0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
206
Okunma
Yusuf’un dükkânı, zamanın kemirgen dişleri gibiydi. Duvarlarda asılı onlarca saat ,kimi gonk vuran, kimi kuş öten, çoğu suskun ,sessiz bir orkestranın parçalarıydı. Kendisi de bir zamanın tanığıydı artık: "Saatçi Yusuf". Ama içinde, onunla sürekli konuşan, ona işkence eden bir varlık vardı: İsmini "Dişli "koymuştu. Bu iç ses kaybettiği aşkın, Elif’in, yokluğunun bıraktığı uçurumda yankılanan sesiydi. Elif’in neden gittiği bir sırdı. Kimi "o kış" derdi, kimi "kalpsizdi" diye fısıldardı, kimse emin değildi. Yusuf’a kalan, Dişlinin zehirli fısıltılarıydı. "O an... şu an... keşke..." diye başlardı hep.
Yusuf, pirinç çerçeveli bir cep saatini tamir etmeye çalışıyordu. Saatin zembereği kırıktı. Tıpkı Yusuf’un kalbi gibi.
Dişli, alışılmış işkencesine başlamıştı ;
Dişli: Tık... tık... tık... Duydun mu o sesi? Elif’in giderken attığı adımların sesi gibi. Sen neredeydin o an Yusuf ? Bu kırık zemberekle mi uğraşıyordun ? Yoksa, başka bir saatin kusursuz parçalarına mı hayrandın ?
Yusuf’un nefesi kesildi. Saati tamir ettiği aleti elinden kaydı, tamir etmekte olduğu saatin hassas bir parçası çizildi.
“Kapa çeneni!” diye hırladı, sesi boğuk ve çaresizdi.
Yusuf (İçinde, Kanayan Bir Yara Gibi): Sen onun yokluğunun sesisin! Onun kendisi değil! Onu benden çalan şeyin ta kendisisin! Zamanın ta kendisi!
Dişli (Buz Kesmiş Bir Kinle): Ben zaman değilim, Yusuf. Ben senin pişmanlığının çığlığıyım. Zaman sadece bir nehir yatağı. Sen ise kendini, "O an nehirde olmalıydım, gitmesine asla izin vermemeliydim!" Diye parçalıyorsun.
Yusuf, çizilmiş saat parçasına baktı. Elif’in son bakışı gözlerinin önüne geldi. Öyle derin, öyle anlamlıydı ki... O bakıştaki çaresizlik içini parçalıyordu .
Aradan aylar geçti .Bir kasım sabahı, dükkânın zili çaldı. Kapıda, yüzü soluk, gözleri derin kuyular gibi kara, siyah mantolu bir bayan duruyordu. Ellerinde, eski ahşaptan, üzerinde hiçbir yazı bulunmayan, içi simsiyah, neredeyse ışık yutan , içi siyah kum dolu bir kum saati vardı. Kumun akışını gösteren dar boğazın altında, tuhaf bir şekilde, minik bir müzik kutusu ve kurma yeri görünüyordu.
Kadın (Sesi, uzak bir rüzgar gibi): Bunu... tamir edebilir misiniz? Kum akıyor ama sesi yok.
Yusuf : Sesi mi? Kum saatleri ses çıkarmaz ki?
Bayan: (Dudaklarında acı bir tebessüm): Bu kum saati ses çıkarırdı ama sonra sustu. Sustuğunda her şey daha karanlık oldu.
Bayan, saati Yusuf’un eline bıraktı, Geriye dönüp bakmadan, sisin içinde kayboldu. Yusuf merak ve bir tür korkuyla saati masaya koydu.
Dişli uyarıyordu:
Dişli: Uzak dur bundan! Bu bir tuzak! O kadın...Ölüm kokuyordu! Bu kum toprak değil! Bu kum yanmış şeylerin külleri gibi!
Ama Yusuf dayanamadı. Kurma kolunu çevirdi. Siyah kum ağır ağır akmaya başladı. Ve o anda, dükkânın sessizliği, tüyler ürpertici güzellikte, dünyaya ait olmayan bir melodiyle doldu. Ne piyano, ne keman... Zamanın kendisinin çatlama sesi, yıldızların doğuşunun nağmesi, kayıp bir ruhun iç çekişi gibi. Dişli, ilk kez korkuyla bağırdı:
Dişli: KAPAT ONU! BU SENİ DELİRTECEK! ZAMAN MÜZİK DEĞİLDİR! IZDIRAPTIR! BU KUM... BU KUM ÖLÜMÜN TA KENDİSİ!
Ama Yusuf meladiyi dinledi. Melodi aktıkça, Elif’in yüzü zihninde belirdi. Ama bu sefer acıyla değil, saf bir hüzünle, bir tür kutsal hatırayla. O lanetli "keşke"ler, Dişli’nin çığlıkları, melodiye yenik düşüyor, uzaklaşıyordu. Yusuf’un göğsündeki o ağır taş eriyor gibiydi. Parmaklarını camın soğuk yüzeyine dokundurdu. Siyah kum taneleri, dokunuşuyla hafifçe titreşti, melodi derinleşti. Bu melodi. o ışığın, sevginin zamansız şarkısıdır.
Dinle...Kulak ver !
Ağıt yakma, şükran duy ! Onun Varlığına şükran duy...Diye fısıldıyordu melodisi...
