0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
302
Okunma
Bir insana sizi sevmeyi öğretmeye çalıştığınızda, yalnızlaşırsınız. Kalabalıkların içinde gezerken, yüz ifadenizin "satılık" olduğunu gizleyemezsiniz.
Yüzü kaşık kadar olan bir kalpte çokça güzellik yaşamış olmanız pek mümkün değildir. "Ateş parçası" gibi bir his bir kulptur, tutulur. Aklınızı yalnızca kendi çıkarınıza kullandığınızda, birçok fikir kendi kendini yer ve birbirini gizlice eleyip yok eder. Ta ki, olayların patlak verdiği noktadan süzülüp içeri girdiğinizde anlarsınız… Yaşanmış duygular bir köşede sıfır atık gibi beklerken; kokuşmuş, ağırlaşmış ve sizi neye dönüştüreceğini fark eden bir karar mekanizması oluşur.
Kişi, kendini önemsetme taktiği geliştirmelidir. “Akıcı olmayan, duygusuz biriyim” demek bir kaçıştır. Basit bir sorudan başlayalım: “Bu neden böyle? Daha iyisini yapabilir ya da yaptırtabilirim.” Geçmiş zaman ekiyle sorunun kaynağına indiğinizde, kendinizi bir kadavranın içinde bulabilirsiniz…
Eğer bu kadar yaptırım meraklısı biriyseniz, gidin ticaretle uğraşın. Kazandığınız paranın hesabını bilmemekle, kendinizi cezalandırırsınız. Onca emeğin, kazanılan paranın hesabını bilmemek, insanı nasıl bir suçlu konumuna getirir, bunu sorgulamak asıl cezadır.
Doğa, kendi kendini nasıl yok edip yeniden var ediyorsa, insan da benzer bir döngüde yaşıyor. Denizleri kâinatın yaratıcısı, kara parçalarının kollarıyla sarıp sarmalamış. Ve koca bir denizin, küçük bir tahta parçasının yüzmesine izin verdiğini düşündüğünüzde, o denizin gerçek yüzünü; ancak cılız bir fırtınada, sizi paramparça ettiğinde anlarsınız.
Hayallerinizin, o tahta parçası gibi savrulup ayaklarınızın ucunda yıkıldığını görmek… Her şeyin bir anda "iğnenin deliği" kadar daraldığı anlar… İşte o zaman, bu duyguları anlatamamak değil, anlayamamak asıl sorundur.
Aşk; kendi kurduğumuz duyguların ürünüdür. Mantığın kabul etmediği, değişmeyeni değiştirme çabasıdır. Eğer ölçülemeyen bir değeri ölçmeye çalışıyorsanız, tıpkı ölü bir cenine ebeveynlik yapmak gibi sonuçsuz bir çaba içindesinizdir. Evrensel geçerliliği olan bir tanım yoktur.
Güzel bir ilişkiye ne borçlusunuz? Aylarınızı, yıllarınızı ortaya koyarsınız. Karşınızdaki kişi yalpalayarak da gelebilir; ya da hayatınızda hiç duymadığınız bir cümle kurar ve o an yıkılırsınız. Ya hâlâ dimdik ayakta durursunuz ya da bomboş bir kale gibi orada öylece beklersiniz.
Halk arasında sıkça duyarsınız: “Kimse kimsenin kısmetini yiyemez.” Doğrudur; ama uğruna yıllarınızı harcadığınız kişinin yüreğini çalan başka biri olabilir. Uzun boylu, kısa, sarışın ya da esmer… Tenine ya da diline yansıyan güzellikleriyle biri çıkar ve sizin sadece alıcı olduğunuz bir kalbi alıp götürür.
Kimi zaman akıllılık eder, kimi zaman da o yüreği daha düşük bir fiyatla almaya çalışırsınız. Bu sizin verdiğiniz emekle övündüğünüz bir çaba da olabilir. Belki de tüm gücünüzle alkışladığınız bir buluş. Ancak sonuçta, kayıp bir eşyanın ardından duyulan hüzün kalır geriye.
Kısaca pazarlık edilmiş ama anlaşamamışsınızdır. El sıkışmadan ayrılmanız gerekmiştir.
Bazen Tuba ağacı, bazen Sidre ağacı gibi… Kalbinizin zerrelerinde soğukluk vardır. Kişiyle olan mesafeyi Pisagor’un teorileriyle ölçemem. Topal bir karınca azmiyle yürüdükçe, boş bir köşe hep bekler. Yanıcı cisimlere tutunmuş birine “Hadi üfle de içim ısınsın” demek, anlamsız kalır.
Her sabah iş yerine koşar adımlarla giden bir adamı düşünün. Geçtiği sokaklarda bir an başını kaldırsaydı, gökyüzünü, milyonlarca güzelliği görecekti. Ama görmez, çünkü sadece işine odaklanmıştır. Oysa bir saat erken kalkıp, koşmak yerine izleseydi… Belki kendine ait bir şehir kurabilirdi içinde.
Size ait olma ihtimali olmayan bir kalbin gölgesinde yaşamak; ölü duyguların mezar taşına başınızı yaslayıp derin bir uykuya dalmak gibidir.
Ben kalbimin çok yorulduğunu hissettim.
Siz , siz olun, kendinize sahip çıkın. Olur mu?
13.08.2025 – İstanbul