4
Yorum
14
Beğeni
5,0
Puan
410
Okunma

Güneş, liman kentindeki küçük kafenin buğulu camlarına düşerken, adam (artık kimse gerçek adını hatırlamazdı), bir sokak kedisinin tüylerini usulca okşuyordu. "Bugün de mi dertlisin?" diye mırıldandı, sesi kumların üzerinde gezinen meltem kadar hafifti. Kedi, derinliği denizin gizemine eş gözlerle ona baktı. Adamın bakışlarındaysa, kopmuş bir fırtınanın ardından kalan durgunluk, ama derinde süren bir iç kasırgasının izi vardı; sönmeyen bir yalnızlık feneri gibiydi, kendi karanlık denizini aydınlatıyordu. O kalabalıkların gürültüsünde sessiz bir ada, akan zamanın kıyısında kök salmış bir çınardı. Vatan sevgisi, gövdesinde asırlarca biriken halkalar gibiydi; her çatlak, bir kaygının, her geniş halka, derin bir bağlılığın işaretiydi. Doğa, onun için kutsal bir kitaptı; rüzgârın sayfalarını çevirişi, yağmurun mürekkebi, denizin sonsuz mavisi de cildiydi. Sokak hayvanları ise bu kitabın sessiz yoldaşları, sırdaşlarıydı..
Aşkı, on yedi yaşında, bir Temmuz günü karşısına çıkmıştı. Bir fincan buğusunun ardından beliren bir serap gibi. Onu görür görmez, kalbi, çorak toprağa düşen ilk nisan yağmuru gibi çatlamış, içine yeşil bir filiz düşmüştü. O an, zamanın çarkları durmuş, her nefes bir ömür kadar derinleşmişti. Ama O, ansızın kopan bir fırtınayla savrulup gitmişti hayatından. Bir daha da dönmemişti. Adam otuz yıldır aşkının geri dönmesini bekliyordu. Otuz yıl, adam için yapılmış bir kum saatiydi sanki. Onsuz geçen her gün, uçup giden bir kuş tüyü; her gece, ay ışığından mahrum bir karanlık gibiydi. Şehir şehir gezmiş, onu aramıştı. Her durak, bir umudun battığı kum; her yol, kalbinin sarp uçurumlarına çıkan bir patikaydı. Aşkla dokunamadığı günler, solmuş bir yağlıboya tablosu gibiydi; renkler kararmış, sadece hüznün grileri ve kaybın siyahları kalmıştı tuvalde.
Ve çocuk özlemi... Özellikle bir kız evlat. Ama adam için bu, sadece O’ndan doğmalıydı. "Kızım, onun nefesiyle hayat bulsun, yoksa isim sadece bir sesten ibaret kalır," diye geçirirdi içinden. Bir nergis, sadece onun bahçesinde açmalıydı; başka toprakta açan çiçek, kokusunu yitirirdi. Oğlu olsa adını "Rüzgar" koyardı; özgürlüğün kanat sesi, ufkun soluğu olsun diye. Kızı ise "Yağmur"; vuslatın sureti, hasretin damlası, temizliğin ve dönüşümün timsali olsun diye...
Şimdi kırk yedisinde, kumsalda yürürken ayak izleri dalgalara emanet. Her gelgit, O’nun gidişini fısıldıyor kulağına; her köpük, kayıp zamanın beyaz bir hayaleti. Rüzgâr eser, saçlarını karıştırır. O rüzgâr, içindeki fırtınanın dışarı taşan son nefesidir. Dalgaları izler, her dalga, içine gömdüğü sözcüklerin kıyıya vuruşu; anlatamadığı her şeyin çığlığıydı. O sırada bir kedi, bacaklarına dolandı. Adam eğilip, onunla konuştu: "Biliyor musun," dedi sesi rüzgârda savrulan yapraklar kadar hüzünlüydü, "insan bir aşk uğruna tüm denizleri tuzlu sanır. Sonra anlar ki tuz, gözyaşlarının mayasıdır." Kedi mırıldandı, o ses, sessizliğin en derin cevabıydı. Adam, ufka baktı. Güneş batarken, gökyüzü kan ve ateşle yıkanır. Bu manzara, onun iç ikliminin aynasıydı. Fırtınalarla durgun suların, kayıplarla küçük umutların iç içe geçtiği bir diyar. Otuz yıllık hasret, kalbinin duvarlarını sarmış sarmaşık gibi, bazen nefesini keser, bazen tutunduğu tek gerçek olurdu.
Ama o, kıyıdaki o sabit kayalık gibi, dalgaların hırçınlığına ve rüzgârın savurganlığına rağmen yerinde durur. Ülkesi için endişelenir, doğaya saygı duyar, sessiz dostlarıyla dertleşir. Bekleyişi, artık bir insanı beklemekten öte, kaybedilen bir rüyanın, bir anın özlemidir. Bir şairin, kelimelerin bile yetmediği yerde, rüzgârla, denizle, yağmurla kurduğu sonsuz söyleşi... Ve belki de, bekleyişin kendisi, onun gerçek aşkı olmuştu; tıpkı kıyının kumlarının denizi bekleyişi gibi – bitimsiz, hüzünlü, ama vazgeçilmez bir kavuşma hali...
