0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
227
Okunma
Duvarlar nefes alıyordu. Soluk, çatlak sıvaların arasından sızan karanlık, odanın içinde ağır bir buhar gibi dolanıyordu. Pencerenin dışında, şehir bir hayalet gemisiydi sanki sessizliğe gömülmüş; tek tük geçen arabaların farları, perdenin aralığından içeri sızan solgun bıçaklar gibiydi. An geliyor, duvardaki saat tik-taklarını duyuyordu, sonra bir an geliyordu ki o ses de kayboluyor, yerini boğucu, kulak zarını delen bir sükûnet alıyordu. Gece, işte böyle bir şeydi onun için: Zamanın içine çekilip sıkıştığı bir labirent.
Şair, masada, kırık bir heykel gibi oturuyordu. Önünde, sayfaları karalanmış, yırtılmış, buruşturulmuş bir defter açıktı. Kurşun kalem, sağ elinin parmakları arasında cansızca sarkıyordu. Sol eli, boş çay bardağının soğuk porselenine yapışmış gibiydi. Çayın dibindeki tortular, kaybolan tadın acı hatırasıydı sanki. Her nesne, her sessizlik, kaybedilmiş bir sevginin yankısını taşıyordu.
Aklında tek bir cümle vardı, bir kısır döngü gibi dönüp duruyordu: "Neden?" Bu basit soru, içinde bir volkan patlaması kadar şiddetliydi. Gülüşler, fısıldaşmalar, sözler, dokunuşlar... Hepsi bu ’neden ’in karşısında eriyip gidiyor, geriye sadece keskin bir kül kokusu ve dayanılmaz bir boşluk kalıyordu. Yarası, işte bu boşluğun ta kendisiydi; görünmez ama her hareketini zincirleyen, her nefesini kesen bir boşluk. Göğsünün ortasında, kaburgalarının arasında, elle tutulur, gözle görülür bir yırtık vardı sanki. Soğuk bir rüzgar esiyordu içinden geçerek.
Pencereye doğru sürükledi ayağını. Cam buğulanmıştı. Parmağıyla bir çizgi çekti. Dışarıda, uzak bir sokak lambasının solgun ışığı, yağmurun izlerini titrek gümüş damlacıklara dönüştürüyordu. Bir damla, camın üzerinde aşağı doğru süzüldü, diğerini buldu, birleştiler, büyüdüler, sonra kayboldular. Tıpkı onların aşkı gibi diye düşündü. Birleşmişlerdi, büyümüşlerdi ve sonra... Kaybolmuşlardı. Bu basit fizik kuralı bile kalbine bir hançer gibi saplanıyordu.
Masanın üzerindeki kitaplar, bir zamanlar sığınağı olan kelimeler, şimdi yabancı ve anlamsız simgeler yığını gibi duruyordu. Dante’nin Cehennemi’ni açtı. Sayfalar arasında kırmızı işleme bir mendil vardı. Onun mendiliydi. Bir bahar günü, gülüşler eşliğinde, bir kitabın arasına sıkıştırdığı ondan kalan son hatıra. Gözleri buğulandı, ama gözyaşları gelmedi. İçindeki acı öyle derin, öyle katılaşmıştı ki, gözyaşları bile onu delip geçemiyordu. Donmuş bir göle dönmüştü içi.
Sırtüstü yatağa uzandı. Tavan, karanlıkta genişleyip daralıyor gibiydi. Kulaklarında, artık var olmayan bir sesin yankısı çınlıyordu. Ah o kahkahası.,o kahkaha ki bir zamanlar güneş gibi ısıtırdı onu. Şimdi ise her çınlama, içindeki yarayı kanatıyor, taze bir acıyla dolduruyordu. Hatıralar işkenceye dönüşmüştü. En güzel anlar, en keskin bıçaklar olmuştu. Saate baktı. Gece yarısını geçeli belki bir saat, belki yüzyıl olmuştu. Sabahın ilk ışıkları neredeydi? Gökyüzü neden bu kadar inatçıydı? Sanki dünya dönmeyi unutmuş, zaman bu odada, acının içinde hapsolmuştu.
Bir şiir mırıldandı dudakları arasından, yarım kalmış, boğuk bir dize döküldü. Sonra sustu. Kelimeler yetmiyordu. Hiçbir kelime, içini kemiren, kemiklerine işleyen sızıyı anlatamazdı. Acı, dile dökülmekten kaçan bir canavardı. Sadece sessizlik taşıyabiliyordu onun ağırlığını. Bu sessizlikte, yalnızlığı katmerleniyordu. Evrenin bütün yalnızlığı bu küçük odaya, onun göğsüne sığmış gibiydi.
Uzanırken, bedeni ağır bir kurşun gibiydi. Göz kapakları yanıyordu ama uyku, bu işkence haneden kaçıştı, Zihni, geçmişin görüntüleriyle, pişmanlıkların keskin oklarıyla doluydu. Uyanık bir kabustu yaşadığı. Sabah ise uzak bir efsane...
Sonra fark etmeden, gözleri kapandı. Belki sadece bir an için. Ya da belki sonsuzluk kadar uzundu. Uyanırken, pencerenin alt pervazında, incecik, soluk bir çizgi gördü. Şafak söküyordu. İnce, narin, neredeyse utangaç bir aydınlık, karanlığın koyu örtüsünü yırtmaya çalışıyordu.
Ama şair için bu ışık, bir kurtuluş değil, yalnızca gecenin bitmediğinin kanıtıydı. Çünkü içindeki karanlık, o soluk ışığa aldırmadan, kaburgalarının ardında, sabahı olmayan kendi sonsuz gecesini yaşamaya devam ediyordu. Dışarıda gün doğarken, onun yüreğindeki gece, daha yeni başlıyordu.
