2
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
436
Okunma
Yeşilliklerin içinde, serin bir esintinin sardığı bir evde, helal kazancın getirdiği huzur ile yaşayan biriydi Abdullah Amca. Bir zamanlar fındık bahçelerinin çalışkan sahibi, beş evladının gurur duyduğu baba. Ancak şimdi, zihni bir sis perdesinin arkasında kaybolmuştu. Günleri, boşluğa takılı kalan gözlerle duvarlara bakarak, anıların silik gölgelerinde dolaşarak geçerdi. Kendi kendine fısıldadığı kopuk cümleler, geçmişten gelen yankılar gibiydi; bazen neşeli bir kahkahanın, bazen de zorlu bir günün yorgunluğunun izlerini taşırdı.
Bu kayboluş, sevgili eşinin vefatından sonra hızla ilerlemişti. Hayat arkadaşının ani vefatı, sanki zihnindeki son dayanak noktasını da alıp götürmüştü. Geride kalan anılar birer birer silinirken, tek bir yüz ve tek bir isim bu zihinsel karanlığın içinden parlayarak ona ulaşıyordu: Ayşenur.
Beş çocuğun en küçüğü ve tek kızı olan Ayşenur, babasının gözbebeğiydi. Ama bu sadece Ayşenur olduğu için değil, annesine olan şaşırtıcı benzerliği yüzündendi. O uzun, dalgalı saçlar, o derin, anlayışlı gözler... Ayşenur, adeta vefat eden eşinin canlı bir yansımasıydı babası için. Bu yüzden, zihnindeki her şey silinse de, Ayşenur’un varlığı, onun için hâlâ bir anlam ifade eden tek gerçekti.
Ayşenur’un sesi odada yankılandığında, babasının boş bakışlarında anında bir kıvılcım, yüzünde tarif edilemez bir şefkat belirirdi. Sanki tüm dünya kararmışken bile, Ayşenur’un varlığıyla yeniden renkleniyordu o küçücük, unutulmuş köşe. Ancak bu özel bağ, ailenin diğer üyeleri arasında derin bir gerilimin tohumlarını ekmişti. Dört erkek kardeşten en büyüğü olan Cevdet, babasının hastalığıyla birlikte miras konularını ağzına sakız etmişti bile. "Ayşenur, babanın gözdesi olduğu için mirasın aslan payını alacak," gibi dedikodularla ortalığı karıştırmaktan çekinmiyordu. Gözlerinde haksızlığa uğradığına dair bir öfke, tavırlarında belirgin bir sertleşme vardı. Diğer abiler de Cevdet’in etkisiyle Ayşenur’a karşı mesafeli ve zaman zaman düşmanca davranmaya başlamışlardı.
Bu haksız suçlamalar ve düşmanca tavırlar karşısında Ayşenur, annesinden miras aldığı sakin ve olgun duruşunu sergiledi. Her tartışma başladığında, derin bir nefes alır, ses tonunu alçaltır ve mantıklı argümanlarla gerilimi düşürmeye çalışırdı. Onun bu ılımlı yaklaşımı, çoğu zaman Cevdet’in hiddetini yatıştırır, tartışmaların daha fazla büyümesini engellerdi. Erkeklerin en küçüğü olan Nevzat ise, Ayşenur’un bu zorlu mücadelesine daha anlayışlı yaklaşıyordu. O da zaman zaman abilerinin haksız tavırlarına karşı Ayşenur’un karşı çıkmasa da, en azından sessizce onu desteklerdi.
Ayşenur’un üzerindeki yük ağırdı. Bir yanda her geçen gün eriyen babasının bakımı, diğer yanda miras hırsıyla gözü dönmüş abileri. Ancak o, tüm bu zorluklara rağmen dimdik duruyor, babasına olan sevgisini ve ailesini bir arada tutma arzusunu asla kaybetmiyordu. Çünkü biliyordu ki, babasının hatırladığı tek kişi olmak, sadece bir yük değil, aynı zamanda paha biçilmez bir mirastı.
