zeus’un kahkahası salonun duvarlarını çınlatıverdi. Böylece tüm sorunlar birden-bire çözümlenmişti. Hera gibi salondaki diğer heykeller de alkışlayarak Zeus’un bu neşesine katıldılar. Kusurunun bağışlandığını anlayan Akaş; Elindeki ruloyu yere koydu, başını yukarıya kaldırdı, öndeki dizine her iki elini dayayarak kalçası üzerinde doğruldu, bu ayağının parmak uçları üstüne kalkıp-dönerek gerideki ayağını yarım daire yana doğru savurdu. Böylece durduğu yerde çark edip onu merdivende alkışlayan heykellere yüzünü dönmüş oldu. Ayağa kalkmadan her iki elini dua eder gibi yukarı kaldıran Akaş, bence tüm coşkuyla ona destek verenleri böylece susturmak istiyordu. Ama, ellerinin sırtını yavaşça yere doğru indirmeye başladığını görünce yanıldığımı anladım. Çünkü o; Öne kırılı olan dizinin üstüne doğru baş ve göğsünü dahada eğerek kollarını zemine yakın bir yere kadar indirdi ve heykelleri böylece saygıyla selamladı. Merdivenlerdeki heykeller Akaş’ın bu içtenliğini görünce coştular. Naralar atıp, onu daha kuvvetli alkışlamaya başladılar. Bu alkış sesleri ile salonda eski haline dönmeye başladı.
İşin tuhafı; Bu gösteriye salondaki konuklarında katılmış olmasıydı. O Ana kadar hiçbir şeyden haberi olmayan bu insanlar, kanımca bir Çin grubundan gelen alkış seslerine eşlik etmişlerdi. Çevirmenlerine karşı “beğeni duygularını” alkışlayarak dile getiren bu gruba ve gösteriye katılan öbür konukların yanlarına gelen müzenin görevlileri onları uyardılar. Görevlilerin ve salondaki tanrıların yardımıyla; Gizlice konukların arasında dolaşan ve onlarla ilişki kurmaya çalışan birkaç heykel de bu serüvenlerinden cayarak usulca kalabalığın arasından süzülüp panolara tırmanıp yerlerini aldılar. Salonda sessizlik sağlanınca yanıma gelip oturan Akaş, hâlâ elinde tuttuğu Hera’nın resmini incelemekteydi. Başını kaldırıp bana baktığında, bu sevecen bakışın sıcaklığında damarlarımı tıkayan sıcak çimentonun eriyip, yavaş yavaş geri çekildiğini ve bedenime sahipliğimin gittikçe arttığını hissettim. Salonda geçen bunca olayları konukların sezinlememiş olmamasına bir türlü akıl erdiremiyordum. Belli ki güpe gündüz düş görüyorum;
“ HAYIR!”
Onun salonu çınlatan yankılı, dolgun sesi ile tekrar kendime geldim. Yanıtı kısa ve kesindi, ama ben ona hiçbir şey sormamıştım ki! Acaba sayıklıyor, kendimle yüksek sesle mi konuşuyordum. Yoksa, Akaş gerçekten düşüncelerimi mi okuyordu? Bu kabustan bir an önce kurtulmam gerektiğini anlayarak;
„ Resmi beğendiyseniz alın, sizde kalsın.“
Diye ağzımı güçlükle açtığımda, önerimi geri çevirmeden;
“ TEŞEKKÜR EDERİM !"
Cevabıyla Hera’nın karakalem resmini özenle rulo yapıp koltuğunun altına çoktan sokmuştu bile;
" ÖDÜNÇ ALIYORUM. GÜNÜ GELİNCE GERİ VERECEĞİM!”
Yankılı sesiyle her iki elini “şappadanak” dizlerinin üstüne vurup, oturduğu yerden sıçrayarak ayağa
kalktı. Onun boyu şimdi o kadar uzundu ki, başı nerdeyse salonun çatısını örten yüksek camlı tavana değecekti.