Kırk sekizinci sonbahar, yaprakları hüznün turuncu ve kızıl tonlarına boyarken, Adam, o tanıdık kıyıya daha sık gitmeye başladı. Bedeni, ömrünün son demlerini yaşayan bir ağaç gibi yorgun, içindeki fırtına ise giderek derin, sessiz bir girdaba dönüşmüştü. Otuz yıllık hasret, kökleri kalbinin en karanlık mağaralarına dek inen bir sarmaşık gibi onu sarmış, hayallerini daha filizlenmeden gölgelemişti. Hayat, ona çiçek açmaya fırsat bulamadan solacak bir tomurcuk bahşetmişti sanki.
Bir sabah, ilk ışıklar denizin gözyaşlarını ışıldatırken, o kadim kafenin hemen yanındaki, ilk bakışların değiş tokuş edildiği yaşlı çınarın altına oturdu. Kökleri, zamanın ve anıların ağırlığıyla toprağa iyice gömülmüştü, tıpkı adamın yüreğine gömülü acı gibi. Elinde eski bir defter, kelimelerin bile taşıyamayacağı yükü sessizce düşünüyordu. Yanına, artık hep bir adım gerisinden gelen o tanıdık sokak kedisi geldi, usulca kıvrıldı. Bu kez mırıltısı, bir ninni kadar yumuşak, bir veda türküsü kadar hüzünlüydü. Adam, başını gövdesine dayadığı çınara yasladı. Gözlerini, O’nun ilk göründüğü ufuk çizgisine dikti. Soluk alışverişi, dalgakıranlara çarparak dağılan bir dalga gibiydi; giderek seyrekleşen, giderek zayıflayan... Rüzgâr, son bir kez adamın saçlarını okşadı, eski bir sevgilinin veda dokunuşu gibi. Bir martı, gökyüzüne çizilmiş keskin bir çığlık attı.
Ve o an geldi. Göz kapakları, yorgun bir gemi gibi son kez demir aldı. Dudaklarında, asla söylenememiş bir şiirin son dizesi gibi silik bir tebessüm belirdi. Ben gitmeden sen gelmeyeceksin diye son dizesini bıraktı sessizliğe Son nefesi, sonbahar rüzgârına karışan bir yaprak kadar hafif, çınarın gövdesine doğru savrulup gitti. İlk bakışın tanığı olan ağaç, şimdi son bakışın da sessiz şahidi olmuştu. Kedi, başını usulca adamın hareketsiz eline sürttü, soğuyan tenine bir ninni mırıldanır gibiydi. Adamın ölü bedenine uzun süre baktı, gözlerinden düşen yaşlar adamın soluk yüzünde kayboldu. Sonra, bir gölge misali sessizce uzaklaştı.
Tıpkı adam gibi o da meçhule gitti...
Vasiyeti basit ve derindi, tıpkı onun gibi:
Defterinin son sayfasında, mürekkebi biraz solmuş, titrek bir el yazısıyla şunlar yazılıydı:
"Bedenim taşımaz oldu bu aşkın yükünü,
Ruhumda fırtınalar, ömrümde kayıp günü.
Toprak bana dar gelir, taş bana soğuk,
Alın beni sonsuza, ey engin mavilik!
Götürün beni denize, o ilk bakışın olduğu yere,
Bırakın deniz sular beni, O’na kavuşma ümidiyle...
Tuzuyla, kokusuyla, dalgasıyla, rüzgârıyla,
Karışayım koynuna, sonsuz mavi diyara.
Yoksa toprakta çürür, hayalim gibi solan,
Deniz olsun mezarım, özgürce akan..."
Birkaç sadık dostu ve o mahallenin hayvanseverleri, vasiyeti yerine getirdi. Adam’ı, son kez dokunduğu o yaşlı çınarın gölgesinden aldılar. Hafif bir tekneyle, ilk bakışların geçtiği o kıyının biraz açığına götürdüler. Hava, gümüşi bir pusla örtülüydü, deniz kurşuni, ama garip bir dinginlikteydi. Bir şairi uğurluyormuşçasına sessizdiler.
Kefensiz, sadece sevdiği eski bir hırkaya sarılı bedenini, son bir saygı duruşunun ardından, usulca o sonsuz maviliğe bıraktılar. Ceset, bir an için suyun yüzeyinde kaldı, sanki son bir kez soluk alıyormuş gibi. Sonra, bir tohumun toprağa dönüşü gibi sakin, denizin koynuna battı. Dalgalar, yumuşak bir kucaklama hareketiyle onu içine çekti. Birkaç baloncuk yükseldi yüzeye , son bir nefes, son bir kelime, son bir veda gibi...
Adam, hayatta kavuşamadığı aşka, ölümde kavuşmuştu. Dalgalar onun mezar taşı, rüzgâr onun ağıtı, martı çığlıkları onun şiiri oldu. Bekleyiş sona ermiş, özlem nihayet denizin engin kollarında eriyip gitmişti. Ve belki de, o sonsuz mavilikte, ilk ve son kavuşma, nihayet gerçekleşmişti. Artık kayıp günler yoktu, sadece sonsuz bir mavi vardı...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (3)