1
Yorum
2
Beğeni
5,0
Puan
416
Okunma

Tepelerin ardında, zamanın unuttuğu bir köy vardı. Bu köyün en uzak ucunda, yosun kaplı taş duvarlarla çevrili küçük, eğri büğrü bir kulübe dururdu. Kulübenin pencereleri sarmaşıklarla örtülmüş, çatısından sarkan asmalar rüzgârda inler gibi sallanırdı. Kulübenin etrafını saran bahçeyse, adeta başka bir dünyanın kapısıydı. Toprak, her adımda insanın ayağına yumuşacık dokunur; kuş cıvıltıları sessizliğe melodi katardı.
Bu bahçenin sahibi Sadık adında yaşlı bir bahçıvandı. Omuzları çökmüş, yüzü derin çizgilerle örülmüş, saçları ak pak olmuştu. Ellerinde yılların emeği vardı. Parmaklarının ucu, toprağın kokusunu, çiçeğin nabzını tanırdı. Geceleri yıldızları seyrederek uyur, sabahları kuş sesleriyle uyanırdı. Her yeni gün, yeni bir çiçeğe nefes vermekti onun için. Ama bu bahçede yetişen çiçekler arasında, bir tanesi diğerlerinden farklıydı.
Bahçenin tam ortasında, yerden yükseltilmiş taş bir kaide üzerinde duran cam fanusun içinde tek bir gül… Bu gül, ne tam siyah ne de mordu. Yaprakları geceyle gündüz arasında bir tonda parıldar, güneş ışığına değdiğinde lacivert damarlar belirirdi üstünde. Bu gül, hiçbir zaman solmazdı. Yaprakları dökülmez, kokusu eksilmezdi. Onu diğerlerinden ayıran sadece görünüşü değil, taşıdığı hikâyeydi.
Bir sonbahar günü, köyden bir çocuk geldi Sadık’ın bahçesine. Merakı gözlerinden okunuyordu. Minik elleriyle fanusun camına dokundu.
— "Amca," dedi usulca, "bu gül neden camın içinde? Kırılmasın diye mi saklıyorsun?"
Sadık bir süre sustu. Gözlerini kısarak uzaklara, sanki geçmişe baktı. Sonra titrek bir sesle konuştu:
— "Kırılmasın diye değil evlat… Kaybolmasın diye."
Çocuk anlamadı. Ama Sadık anlatmaya karar verdi.
— "Gençliğimde bu bahçeyi ben yalnız değildim. Yanımda Lale vardı… karım. Gözleri badem çiçeği gibi, sesi rüzgârla yarışırdı. Toprak onun ellerinde uyanır, çiçekler onunla neşelenirdi. Bahçemizin her bir köşesine birlikte emek verdik. Ama… bir kış geldi ki, onu benden aldı. Kar bir gece ansızın bastı, sabah olduğunda Lale artık yoktu."
Sadık derin bir nefes aldı. Gözlerinden yaş değil ama özlem aktı.
— "Onu toprağa verdim, bahçemizin tam ortasına. İlkbaharın ilk sabahı… oradan bir filiz yükseldi. Ne dikmiştik ne ektiğimizdi. Kendiliğinden çıkmıştı. Rengi tanıdık değildi ama kokusu… işte o, onun kokusuydu. Lale’nin gülüşü gibi."
Çocuk gözlerini kocaman açtı. Dikkatle gülü süzdü.
— "O zamandan beri solmadı mı?"
Sadık başını iki yana salladı.
— "Hayır. Ne rüzgâr yıprattı, ne güneş soldurdu. Ne zaman hüzünlensem, kokusu ağırlaşır. Sevindiğimde yaprakları oynar, sanki dans eder. Lale bu bahçede yaşamaya devam ediyor."
O günden sonra çocuk ara sıra gelir oldu Sadık’a. Bahçeye yardım eder, çiçeklerin hikâyelerini dinlerdi. Yıllar böyle geçip gitti. Çocuk büyüdü, başka diyarlara gitti. Sadık yaşlandı, daha da sessizleşti. Ellerinin gücü azaldı ama fanusun camını her sabah silmeyi hiç bırakmadı.
Bir gün, köy halkı kulübeden duman çıkmadığını fark etti. Endişeyle bahçeye vardıklarında, Sadık’ı taş bankta oturur vaziyette buldular. Gözleri kapalı, yüzünde huzurlu bir tebessüm vardı. Ellerinin arasında ise küçük bir mektup duruyordu.
> “Sevgili Lale,
Beklettim seni çok… ama gülü yalnız bırakmamak için.
Artık zamanı geldi. Gül de seninle birlikte uyusun.
Sadık.”
O gece, ilk kez siyah gülün yaprakları tek tek dökülmeye başladı. Kokusu bahçeye yayıldı, ama rüzgârla uzaklara değil, toprağın derinlerine doğru çekildi.
Bahar geldiğinde, bahçede tuhaf bir şey oldu. Sadık’ın oturduğu bankın hemen ardında, yan yana iki yeni gül açmıştı. Biri mor-siyah, diğeri solgun kırmızı-pembe. İkisi birbirine sarılmış gibiydi. Kökleri, sanki yerin altında çoktan kavuşmuştu da şimdi birlikte çiçek açıyorlardı.
Köy halkı o günden sonra bu yeri başka bir adla andı:
“Solmayan Aşk Bahçesi.”
5.0
100% (2)