Akşamüstü güneş pencereden içeri sızarken, Ayşenur babasının yanına oturdu. Elini, zamanın ve hastalığın derin izler bıraktığı buruşuk eline nazikçe koydu. Babası, her zamanki gibi boşluğa bakıyordu. Ayşenur’un dokunuşuyla hafifçe irkildi, gözlerinde bir anlık tanıdık bir parıltı belirdi.
"Babacığım," diye fısıldadı Ayşenur, sesi titrek ama kararlıydı. "Biliyorum, belki beni tam olarak anlamıyorsun şimdi... Ama ben sana bir şeyler anlatmak istiyorum." Derin bir nefes aldı. İçinde biriken tüm acıyı, hayal kırıklığını ve bitmek bilmeyen sevgiyi kelimelere dökmeye çalıştı. "Abilerim... Onlar biraz kızgınlar bana. Belki de anlamıyorlar. Miras diyorlar, pay diyorlar... Oysa ben senden hiçbir şey istemiyorum babacığım. Benim tek isteğim, senin iyi olman, seninle geçirdiğim her anın kıymetini bilmek."
Babasının yüzünde anlamsız bir gülümseme belirip kayboldu. Ayşenur devam etti, gözleri dolmuştu. "Onların sözleri beni çok üzüyor baba. Sanki ben senden bir çıkar bekliyormuşum gibi... Oysa ben sadece senin kızın olmak istiyorum. Senin beni hatırlayan tek kişi olman... Bu bana yetiyor. Bu benim için dünyadaki en büyük miras."
Elini sıktı, sanki bu dokunuşla tüm söylediklerini babasının zihnine kazıyabilirdi. "Seninle olan bu bağımız, annemden bana kalan bu benzerlik... Bunlar maddiyattan çok daha değerli. Kim ne düşünürse düşünsün, ben seni hiç bırakmayacağım babacığım. Sen benim için her şeyden daha önemlisin."
Babasının gözleri bir anlığına Ayşenur’un gözleriyle buluştu. O bakışlarda bir anlık bir aydınlanma, belki de söylenenlerin derinliğinden bir parça yakalama çabası vardı. Sonra, o ışıltı da yavaşça söndü, yerini yeniden tanıdık boşluğa bıraktı. Ama Ayşenur biliyordu ki, kelimeleri duymasa da, kalbinin sesini hissetmişti.
Ayşenur’un yüreğindeki ağırlık, halası Sultan Hanım’a açıldığında biraz olsun hafiflemişti. Sultan Hanım, ailenin demirbaşı, sözü dinlenen, özü sözü bir kadındı. Onun otoritesi, Cevdet’in bile hiddetini yatıştırmaya yeterdi. Ayşenur’u dinledikten sonra, Sultan Hanım’ın yüzünde kararlı bir ifade belirdi. "Bu böyle gitmez," dedi. "Babanızın durumu zaten yeterince zor. Bir de siz birbirinize düşmeyin!"
Ertesi gün, Sultan Hanım tüm evlatları evin salonunda topladı. Ortam gergindi. Cevdet, her zamanki gibi somurtkan, diğer abiler de huzursuzdu. Nevzat ise sessizce bir köşede oturuyordu. Sultan Hanım, odanın ortasında durdu, gözleriyle her birini tek tek süzdü. Sesi, odanın her köşesinde yankılanan, tok ve kararlı bir tondaydı:
"Dinleyin beni çocuklar! Hepiniz benim yeğenimsiniz, babanızın evlatlarısınız. Ama son zamanlarda duyduklarım, gördüklerim hiç hoşuma gitmiyor. Babanız, Allah gecinden versin, zorlu bir hastalığın pençesinde. Gözünüzün önünde eriyor, anıları birer birer siliniyor. Bu durum zaten yeterince acı verici değil mi? Bir de siz kalkmış, miras derdine düşmüşsünüz!"
Cevdet öne atılmaya yeltendiyse de, Sultan Hanım’ın keskin bakışları onu susturdu.
