1
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
701
Okunma

Sabahın ilk ışıkları, kenar mahallenin paslı teneke çatılarından yansıyıp, toz içinde uyanan sokaklara ürkekçe süzülüyordu. Hava henüz serin, ama yorgundu. Herkes gibiydi: Sessiz, solgun, suskun.
İşte oradaydı: Yeditepe’nin arka yüzünde, kimsenin görmek istemediği bir caddenin köşesinde, tahta bir taburenin üstünde oturan yaşlı adam. Adını kimse bilmezdi. Ona sadece “Rasim Dede” derlerdi. Yüzü buruş buruştu, ama buruşukluk yaşlılıktan değil, yıllardır üstünden geçilmiş hayatın kırışıklığıydı.
Dükkan dediği şey, üç tarafı naylon örtüyle çevrilmiş, önünde çarpık bir tente sallanan seyyar bir ayakkabı tezgâhıydı. Çekiç, zımpara, tutkal… Hepsi oradaydı. Raflarda yer yoktu çünkü umutlar raf istemezdi. Yerde biriken talaşın arasına karışan düş kırıklıkları, gündelik ekmek parasına kesilmiş küçük konuşmalarla yoğrulurdu.
Çocuklar okula giderken onu geçerdi. Bazısı selam verir, bazısı sadece geçip giderdi. Rasim Dede’nin gözü onlarda değil, ayaklarındaydı. Her biri, başka bir hikâye yürütüyordu. Delik ayakkabılar, yamalı bez çantalar, eğik boyunlar… Fakirliğin sesi hep ayak ucundan yükselirdi.
Bir gün, belediye zabıtası geldi.
"Bu kaldırım senin babanın tapulu malı mı Rasim Efendi?"
Adam başını kaldırmadan cevap verdi:
“Benim babamın mezarı bile tapusuz.”
Zabıta kahkaha attı, sonra ciddileşti. “Toplan burayı. Düzensiz görüntü oluşuyor.”
Oysa düzen denen şey, onların göremeyeceği yerlerde bozulmuştu. Rasim Dede, o taburenin üzerinde oturarak değil, yıllar önce fabrikası kapandığında çökmüştü. Emeği çalınmış, tazminatı verilmemişti. Kıdemi, kıyıya vuran bir balık gibi nefessiz kalmıştı. Önce umutları sonra evladı sonra eşi… Her biri tek tek çekilmişti hayatın üzerinden. Geriye bir tabure, bir çekiç ve konuşmayı çoktan unutmuş bir kalp kalmıştı.
Ama o gün, Rasim Dede gitmedi.
Taburesini kaldırımdan alıp, dükkânının arkasındaki duvara dayadı. Ceketini çıkardı, astı. Sonra yavaşça oturdu yere. Yüzünü güneşe döndü.
“Gölge etmeyin yeter,” dedi. “Zaten güneş bize hep yan durur.”
Ertesi sabah onu orada bulamadılar. Tabure hâlâ yerindeydi. Üzerinde bir çift ayakkabı. Dikkatli bakan biri, sol tekin içine sıkıştırılmış küçük bir kâğıt parçasını fark ederdi.
Kâğıtta şöyle yazıyordu:
“Ben gittim. Ama buradayım. Her kaldırım taşında, her eski ayakkabının ucunda, her çekiç sesinde.
Bu dünya, bazılarımız için sadece bir taburelikti.”
5.0
100% (1)