1
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
166
Okunma

Doğanın kalbinde, gür ağaçların gölgelediği eski bir ormanda yaşardı onlar: dişiler. Ama sadece hayvan değillerdi; ormanın sesi, kalbi, sabrı ve şefkatiydi onlar. Her biri kendi türünün sessiz mimarıydı. Görünmez kahramanlar gibiydiler. Biraz uzaktan bakınca fark edilmezlerdi belki, ama hayatın akışı onların sırtında yürürdü.
Ormanda kimse bunu yüksek sesle söylemezdi. Aslan avdan döndüğünde tüm övgüyü o alırdı. Ama avı önce takip eden, koklayan, sabırla yaklaşan çoğu zaman dişiydi. Kartal yüksekten uçar, görkemliydi ama yuvayı dişi kurardı. Tilkinin kurnazlığı konuşulurdu, ama yavrusunu aç bırakmamak için geceleri geri dönen yine dişiydi.
Hayvanlar âleminde dişinin yeri çok farklıydı. Güçlüydü ama bu gücü yumrukta değil, duruşta saklıydı. Dayanıklıydı ama sessizdi. Her sabah ormanda yeni bir gün doğduğunda, ilk uyanan oydu. Yavrularını beslemek için, sürüsünü yönlendirmek için, bazen tek başına avlanmak, bazen gölgede dinlenmek için değil; yaşatmak için uyanırdı.
Ve ne tuhaftır, en çok yorulanlar onlar olmasına rağmen, en az konuşanlar da onlardı. Ormanın genç hayvanları bunu fark etmezdi. Dişilerin gözlerindeki yorgunluk okunmazdı çünkü alışmışlardı güçlü durmaya. Ama yaşlı baykuş anlardı. Dallar arasında sessizce oturur, onların gözlerinin içine bakar ve şöyle derdi:
“Bu ormanın asıl yükünü onlar taşıyor. Sürünün peşinden giden erkek değil, onu sabırla ayakta tutan dişidir. Yavruların güvenle yürüdüğü patika, aslında bir annenin geceleri uyumadan açtığı yoldur.”
Bunu duyan genç çakal bir gün sormuştu:
“Baykuş Efendi, peki onlar ne ister? Dişiler ne bekler bizden?”
Baykuş cevaplamadan önce bir süre susmuştu. Sonra gözlerini uzaklara dikip şöyle demişti:
“Onlar görünmek istemezler evlat, sadece hissedilmek isterler. Söz değil, hal beklerler. Onlara yüksekten değil, derinden bakmak gerekir. Saygı görmek isterler; çünkü onlar bu ormanın omurgasıdır. Senin göremediğin her detayı onlar düşünür, senin bilmediğin her karanlığı onlar aydınlatır.”
Kurt sürüsünde de işler böyleydi. Lider erkek görünse de, sürünün huzuru dişiyle dengelenirdi. Dişi çekilirse kavga başlardı. Tavus kuşu rengârenk tüyleriyle övünürdü ama yumurtaya sabırla kanat geren yine dişiydi. Herkes gösterişli olanı alkışlardı ama asıl alkışı hak eden sessizdi.
Çünkü dişi demek, sadece doğurmak değil; yaşatmak demekti. Korumak, büyütmek, sabretmek, hissetmek, şefkatle yönetmek… Ve bütün bunları yaparken “ben yaptım” dememekti.
O yüzden değerini bilmeyen biri, onu sadece bir gölge gibi görür.
Ama gerçekten hisseden biri, onun ormanın özü olduğunu anlar.
Doğa bunu çoktan anlamıştı. Sorun onu unutan, unuttuğu için de yanlış davranan insanoğlundaydı belki de.
Ve en sonunda, yaşlı baykuş bu dengeyi şöyle özetlemişti:
“Bir dişiye nasıl davranacağını bilemeyen, aslında kendine nasıl davranılmasını istediğini de bilmiyordur. Ona yük yükleme. Ona emir verme. Onu yüceltme derdine de düşme. Sadece yanında dur. Hisset. Anla. Saygı duy. Gerisi zaten gelir.”
Dişi dediğin, bu ormanın kalbidir evlat.
Dahası var mı? Elbette çok.
Ama inan, saymakla bitmez…
Anlamak ve hissetmek yeter.