Yusuf, kum saatini dükkânına, eski bir duvar saatinin yanına yerleştirdi. Artık her gün onu kuruyor, siyah kumun akışını ve o büyülü melodiyi dinliyordu. Dişli giderek zayıflıyor, sesi cılız bir mırıltıya dönüşüyordu. Melodi her çaldığında Yusuf Elif’le geçirdiği kaybolmamış bir anıyı hatırlıyordu: Sabah güneşinde kahvesini yudumlayışı, yağmurda ıslanırken attığı kahkahası, sessiz bir akşam elini tutuşu... Nasıl gittiği değil, aşklarını nasıl yaşadıkları öne çıkıyordu.
Bir gece, kum neredeyse bitmek üzereyken, Dişli son bir hamle yaptı. Çığlığı, melodiye meydan okur gibiydi:
Dişli (Çıldırmışçasına): BAK! BİTİYOR! TIPKI ELİF’İN AŞKI GİBİ! TIPKI SENİN KALBİNDEKİ SICAKLIK GİBİ! BU SON NOTA... BU SON KUM TANESİ... SONRASI SESSİZLİK! BOŞLUK! BEN OLMADAN, BU BOŞLUK SENİ YUTACAK! SEN... SEN HİÇBİR ŞEYSİN!
Yusuf, saati bu kez kurmadı. Ayakta, dimdik durdu. Son kum tanelerinin incecik akışını, melodinin son, uzun, titreşen notasını izledi. Son kum tanesi düştü. Son nota eridi. Mutlak bir sessizlik dükkânı kapladı. Dişlinin sesi kesilmişti. Ama bu sessizlik, önceki o boğucu, acı dolu sessizlik değildi. Dingin, teslimiyetçi, hatta. kutsal bir sessizlikti.
Yusuf, kum saatini dikkatle aldı. Alt bölmenin arkasında, küçük bir panel vardı. İnce bir tornavidayla açtı. İçinde, siyah kumun altında, pirinçten, incecik oyulmuş bir silindir ve onu çeviren minik, mükemmel dişliler yatıyordu. Müzik saatin kalbiydi sanki. Silindirin üzerinde, mikroskobik harflerle kazınmış bir yazı vardı:
Sadece altta, kadim bir dille kazınmış tek bir kelime: "Kairos" (Uygun Zaman, Fırsat Anı).. Ve onun etrafında, zamana meydan okuyan notalar.
Zaman sadece kayıp değil ,var oluşun dokusudur. Her düşen kum tanesi, bir olma fırsatıdır. Dişli, seni bu fırsatı kaybetmen için oyalıyor. Kairos işte budur: Düşen kum tanesini görmek. Onun geçip gitmesine ağıt yakmak değil, onun içinde olmak, o anı yakalamak ve yaşamak...
Yusuf, pirinç silindiri avuçlarına aldı. Soğuktu. ama avuçlarında, Elif’in elinin sıcaklığını, o eski, kayıp anın titreşimini hissetti. Gözlerinden, acı değil iç sesinden kurtulmanın, minnetin, saf bir hüznün yaşları süzüldü. Dişli gitmişti. Yerini, Elif’in varlığının saf hatırası almıştı. Artık bir "keşke" değildi. Bir "İyi ki vardı" idi.
Ertesi sabah, dükkân açılmadı. Camda bir not asılıydı: "Kapalı". Tezgâhın üzerinde, içinde siyah kum ve o pirinç silindir olan küçük bir sedef kakmalı kutu duruyordu. Yanında, kırık bir saat zembereğine sarılı bir kağıt parçası:
"Zaman akmaz, titrer.
Ölüm bitirmez, saklar.
En derin melodi,
Sessizliğin kucağında doğar.
Dinle...
Sessizliğin içindeki şarkıyı’’
“Zaman Seni Yemiyor.
Sen Zamanı Yiyorsun ’’ Yazıyordu.
Yusuf ortadan kaybolmuştu. Söylentiler birbirini kovaladı: Kimi onu, Elif’in yanı başında, el ele göz göze gördüğünü iddia etti. Kimi, sisli bir sabah, deniz kıyısında, siyah kumu dalgalara savururken gördüğünü söyledi. Kum saatiyle gelen bayanı ise kimse bir daha görmedi. Bazıları o bayanın Elif olduğunu iddia etti.
Ama bir şey kesindi: Sedef kakmalı kutu ortadan kaybolmamıştı. Onu bulanlar, kutuyu açtıklarında, siyah kumun dokunuşlarına göre renk değiştirdiğini ve içlerinde, çoktandır unutulmuş bir sevginin, kayıp bir anının, saf bir neşenin sessiz müziğinin yükseldiğini söylediler. Kum asla bitmedi. Sadece, ona dokunan her kalpte, kendi kayıp melodisini çağrıştırdı. Yusuf’un dükkânı ise, kapalı kaldı. Ama oradan ,geçenler, içerden tıkır tıkır işleyen bir saatin sesi ve derin, huzur dolu bir sessizliğin yükseldiğini duyduklarını iddia ettiler.
Kim bilir belki kavuşmuşlardır...
Sanki zaman, o dükkanda kendi karanlık nağmesini bulmuştu.
Belki de zaman kumda kaybolurken , kaybolan hatıraları geri vermişti.
Belki de yolunu kaybetmişlere bir izdi.
Kim bilir ?
Çağdaş DURMAZ