Saat birden çalışmaya başladı. Tik-takları bu kez odanın duvarlarına çarpan tokmaklar gibi gümbürdüyordu. Her tik-tak, kalbine bir çekiç darbesi indiriyor, içindeki o donmuş gölün buzlarını paramparça ediyordu. Zaman, acımasız bir cellat gibi geri dönmüştü. Penceredeki o soluk şafak çizgisi, alay edercesine biraz daha genişlemiş, grileşmişti. Ama bu ışık, soğuktu. Bir mezarlığın sabahı gibi. İçini ısıtmıyor, sadece yaralarını daha keskin gösteriyordu.
Yatağın kenarına oturdu. Ayakları soğuk zemine değdi. Her adımı, kurşun ayakkabılarla yürümek gibiydi. Masaya doğru sürüklendi. Önündeki buruşuk kağıt, hala o tek kelimeye ihanet ediyordu: Neden? Kurşun kalemi eline aldı. Ucu kırıktı. Törpülemek için bıçağa uzandı. Bıçak, onu getiren el kadar soğuktu. Basit bir eylemdi bu aslında kalemini açmak. Ama o an, dünyanın en anlamsız, en boş işi gibi geldi. Ne yazacaktı ki ? Hangi kelime bu iç yangınını söndürebilirdi ? Bıçağın metal yüzeyinde, kendi solgun yansımasını gördü. Gözleri, derinlerde yanan bir ateşin küllerini taşıyordu. Tanıyamadı kendini.
Kalemin ucunu bıçakla kazıdı. Siyah tozlar, kağıdın üzerine döküldü. Küçük, kirli bir yığın oluşturdular. Tıpkı ruhunun enkazı gibi. Bir an, o tozları parmağıyla yoklamak istedi. Dokundu , siyah, kurşun kalem tozları parmak uçlarına bulaştı. Sonra, elini masaya sürdü. Bir iz bıraktı masa örtüsüne ,karanlık, bulanık, belirsiz bir leke. Hayatı buydu işte. Temiz çizgiler değil , silinmiş, bulaşmış, anlamını yitirmiş lekeler...
Göğsündeki o boşluk aniden genişledi. Kaburgaları kırılıyormuş gibi bir acı saplandı içine. Sanki içinde sıkışan o karanlık patlama noktasına gelmiş, kemiklerin sınırlarını zorluyordu. Soluğu kesildi. Pencereye doğru sendeledi. Camdaki buğuya dayadı alnını. Camın soğukluğu, ateşini bir an bastırdı. Dışarıda, şehrin gri siluetleri belirginleşiyordu. İnsanlar uyanacak, gün başlayacaktı. Gülüşler, koşuşturmalar, yaşamın o sıradan, o acımasız telaşı... Hepsi, onun yalnızlığına dev bir ayna tutuyordu.
Arkasına döndü. Oda, gece boyunca biriktirdiği acıyla doluydu. Boş çay bardağı, buruşuk kağıtlar, Dante’nin Cehennemi kitabı ve kırmızı mendil... Hepsi sessiz tanıklardı. Hepsi ona bakıyordu. Sessizliğin sesi, artık çığlığa dönüşmüştü. Kulakları uğulduyordu. İçinde bir şey koptu. Bir set yıkıldı. Gözlerini kapatıp derin, titrek bir nefes aldı. Sanki boğulmaktan son anda kurtulmuştu. Ama bu kurtuluş değil , sadece acının yeni bir katmanıydı.
Masadaki bıçağı gördü tekrar. Kalem açma bıçağı ,küçük, sıradan ama ışığın altındaki soğuk parıltısı, ona başka bir şeyi anımsattı. İçindeki yırtığın keskin kenarlarını. O yırtık, içinden geçen rüzgarla büyümüş, genişlemiş, artık taşınamaz hale gelmişti. Bir çözüm lazımdı. Ya o yırtık kapanacaktı... Ya da içindeki her şey dışarı boşalacaktı. Bir karar anıydı bu. Gece boyunca süren işkencenin onu getirdiği kaçınılmaz kavşak.
Yavaşça masadan Dante’nin kitabını aldı. Arasında kırmızı mendili koyduğu sayfayı açtı. O küçük mendili kokladı , parmak uçlarıyla okşadı. Sonra, kitabı kalbinin üzerine, tam o yırtığın, o boşluğun üstüne bastırdı. Kitabın sert cildi, kaburgalarına acı verdi. Bir türbeye kapanır gibiydi. Gözlerini kapattı. Zihninde, son bir kez, o gülüşü canlandırdı. Güneş gibi parlak, hayat dolu... Sonra o gülüşü, kitabın ve kaburgalarının arasına sıkıştırdı. Sanki o gülüşü göğsüne gömdü.
Ve o an son darbeyi vuran şey oldu.
Yaralı bir şairin yalnızlığı, kalbinin üstüne bastırdığı kitapla dışarı sızdı.
Ama dökülen kan değil, bir daha asla yazamayacağı şiirlerdi.
Son cümlesini parmak uçlarıyla yazdı buğulu cama ;
’’ Sonsuzu yazacaktım ama onsuz olmadı , olamadım ’’
Ve sonunda anladım, gece bitmez,
Sabah bu oyunda sadece bir perde.
Gerçek karanlık içimde yaşıyor
Kaburgalarımın arasında dolaşıyor
Yalnız ölür şair de
Kimse duymaz,
YAZILAMAYAN O SON DİZEYİ...
Mürekkep kurudu damarında kalemin
Son dize sır oldu kanda
YAZABİLSEYDİM
"SONSUZU"
ONSUZ OLMADI
YAZAMADIM...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)