1
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
190
Okunma
Büyümek…
Bazen bir annenin susarak ağlamasıdır.
Bazen toprağa düşen ilk çocuğun ardından
yetişkinliğe zorla itilmektir.
Mezopotamya’da büyümek,
yalnızca yaş almak değildir.
Tarihin, toprağın, suyun ve gözyaşının üzerine çökmüş
kadim bir yükü omuzlamaktır.
Daha adını doğru dürüst söyleyemeden,
bir yerini özlemeye başlamaktır insan.
Göç…
İlk adımı daha atılmadan ruhuna işlenir burada.
Bebekken kulağına ezanla birlikte acı da okunur.
Henüz konuşamazken,
susmayı öğrenirsin.
Sütle değil, dertle büyürsün.
Çünkü bu topraklarda çocukluk kısa,
özlem uzun sürer.
İlk göç, eşyalarla değil kalple başlar.
Bir dedenin eski hikâyesi, bir harabenin gölgesinde anlatılırken,
birden bir bakarsın:
Sen artık orada yoksun.
O hikâyenin içinde kalamazsın.
Çünkü dünya seni çağırmaz; iter.
Gidemezsin ama duramazsın da.
Ve işte o zaman anlarsın:
Büyümek bir yere varmak değilmiş.
Bir yerden sonsuza dek ayrılmakmış.
Dönsen bile hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış.
Sen gitmeden bile
senin olan her şey senden çoktan göçmüş.
Göçmek, burada sadece bedenin değil;
dilin, inancın, şakan, duan, ninnin…
hepsinin ayrı ayrı yollara düşmesiymiş.
Ve büyümek,
kendini Mezopotamya’nın yıldızsız bir gecesinde
kimsesizce fark etmektir.
Ama yine de…
Bir şarkı tutunur içinden:
Bir ana sesi gibi,
“Gitme… ama gitmek zorundasın.”
Çünkü büyümek,
bu topraklarda kader değil,
kırılmadan devam edebilmektir.
"Em herin, lê zarokên me dê bi dengê vê axê mezink bibin."
"Biz gidiyoruz… ama çocuklarımız bu toprağın sesiyle büyüyecek."
5.0
100% (1)