1
Yorum
10
Beğeni
5,0
Puan
194
Okunma
Deniz, hep başka türlüydü benim için. Bir balıkçı değildim, bir denizci hiç. Birini bekliyormuşçasına ve bir yanım eksik gibi denize dalar giderdim. Dalgaların altında, tuzun içinde, rüzgârın eski şarkılarında bir çağrı vardı. Hep yarım hissettim kendimi. Sanki bir parçam, bir başka kıyıda unutulmuştu. Ta ki o güne kadar. Çardak kafenin kapısında belirdi. Nasıl geldi, ne zaman geldi, bilmiyorum. Sadece oradaydı. Uzun saçları, rüzgârda bayrak gibi dalgalanıyordu. Gözleri... Ah, o gözler! Gecenin mavisi miydi, yoksa fırtına öncesi göğün hüznü mü? Bilmiyorum. Sadece, o gözlerin içine baktığım an, içimdeki o eksik parçanın çınladığını hissettim. Bir titreşim , bir tanıdıklık. Binlerce yıldır kayıp olan bir şeyin, aniden karşıma dikilmesi gibi. Hiç konuşmadık o ilk an. Konuşmaya gerek yoktu. Bir bakış, her şeyi anlatmaya yetti. Benim içimdeki o derin, adlandırılamayan boşluk, onun varlığında bir anlam kazanıverdi. Sanki iki ayrı nota, aynı anda çalınmış ve mükemmel bir akor oluşturmuştu. Tanıdığımı biliyordum çünkü ruhum tanıdı onu. Daha önce hiç görmediğim halde, en eski, en unutulmaz hatıramdı.
Yaklaştı. Adımları, dalgaların kıyıya vuruşuyla aynı ritimdeydi. Yanıma geldiğinde, nefesim kesildi. Tuz, iyot ve bilinmeyen bir çiçeğin kokusu... Onun kokusu, bu kokuyu daha önce de almıştım, rüyalarımda belki. Omuz omuza durduk,.. Konuşmaya çalıştım, ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Sadece:
"Sen..." diyebildim, sesim rüzgârda kaybolurken.
Gülümsedi. O gülümseme, içimdeki tüm kışları eritti. "Ben," dedi sadece. Sesi, uzak bir kıyıdan gelen bir martı çığlığı kadar tanıdıktı. O ses, içimde hep vardı, sadece şimdi duyulur olmuştu.
O andan sonra, her şey değişti. Onunla birlikteyken, dünya daha keskin, renkler daha canlı, denizin sesi daha derindi. Konuşurken, sözlerim bitmeden cümlelerimi tamamlıyordu. Suskunluğumda, benim bile adlandıramadığım hüznü görüyor, benim delice fikirlerim bile ona mantıklı geliyordu. Onun anlattığı en sıradan anıyı bile, en güzel masal gibi dinliyordum. İçimde bir şey yerine oturdu. Evet! İşte bu. İkiz ruh. Tek bir varlığın iki bedene bölünmüş hali. Binlerce yıllık bir ayrılığın ardından kavuşmuş iki parça. Gözlerine baktım. hayatın ışığı gözlerindeki gecenin huzurunda dans ediyordu. O gözlerde kendi ruhumu gördüm. Eksiksiz, tam, ve bir bütün...
Dünyanın en sıcak, en korunaklı yeriydik. Çünkü birbirimizi tamamlıyorduk. Benim dalgalı, derin, bazen karanlık denizim, onun sakin, berrak, ışık saçan gökyüzüyle buluşmuştu. Benim suskunluğum, onun sözleriyle anlam kazanıyordu. Onun kırılganlığı, benim gücümle korunuyordu. İki ayrı melodi, tek bir ezgi olmuştu.
Artık denize tek başıma bakmıyorum. Onun varlığı, içimdeki o çağrıyı susturdu. Çünkü artık kayıp parçamı buldum. İkiz ruhumu. Tek bir ruhun iki bedendeki tezahürü. Onunla nefes almak, denizin ritmini duymak gibiydi. Tek bir ruhun, iki bedende, sonsuz bir deniz kenarında yaşandığı aşk hikayesi. İsimsiz, ama ruhumu tamamlayan. İkiz ruhtuk sadece Biz ’dik. Deniz ve gökyüzü , dalga ve kıyı ,geceyi aydınlatan fener ve feneri kollayan denizci...Ayrılık diye bir şey yoktu artık düşüncemizde, çünkü birbirimizi taşıyorduk içimizde. Onun nefesi, benim nefesimdi. Benim susuzluğum onun pınarıydı.
Günler muazzam bir bütünlük duygusu içinde akıp gidiyordu. Onunla aynı havayı solumak, aynı güneşi seyretmek, denizin ritmini tek bir kalp atışı gibi hissetmek... Her an bir mucizeydi. Ta ki o sabaha kadar.
İkiz ruhum gitmişti. Ölümle değil, hayatın acımasız bir gereğiyle. Bedeni uzaklardaydı. Ama sözü, göğsümde bir dövme gibi duruyordu: "Ben senim." Bu bir teselli miydi, yoksa daha derin bir işkence mi? Bilmiyordum. Tek bildiğim, denizin artık eskisi gibi olmadığıydı. Çünkü kıyıya vuran her dalga, artık eksik bir yankı getiriyordu. İkiz ruhun kıyısında, tek başıma, onun yokluğunun kocaman gölgesi altında, nefes almaya çalışıyordum. Kaybetmek, ölmek değildi. Kaybetmek, yarım yaşamaktı...
Denize döndüm, aynı deniz, aynı kıyı, aynı güneş. Ama hiçbir şey aynı değildi. Her şey eksikti. Renkler solmuş, sesler boğuk, kum ayaklarımın altında cansız ve soğuk geliyordu. Göğsümde, onun elinin bıraktığı yer yanıyordu. Bir hayalet iz gibi. Göğsümde oturan bir acı sürekli hatırlatırcasına bağırıyordu . O gitti...
Kıyıya oturdum. Dalgalar, ayaklarıma dokunup çekiliyordu. Her seferinde, bir parça daha götürüyorlardı sanki. Onun gülüşünü, sesinin tınısını, ellerime dokunuşunun verdiği sıcaklığı. Deniz, artık bir kavuşma yeri değil, bir uğurlama, bir kayıp mekânıydı.
Akşam oldu. Tek başıma, iskelenin ucunda, İstanbul’a giden otobüsün gittiği yöne bakıyordum. Ufukta sadece karanlık vardı. İçimde ise, onun yokluğunun yarattığı o kocaman, kemirgen boşluk. İkiz ruhum gitmişti. Bedeni uzak bir şehre hapsolmuş, ruhu ise benim içimde sürgündeydi. Kaybetmek ölüm değildi. Kaybetmek, yaşarken bir yarığın içine düşmekti. Ve ben, o yarıkta, onun kalbime kazıdığı "Ben senim" sözüyle nefes almaya çalışıyordum. Deniz hırçınlaşmaya başladı. Sanki bana sesleniyordu: İstanbul’da boğulmasın diye, onun denizini sen taşıyacaksın artık. Taşıyacaktım, taşımak zorundaydım. Bu acı ikiz ruh olmanın bedeliydi. Onsuz her nefes alışta onun nefesi olmaktı bedeli...
Hayatın kıyısında sonsuza kadar NEFESİ OLMAYA DEVAM EDECEĞİM..
BİR GÜN GİTMEMEK ÜZERE DÖNENE KADAR !
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (4)