"Ayşenur’a karşı takındığınız bu tavırlar neyin nesi? O kızcağız, babasının başında pervane oluyor. Gecesi gündüzü yok. Babanızın hatırladığı tek kişi o! Annesine benzediği için, babasının son tutunduğu dal o! Siz ne sanıyorsunuz? Ayşenur, babanızın parasına mı göz dikti sanıyorsunuz? Ayşenur’un tek derdi, babasının yüzündeki o bir anlık tebessümü görmek, onunla geçirdiği her saniyenin kıymetini bilmek!"
Sultan Hanım, sesini biraz daha yükseltti: "Ayşenur’un kimseden bir kuruş miras istemediğini kendi kulaklarımla duydum! O kızın tek mirası, babasına olan sevgisi ve annesinden kalan o güzel yüzü! Sizler neyin peşindesiniz? Bir babanın hastalığını, bir ailenin acısını paraya tahvil etmeye mi çalışıyorsunuz? Yazıklar olsun size!"
Odanın içinde derin bir sessizlik oluştu. Cevdet’in yüzü kıpkırmızı kesilmişti, diğer abiler başlarını öne eğmişti. Nevzat ise Ayşenur’a destekleyici bir bakış attı.
"Unutmayın," diye devam etti Sultan Hanım, son sözlerini vurgulayarak. "Bu dünyada paradan daha değerli şeyler var. Aile olmak, birbirine sahip çıkmak, zor zamanlarda bir olmak... Babanızın size bıraktığı en büyük miras, bu ailenin birliği ve sevgisidir. Eğer bu birliği bozarsanız, ne o mirasın ne de babanızın huzurunun bir anlamı kalır. Şimdi gidin, düşünün taşının ve Ayşenur’dan özür dileyin. O kız bu ailenin en kıymetlisidir!"
Sultan Hanım’ın bu sert ama adil konuşması, odadaki gerilimi bıçak gibi kesmişti. Abiler, ilk kez bu kadar açık ve net bir şekilde yüzleşmişlerdi gerçekle. Bu sarsıcı konuşmasının ardından, salonun havası değişmişti. Cevdet sessizliğe bürünmüş, diğer abiler ise mahcup bir şekilde başlarını öne eğmişti. Birkaç dakika sonra, Vedat, Nihat ve Nevzat, Ayşenur’un yanına yaklaştılar.
Vedat, mahcup bir ses tonuyla, "Ayşenur... Hala haklı. Bizimkisi gözümüzü bürüyen bir hırstı. Babamızın durumunu unuttuk, senin ne kadar fedakarlık yaptığını görmezden geldik," dedi.
Nihat da başını sallayarak onayladı. "Evet Ayşenur, çok yanlış davrandık. Özellikle ben... Cevdet’in sözlerine kapıldım. Sen bize hakkını helal et."
En küçükleri Nevzat ise, Ayşenur’un omzuna dokundu. "Canım kardeşim, sen hepimizi utandırdın. Senin gibi bir kardeşe sahip olduğumuz için gurur duymalıyız. Cevdet abiyi de yumuşatmak için elimizden geleni yapacağız, söz veriyoruz."
Ayşenur, gözlerinde beliren yaşları gizlemeye çalışarak gülümsedi. "Önemli değil abilerim. Ben sadece ailemizin bir arada olmasını istiyorum. Babamın huzur içinde olmasını..."
Ancak bu samimi konuşmanın gölgesinde, başka bir gerçek yatıyordu: Cevdet’in eşi Kübra ise Cevdet’ten aşağı kalır yanı olmayan, keskin dilli, hırslı bir kadındı. Aile içinde dolaşan dedikodulara göre, Cevdet’i Ayşenur’a karşı dolduran, miras konusunda onu kışkırtan asıl kişi oydu. Kübra’nın etkisi, Cevdet’in Sultan Hanım’ın sözlerinden ne kadar etkileneceğini belirsiz kılıyordu. O, ailedeki bu gerilimin görünmez mimarı gibiydi.
Sultan Hanım, ailedeki sessiz ama derinden işleyen bu zehrin, yani Kübra’nın farkındaydı. Abilerin Ayşenur’a karşı yumuşaması güzeldi ama Cevdet’in asıl kontrol mekanizması Kübra’ydı. Bu yüzden, bir öğleden sonra, Kübra’ya hiç beklemediği bir telefon açtı.
"Kübracığım," dedi Sultan Hanım’ın sesi her zamanki gibi tok ve kararlıydı, "Yarın müsait misin? Bir kahve içmeye beklerim."
Kübra, telefondaki daveti duyar duymaz mevzuyu tahmin etmişti. Sultan Hanım’ın lafı eveleyip gevelemeyeceğini, doğrudan konuya gireceğini biliyordu. İçinden bir kez daha, miras konusunda Ayşenur’a karşı dolduruşa getirdiği tüm argümanları, haklı çıkmak için ezberlediği tüm cümleleri tekrarladı. Yüzünde sahte bir gülümsemeyle, "Tabii Sultan Halam, seve seve gelirim," diye yanıtladı. İçten içe bu yüzleşmeye hazırdı, hatta belki de bunu bekliyordu. Kahveler yudumlandı, havadan sudan birkaç kelime edildi. Sonra Sultan Hanım, fincanı sehpaya bırakıp Kübra’ya döndü. Sesi her zamankinden daha alçak ama daha keskindi:
"Kübracığım," diye başladı, "Biliyorsun ki ben kimsenin hakkını kimseye yedirtmem. Hele ki yeğenlerim söz konusu olduğunda. Ailemizin içinde dönen bazı çirkin konuşmalar var. Cevdet’in Ayşenur’a karşı takındığı o tavırlar..."
Kübra hemen lafa girdi, ezberlediği cümleler ağzından dökülüyordu: "Sultan Halam, ben sadece Cevdet’in hakkını savunmasını istiyorum. Babamızın durumu ortada. Ayşenur’un bu kadar ilgi görmesi, miras konusunda ileride sorunlara yol açabilir. Biz de çocuklarımızın geleceğini düşünüyoruz."
Sultan Hanım, Kübra’nın sözünü kesmeden, sakin ama dikkatle dinledi. Kübra’nın her cümlesi, onun ne kadar hesapçı olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Kübra’nın savunması bittikten sonra, Sultan Hanım derin bir nefes aldı. Gözlerini Kübra’nın gözlerine dikti ve yüzündeki o sert ifade belirdi.
"Peki Kübra," dedi Sultan Hanım. "Senin bahsettiğin o ’hak’ ve ’adalet’ neyin nesidir? Bir babanın Alzheimer hastalığıyla boğuştuğu, anılarının birer birer silindiği bu zorlu süreçte, senin ve Cevdet’in aklına gelen ilk şey miras mı oluyor? Ayşenur, babasının başında pervane oluyor. Onu yıkıyor, yediriyor, geçmişten bahseden o son damla anıya tutunmaya çalışıyor. Annesine benzediği için babasının son tutunduğu dal o! Senin düşündüğün gibi Ayşenur’un gözü parada pulda değil."
Sultan Hanım, ses tonunu biraz daha sertleştirdi: "Bak Kübracığım, ben sizin gençliğinizi de bilirim, ailenin geçmişini de. Abdullah Abimin zorluklarla nasıl biriktirdiğini de bilirim. Ama o miras, Ayşenur’un babasına olan karşılıksız sevgisinin yanında bir hiçtir. Sen Cevdet’i dolduruyorsun, bunu biliyorum ama şunu unutma: Bu dünyada para hırsıyla bozulan yuvalar, dağılan aileler bir daha kolay kolay toparlanamaz. Babanızın şu an tek bir arzusu var: Son günlerini huzurla geçirmek. Ayşenur ise ona o huzuru veren tek kişi."
Sultan Hanım, Kübra’ya doğru hafifçe eğildi. "Şimdi sana düşen, kendi evladının geleceğini düşünürken, kayınpederinin ve bu ailenin huzurunu da düşünmektir. Cevdet’i kışkırtmaktan vazgeç. Bırakın o çocuklar, babalarına karşı üzerlerine düşeni yapsınlar. Yoksa bu ailedeki kırıklar tamir edilemez hale gelir, anladın mı?"
Kübra’nın yüzündeki o alaycı ifade yavaş yavaş silinmiş, yerini şaşkınlığa ve hafif bir korkuya bırakmıştı. Sultan Hanım’ın sert sözleri, ezberlediği tüm savunmaları yerle bir etmişti.
Kübra, Sultan Hanım’ın keskin sözleriyle içindeki hırsın ateşi arasında sıkışıp kalmıştı. Hırsı onu bildiği yoldan sapmaya iterken, Sultan Hanım’ın uyarıları vicdanının sesini duyuruyordu. Aklında ezberlediği tüm o "hak" ve "pay" cümleleri, Sultan Hanım’ın "aileyi bölmeyin" ihtarının karşısında eriyip gidiyordu. Tam o anlarda Cevdet koridorun loşluğundan, aralık kapıdan içeri süzülen bir manzaraya tanık oluyordu. Gördüğü şey, yıllardır görmezden geldiği bir gerçeğin çıplak haliydi: Ayşenur’un babasının temizliğini yaparkenki o sıcak ve fedakar görüntüsü. Ayşenur, babasının yıpranmış ellerini nazikçe siliyor, saçlarını düzeltiyor, arada bir kulağına şefkatli sözler fısıldıyordu. Babasının yüzünde beliren o anlık tebessümler, Ayşenur’un çabasının en büyük ödülüydü. Bu manzara, Cevdet’in içine bir hançer gibi saplandı. Gözlerinden sıcak yaşlar süzülmeye başladı. Yıllardır zihnini saran miras hırsı, kardeşi Ayşenur’a karşı beslediği haksız öfke, bu masum ve dokunaklı sahne karşısında birer birer eriyordu. Sanki kalbindeki yıllanmış buzlar, bu sıcak görüntü ve dökülen gözyaşlarıyla çözülüyordu.
Cevdet, o an kararını netleştirmişti. İçindeki bu ağır yükten kurtulmak, yanlış yoldan dönmek istiyordu. Eşi Kübra’yı da bu bataktan, bu anlamsız miras hırsından çekip çıkaracaktı. Artık biliyordu ki, ailesinin birliği ve babasının huzuru, hiçbir mal varlığından daha değerli değildi. Akşam yemeği sonrasıydı. Rüzgarın pencereden usulca içeri süzüldüğü evde, Cevdet ve Kübra salonda oturmuştu. Kübra, gün boyu Sultan Hanım’ın sözlerinin etkisiyle dalgınken, Cevdet’in aklı ise Ayşenur’un babasına gösterdiği o fedakar manzara ile doluydu. Cevdet derin bir nefes aldı. Kararını vermişti.
"Kübra," diye başladı, sesi beklenenden daha sakindi.
Kübra, Cevdet’in bu sakinliğine şaşırdı. Genellikle bu tür ciddi konuşmalara sert bir tavırla girerdi. "Efendim Cevdet?"
"Sultan Hala ile konuştuklarımızın üstüne bir de bugün gözlerimle gördüğüm bir şey var," dedi Cevdet, bakışlarını Kübra’nınkilere çevirerek. "Ayşenur... Babamın temizliğini yaparken gördüm. O kadar içten ve o kadar özveriliydi ki..." Sesi hafifçe titredi. "Bir an düşündüm, ’Biz neyin peşindeyiz?’ diye."
Kübra’nın yüzünde anında bir savunma hali belirdi. "Neyin peşindeyiz mi? Kendi hakkımızın peşindeyiz Cevdet. Babamızın malı mülkü var, biz de onun çocuklarıyız."
Cevdet başını iki yana salladı. "Hayır Kübra, mesele o değil. Mesele, bizim gözümüzün kör olması. Babam orada eriyor, Ayşenur tek başına ona bakıyor, biz ise miras hesapları yapıyoruz. Hala’nın dedikleri doğruydu. Ayşenur bizden bir kuruş istemiyor, o sadece babasını istiyor."
Kübra alaycı bir şekilde güldü. "Sultan Hala mı? O hep Ayşenur’u kayırır zaten. Babanızın gözde kızı ya!"
"Öyle deme Kübra!" Cevdet’in sesi yükselmişti. "Kayırıyor falan değil. Gördüğünü söylüyor. Benim kendi gözlerimle gördüğüm şeyi söylüyor. Ayşenur’un anneme olan benzerliği yüzünden, babamın hatırladığı tek kişi o. Bu bir lütuf mu, yoksa bir yük mü, bilemiyorum ama o kızın üzerindeki yük çok ağır. Bizim yaptığımız haksızlık. Benim yaptığım haksızlık."
Cevdet ayağa kalktı, pencereye doğru yürüdü. "Düşünsene Kübra, biz babamdan bir pay alacağız da ne olacak? Huzurumuz mu olacak? Yoksa Ayşenur’la aramızdaki bu uçurum mu büyüyecek? Bizim çocuklarımız yarın ne düşünecek? Dedelerine sahip çıkmayan, kardeşlerinin canını yakan bir baba mı görecekler?"
Kübra sessizleşmişti. Cevdet’in yüzündeki samimiyeti, sesindeki pişmanlığı görüyordu. Kendi içinde tartıyordu bu sözleri. Hırsı hala bir yerlerde fısıldasa da, Cevdet’in dökülen gözyaşları, Sultan Hanım’ın keskin sözleri ve şimdi de Cevdet’in içten itirafları, zırhında çatlaklar oluşturuyordu.
"Haklısın..." diye fısıldadı Kübra, sesi zor duyuluyordu. Başını kaldırdı, gözleri buğulu bir şekilde Cevdet’inkilerle buluştu. "Belki de haklısın Cevdet. Ben... Ben de yanlış düşünmüş olabilirim. Miras... Evet, belki de gözümüzü kararttı."
İlk kez, Kübra’nın hırs dolu duruşu yerini pişmanlığa bırakmış, buzdan duvarları erimeye başlamıştı. Bu itiraf, ailedeki yeni bir başlangıcın ilk adımıydı.
Bugün, o evde, rüzgarın taşıdığı fısıltılarda bile bir huzur vardı. Ailedeki buzlar erimiş, yerini sıcak bir sevgi sarmıştı. Salon, kahkahalarla değil, ama gönül dolusu gülümsemelerle doluydu. Herkes kendi evladına sımsıkı sarılmış, sanki bu anın kıymetini bilmek istercesine sessizce bekliyordu. Kübra’nın yüzündeki sertlik gitmiş, yerini daha anlayışlı bir ifadeye bırakmıştı. Cevdet, yanındaki eşine ve çocuklarına bakarken, gözlerinde hem bir pişmanlık hem de yeni bir başlangıcın umudu parlıyordu. Vedat, Nihat ve Nevzat ise Ayşenur’a destek veren bakışlarla dolu, yüzlerinde bir rahatlama vardı.
Ayşenur ise, babasına sımsıkı sarılmıştı. Yanaklarından süzülen yaşlar, acının değil, artık biriken tüm sevginin, fedakarlığın ve nihayetinde gelen huzurun gözyaşlarıydı. Babasının zihnindeki sis perdesi hala oradaydı belki, ama Ayşenur biliyordu ki, kalplerindeki bağ her şeyin ötesindeydi. Babasının yüzünde beliren o anlık tebessüm, Ayşenur için paha biçilmez bir vedaydı. Yavaşça babasından ayrıldı; gözleri hala nemliydi ama yüzünde bir tebessüm vardı. Birer birer abilerine sarıldı. Bu sarılışlarda, yılların biriktirdiği tüm kırgınlıklar, yanlış anlaşılmalar eriyip gitti. Cevdet’e sarıldığında, "Affet beni kardeşim," diye fısıldadığını duydu Ayşenur. "Kardeşler hep affeder abi," diye karşılık verdi, sesi boğuklaşmıştı.
O gün hep birlikte yine babalarının yanına geldiler. Her biri, babalarının başında durdular. Sessizce, içtenlikle, minnetle... Ve sonra, bu aydınlık ama hüzünlü günün sonunda, her biri kendi yoluna koyuldu. Babalarının ruhuna birer Fatiha okuyup ayrıldılar.
5.0
100% (4)