Ben; “Perspektiv yanılmasıdır. Görüş noktam aşağıda olduğu için!” bilgiçliği ile bu optik algı yanılgısını
içimden çoktan çözümlemiştim bile;
“ BİR DAHAKİ SEFERE GÖRÜŞMEK ÜZERE...”
Diyen Akaş’ın sesi, kendisi gibi ışınlar arasında eriyip dalgalanarak havaya karıştı ve gözlerimin önünden kaybolup gitti. Şimdi onun ne sesi, ne Hera’nın rulolanmış resmi, ne de kendisi vardı salonda.
İçimi çıplak bir yalnızlığın korkusu kapladı. Ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Etrafıma baktığımda; Herkesin hiçbir şey olmamış gibi kendi işleriyle ilgilendiklerini gördüm. Dosyamı hızla toplayıp, heykellerin alaycı bakışlarına aldırmadan basamakları ikişer-üçer atlıyarak, soluk-soluğa salonu terk ettim.
Efi’yi kütüphanede buldum. Onun sıcak ve koruyucu kanatları altına sokulup bir müddet kendime gelmeye çalıştım. O ise bu sevecenliğime başka bir anlam vermek üzereydi, aldırmadım. Bu sefer omuzuna koyduğum elimi bile kabul etmişti. Benimle değil, çizdiğim resimlerle ilgilenmekteydi;
“ Na! Yine konuşturmuşsun kara kalemi, Sam!“
Bu “Sam” adını o yalnızca sevdiği ya da kendine yakın hissettiği erkek arkadaşları için kullanırdı. Humpary Bogart’ın “Kazablanka” filiminde piano çalan zenci sanatçıdan alınan bu isim, onun için özel bir rütbe idi. Bu “Sam” şerefine ilk defa burada layık görüldüğüm için duygulandım. Bu gurur göğsümü kabartacağına, yüzümü kızartmıştı. Efi bunu sezdi ve çene altımı minicik parmak uçları ile tutup, başımı o güzel mavi gözlerinin seviyesine kadar kaldırarak, yüzüme sevgi dolu gözleriyle okşarcasına baktı;
“ Çocukça bir yürek gizli bu aldatıcı utancın altında, Sam!”
Sanırım “Çok duygulusun” demek istiyordu. Kundaktan beri çocuk olmayı bir türlü kabul edemezdim ya, neyse! Bakışlarımı ondan kaçırarak çizdiğim resimlere çevirdiğimde, orada tuhaf bir şeyin olduğunu gördüm. Kabartmalara eklediğim yüz, kol ve bacaklar yok oluvermişti resimlerde! Kabus idi her şey. Efi dahil hiç kimseye hiçbir şeyden bahsetmedim. Nasılsa bana inanmayacaklarını biliyordum. O günden sonra da bir daha büyük salona ayağımı basmadım. İki gün sonra da tezimiz bitmiş, Stuttgart’a geri dönmüştük.
O yıl oğlum Malte dünyaya geldi. Tabi ki Efi’den değil. Onlarla tezimizi birlikte sunduktan sonra bir daha karşılaşmadım. Ben üniversite eğitimime bir süre ara verip, küçük ailemi geçindirebilmek için Türk
işçilerin çocuklarına bir otelcilik okulunda çevirmen-öğretmen olarak tam gün Almanca dersi vermeye başladım.
Gabi ile olan bu ilk aile hayatım sadece bir yıl sürdü. Onları bulanık ve hüzünlü bir sonbahar akşamı, tek bir bavulla terk etmek zorunda kaldım. Tüm kırgınlık ve ayrılıkları geçmişe gömmeye karar vererek, kendimi tekrar öğrenimime verdim. Böylece Berlin’i, Akaş’ı, Zeus’u ve onun sıladaki Bergama Tapınağı‘nı beynimin en derin kıvrımlarına itip unutmayı başarmıştım.
(NOT; Bu Akaş ile; STUTTGATRT I ve II hikayeleri ile, ÇANAKKALE, ASSOS, AYVALIK ve KAŞ hikayelerinde yeniden karşılaşacağız.)

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
(3) berlın Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz (3) berlın yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
(3) BERLIN yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL