1
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
263
Okunma
“uzun bir zamanın ardından yeniden merhaba.
Kaleme aldığım ilk hikayemi olan bu çalışmayı , yazmaya başladığım ilk yuvam olan edebiyatdefteri ve siz kıymetli arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Herkese sevgi ve selamlarımla…”
Doğu Anadolu Bölgesi… Memleket, benim canım Erzurum. Hasretine deli gibi yandığım, ömrüm boyunca elimde kalmış bir avuç hatıra ile gurbetine ısmarlandığım öz yurdum olan Erzurum. Erzurum’da ise Hasankale ovası... Atalarım büyük Selçuklu ile o topraklara giriş yapan bir boydan geliyor. Bu kör ve zehirli aşkın asıl sebebi belki de ondandır. Yaşadığım hayat süresince ilk hatıralarım, işte kısa çocukluğumda yaşadığım kareler ile başlıyor. Çoklukla bulanık…
Evlilik tarihlerini bilmiyorum. Evlilik yıldönümü kutlayıp, pasta üflediklerine de hiç şahit olmadım. Benim kültürümde mum yoktu, pasta dilimlemek yoktu, yıl dönüm kutlaması yoktu. Tek bir doğum günü kutlaması vardı. O da âlemlere rahmet olarak gönderilen birick Peygamberimiz’in (s.a.v.)… Mevlid-i Nebi… Onlarda alev alev aşka adanmak, yanmak vardı, emek harcamak vardı. Hatırlayıp bildiğim tek şey, aklım erdiğinde ağzındaki dişlerin çoğunun dökülmüş olmasıydı. Atatürk doğduğunda dedeciğim 7 yaşında yetim bir çocukmuş. Dile kolay, tam yedi yıl sevgili anneaneciğime sevda çekmiş bir adam. Dedem on dokuz yaşına varınca da hemen evlenmiş onunla zaten. Dedem yetim, ninem yetim. Biri Hafız Mustafa’nın oğlu Ahmet Bey, diğeri Güneş ve Medet ’ten olma Gülli Hanım. Yoksulluğun, imkânsızlığın ve bütün şartların insanı ve insan kalbini en şiddetli boyutta zorladığı dönemlerden bahsediyorum.
Tam on üç evlatları olmuş bu karı kocanın. Sekiz evladını, dokuz on yaşına gelince toprağa vermişler. Hepsi de erkekmiş. Hastalığın gerçek adını öğrenememiş olsam da onun lisani ile "innak (son harf kara he ile) derdinden öldü benim yavrularım" deyip ağlardı hep nineciğim. Üç kızdan sonra bir oğulları daha olmuş ve yaşasın diye onun adını "Yaşar" koymuşlar. Allah’ın takdiri bu ya, gerçekten de yaşamış. Daha sonra son bir çocuğu daha olmuş, onun adını da Abdurrahman koymuşlar. Ben ise bu evin son karakteri olmuşum. Hayatımın din, kültür ve ahlâk eserinin mimarı, hiç şüphe yok ki bunca evladın acısını yaşamış, bu korkunç travmalara rağmen psikolojik sükûnet ve ahlâk güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan ninemdir. Benim tümel hayatımın her karesi tamamıyla onun eseridir. Neredeyse bütün değerlerini kaybetmiş olan bir çağda, büyük ebeveyn kültürünün insanlık için nasıl bir hazine olduğunu, onlara temel bir gıda gibi nasıl muhtaç olup ihtiyaç duyduğumuzu, geldiğim şu yaşta çok korkunç derecede bir özlem ve acı ile tecrübe ediyor olmam da apayrı bir nimet benim için. Tam 68 yıl evli kaldılar.
Bin dokuz yüz seksenlerin sonu. O, benim zihnimde nice eza ve cezaya müştak hücre odaları oluşturmuş ilk hatıramdır. Vakit bir öğlen sonrası… Hasankale dağından aşağı al bayrağımız nasıl şerefli ve başı dik bir Sultan Fatih gibi dalgalanıyor. Ve batıdan gelen o kara tren sesi kulaklarımda devrim gibi coşkular doğuruyor. Cızırtılı bir radyo frekansı gibi zihnimde fırtınalar kopartıyor. Hitler asılıyor, Vietnam yıkılıyor! Endülüs benim, Venedik bir anda Erzurum’un Bânisi Kanunî’nin oluyor. İpek ipek nasıl da seviniyorum bilseniz. Gözlerim gökyüzünün avuç içlerinde, kendinden geçmiş bir zafere boyanıyor. Cennette bir gün batımı gibiyim tıpkı. İliklerime kadar kömür ve demir kokusuna bulanıyorum sonra, o küçücük halimle. Tren rayları, çelikten bir sırat köprüsü gibi parlıyor gözlerimin önünde. Uzadıkça uzayan bir hasret yolu gibi akıp gidiyor sonsuza doğru kalbim. Kadim vakitlerin gelmiş geçmiş tüm bu yolcuları içimden geçiyor. Cehennem gibi sıcak bir öğlen sonrasına yakalanıyorum. Zaman yaz ortası olsa gerek. Çok berrak bir şekilde hatırlıyorum çünkü. Ayaklarım, tren yolundaki o çakıl taşlarının üzerinde, sıcaktan dolayı nasılda kendinden geçiyordu. Üvey babamın kardeşinin gelini “Alaman” kızıydı. Ailesinin ona Almanya’dan getirdiği eşyalarla beni nasıl süslerdi bilseniz. Dedemden gizlice ayak parmaklarıma sürdüğü o kan kırmızı ojelerin yarısı soyulmuş. Ebruli bir tabloda pişiyoruz Alamanca üretimiyle alev ateş bir güzel. Ne muhterem bir heyecandır, çıplak ayaklarınla tren hattı üzerine yayılmış olan o çakıl taşları üzerinde güle oynaya kırmızı kırmızı koşturmak. Taş, demir ve masmavi bir gök kargaşası elinde, Ügümü çayı dedikleri balçıklı birikinti içinde gagalarıyla çamuru didikleyen kuşlarıma bakıp kuş ülkesine adanmak ne güzel bu topraklarda. Kuşlar, onlar ki benim çocukluğumun arka bahçesindeki sokak arası bakkalımdır, zenginliğimdir, doyamadığım tek sonsuz nimetimdir. “Kim ki benim kuşlarımı eliyle şu gökte avlayıp kalbiyle zeminde etini yerse, haram eyle onlara Allah’ım!” diyorum, daha o zamanlarda.
Leblebi tozu, açık gofret ve bisküvi sevincinin harmanlandığı senelerdi. Dedem Diyanet’te görevli bir hatip, anneanneciğim ise memur karısı olduğu için inanılmaz bir değer görüyor etrafından. Bir de beldenin muallimi var, bu saygıya tabi olan. Saygı, sevgi, sadakat ve hürmetin nirvanası olan senelerden bahsediyorum... İzzet, ikram ve samimiyetin zirve olduğu zamanlardan. Kötülükte vardı hiç şüphesiz, her çağda ve zamanda olduğu gibi; ama iyilikler daha bereketli, belirgin ve cesurdu, bugüne kıyasla.
Bizim Erzurum’un Pasin ovasından yayılan o manevi koku, öyle kutlu ve karmaşıktır ki, bir dere debisinde birikmiş o balçığın kokusuna benzerdi koşturan hayat. Dereyi geçerdin bir şekilde, ancak yelinde bir anda boğulurdun Erzurum ovalarının. Hep küskün bir rüzgâra esirdir, benim memleketim. Teselya rüzgarları eserdi hep, sinesinde yükselmiş o mihraplarından. Aras nehrinin tepesinde esen ve dağlardan dökülen bu sert ve küskün rüzgârlar, nasıl da soğuk soğuk öper dururdu saçlarınızdaki kırgınlıkları. Öyle döve döve sever, öyle seve seve sürükler, sarıla sarmalaya kucaklardı ki sizi sıkı sıkı, ah bilseniz nasıl bir bayram sabahına benzerdi insan olan yanlarınız. Bir meleğin kollarında uyanmak gibi. Ve Aras nehrinin o kadim sesi… Bunalmış her ruha şifa olup tedavi ederdi tüm rüyalarımı. Kabristanda dikilmiş olan sivri kara taşlar vardı, hayatın ne olduğunu tek kelime ile çarpar dururdu sizin suratınıza doğru. Hiç ayrım yapmadan, müsamaha göstermeden anlatırdı, yaşamın ne olduğunu. “Mezarları ziyaret ediniz. Çünkü mezarları ziyaret, size ahireti hatırlatır.” derdi biricik Peygamberimiz (s.a.v.). Belki de bütün mezarları şehirlerin içine, akan hayatın en göbeğine kondurmalıyız artık; emanet olduğumuzu anlamak için, kimliğimizi unutmamak için, kim olduğumuzu hatırlamak için... Kültür, kadim tarihin en doğurgan anasıdır. Bizim evimiz de işte tam da bu mezarların karşısında inşa edilmişti.
Günlerden bir gün, anneannem elimden tutmuş bir komşuya ikindi çayına gidiyoruz. Patika bir yolda küçük bir toz küresi içinde yürüyoruz. Kavruk gün kokusu ile birleşip aygın baygın önünüze çıkan minik bir hortumu hayal edin. Şu taraftan çekirge seslerini duyuyorum, kulağımda Diyanet çocuk dergisi hikayeleri dönüyor. Ayağımın önünde karınca yuvaları kaynıyor bir güzel. Zaman, içimde bir rüzgâr gülü gibi ışıl ışıl dönüyor, hiç durmadan. İnsan ve tabiat ne kadar da iç içe, koyun koyuna, kalp kalbe yaşamayı başarmış bu topraklarda. Huzur içinde akıyor kader, ciğerime kadar doluyor yaz türküleri. Allah’ın bizi bize bırakmadığı en bereketli ve huzurlu zamanlardaymışız meğer. Yolun kıyısına oturup, karıncaların kalp sesini dinleyebilirsiniz, sineklerin havada bendir çalmasını, kertenkelelerin ansızın önünüzden yıldırım hızıyla geçişini seyredebilirsiniz. Karınca gibi çalışmanın nasıl bir ibadet olduğunu idrak edebilirsiniz sonra. Yürüyoruz ninemle. Biraz hırçın bir çocukluğum var sanırım. Ama aynı zamanda da o karınca yuvasını çiğnememek için kendimi feda edecek kadar da merhametli çocuk. Ömrüm boyunca bir daha asla göremediğim ihramın ucunu erdemli bir sevgiyle sürekli çekiştiriyorum. Ben çektikçe ninem sürekli düzeltiyor orasını burasını büyük bir sabırla. İhram ki ne şerefli bir ikramdır bizlere. Mor iplikle minik minik papatyaları andıran, elzem desenler yapılmış üzerine, vizon rengi muhteşem bir (popüler kültür deyimiyle) kreasyon. Önümüze bir anda birkaç erkek çıkıyor, ağzına zaten beyaz bir yaşmak yapmış olan anneanneciğim, yüzüne ihramı çektiği gibi çömeliyor olduğu yere öylece. Beni de çekiştirip patika yolun en kıyısına oturuyor bir güzel. Kafasında Yunan heykeli gibi dikilmişim. Suratım kararmış bir çim duvarı gibi olsa gerek. Ne olduğunu bu körpe aklım algılayamıyor o zamanlar tabii ki. İçimden nineme dünya kadar öfke duyuyorum. Kızgın bir şekilde ihramı daha da güçlü bir şekilde çekiştiriyorum, “Ne oturdun, kalk gidelim!” diye nasıl çemkiriyorum ona bilseniz. Derken adamlar yanımızdan geçip gittikten sonra, hemen ayağa kalkıp "Ayıp ana kurban, herifler gitsin de öyle gidelim da!" diyor, sesindeki devasa şefkatiyle. Ben bu yaptığı eylemin sebebini, daha bir on yıl kadar evvel okuduğum bir tarih kitabında ancak meal edebiliyorum. Bu kültür aslında… Osmanlı zamanında yaşanan harika bir adetmiş! Kadınla erkek bir yerde karşılaştığı vakit, erkekler bir kenara çekilip kadınlara yol verirlermiş o zamanlar. Kadına duyulan saygı o kadar yüce ki… O dönem irfanımızın irtifasını geçecek, şu yeryüzünde hiçbir medeniyet yok! İnsana veya kadına "Benden yana hürmet ve selamettesin!" demektir bunun anlamı. Daha sonra değişmiş bu durum tabi, dönüşmüş ve asimile olmuş bu kıymetli kültürümüz. Şimdi bizler yolda, dar kaldırımlarda, avemelerde, meydanlarda, iskelede, dolmuşta çarpışa çarpışa yürür hale gelmişiz.
Komşu evine varıyoruz nihayet. İlk gördüğüm şey verandanın zemininden yayılan o enfes toprak kokusu ve serinlik... Beton gibi sert bir alana dönüşmüş olan toprak zemin üzerine, su ile türlü resimler çizilmiş. Allah’ım, nasıl bir sanat eseriydi o öyle, ömrüm boyunca bir daha asla karşılaşmadım böyle bir karşılama çelengi ile. Burada kadınlar aşklarını sert toprak zemine ibrikle, suyla desen desen işliyordu. Kenarları yamalı bir kilim hatırlıyorum sonra. Renk renk duygu parçacıklarıyla örülüp sevda çiçekleriyle süslenmiş bir kilim. Kıyısında şişko ve yeşil bir ot süpürge uzanmış yatıyor. Ucunda beyaz beyaz kar taneciklerine benzer süsleri var süpürgenin. Koptuğu yerden neden kurumamış, nasıl yeşil kalmış, diyorum içimden. Bir kadın kocasıyla kavga edip kalbi küskünken şu karşı dağlardan toplamış bu canım süpürge demetini. Alın teriyle leçeğini ıslata ıslata, etekleri taşları koklaya koklaya toplamış. El süpürgesi denmiş onun adına da. Bütün sokakların zibiline, evlerin artık günahlarına tövbe ettiren o süpürge. Hayatın altı tahtalarla döşeli, sıra sıra minderler serilmiş yere, ot yastıkları dizilmiş, sırtlarını yaslamak için. Nasılda öpüşe öpüşe sarılıyor birbirine kadınlar, esmer suratlardan dökülen çağlar ötesi gülüşler yakalıyorum. Ne küskünlük kalıyor gönülde ne hüzün. Kırmızı akideler konmuş, beyaz çiçekli çinko bir siniye; kocaman tabakların içinde müthiş bir bereket baş kaldırıyor. Parıl parıl parlayan kırmızı yıldızlarla şenlenmiş bir dünya burası sanki. Limon, tarçınlı kırmızı akide, çay ve semaver kokusu… Ah nasıl bir nimettir bu böyle Rabbim, diyorum kendime şimdilerde. Canım o kırmızı akideyi deli gibi nasıl da çekiyor. Kendinden bile göçesi geliyor insanın o an. Bir ömür geçirdim; ancak öyle bir çay ve zaman kokusunu bir daha hiçbir yerde alamadım. Zaman, bu memlekette çok çabuk tükenir, belki çok kıymetli olduğu için, belki artık hiç olmayacağı için.
Anneannemle evimize geri dönüyoruz. Kavrulmuş bir günün akşamında geziniyorum. Gün, şu dağların ardına gömülmüş ve bize sadece ufku saran kızıllığı seyretmek kalmış. Küçük ellerimde son akşam ılıklığı geziniyorken, anneannemle az sonra içeceğimiz bir karanlık, dem tutuyor o azman sinesinde onun. Dedeciğim akşam ile yatsı arasındaki o dar vakti camide geçirirdi hep. Ben ise ninemle beraber sahanlıkta oturup, uzaktan gelen kurbağa seslerine dikkat kesilirdim daha çok. Akşam olunca bütün dünya onlara kalırdı sanki. Göller boğum boğum nasıl da boğulurdu kurbağa çığlıklarıyla. Yine öyle bir akşamdı. Alacakaranlık nasıl da çabucak savuşuverirdi bu memleketin şu helal göklerinden. Az sonra bir kıyamet kopacakmış gibi unufak olurdu her şey, bir anda sanki. Onu da şimdi anlayabiliyorum. Göklerin de helali ve haramı olurmuş meğer. Kapitalizme esir olmamış, bağımsız ve özgür yaşam hakkını elinde tutan yerleşkelerde, bayrak ve yıldızlardır insanoğlunu bilgeleştiren ilim. “Allah gökleri, okuyup yolculuğa çıkın diye yaratmış!” derdi dedeciğim. “İbrahim de Rabbini gök ilmini okuyarak bulmuş.” derdi. Gökler imanın ansiklopedisiydi. Sahanlığın sağ tarafındaki boşluğa büyük bir kamyonet lastiği koymuşlar, üzerine her oturduğumda sahibini merak ettiğim, kim olduğuna dair zihnimde hayaller ürettiğim, gecenin bir vaktine kadar ısısını muhafaza edip bizi sıcacık tutan o kara lastik. Ninemle o lastiğin üstünde oturmuşuz. Sol eliyle belimi kavramış, sağ eli ile de gökleri okuyor bana. “Bak! Şu gördüğün bir arada toplanmış olan yıldızlar var ya, işte onlar gökyüzünün en güzel ailesidir miniciğim.” diyor. Kınaladığı parmağına takılıyor uykulu gözlerim, ihtiyar bir gelin gibi olan o ellerine bakıyorum önce. Sonra göğe kaldırıyorum başımı. Bulmakta çok zorlanıyorum bahsettiği aileyi. O kadar çok yıldız var ki orada, Allah’ı bulmak kadar zor ki, o bahsettiği aileyi bulmak. Tekrar kınadan dolayı kararmış olan parmağını göğe uzatıp; “Bak, işte orada, gördün mü? Şu öndeki baba, yanındaki anne ve arkada kardeşler bir arada, her gece ninniler söylerler birbirlerine. Ve Allah’ın Süreyyası insanoğluna her daim ilham verir, Samanyolu yol tarif eder, karanlığa düştüklerinde, bunu her daim hatırla olur mu kuzum!” diyor bir daha. Ninemin çift kasetli müzik setinde dinlediğim, “Samanyolu” şarkısını hatırlıyorum hemen. “Aile olan yıldızlar göklerden asla kaymazlar, Allah buna asla izin vermez!” diye ekleyip daha da sarılıyor bana sıkıca. “Yıldızlar yol gösterir insana, gökler Kuran’ı anlatır, ay selamete çıkarır tüm yolları.” deyip boynumun şurasından öpüyor sonra. “Nasihatimdir sana, ömrün boyunca hep göğe bak!”
“Doğrusu Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur.” (Necm 49)
Ay ışığında şulelenmiş saçlarım, ninemin kınalı ellerinde bir demet kır çiçeği gibi kutsanıyordu. Birkaç defa, hani nine, ben göremiyorum o kardeşleri diye sorduğumu da hatırlıyorum. Ama sonunda en gerideki tek kardeşi görmemle birlikte, anneannemin gök dersleri benim hayatımın en vazgeçilmez ameli oluyor. "Üzülünce göğe bak." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Sonra uykumun geldiğini fark edip beni kucağına yatırıyor.
Bu dağlar kömürdendir
Geçen gün ömürdendir
Feleğin bir kuşu var
Pençesi demirdendir.
Hadi leylim leylalım
Ben yoluna kurbanım
Ya al canım kurtulam
Ya ver derdim dermanım
Bu yol Pasin’e gider
Döner tersine gider
Şurda bir garip ölmüş
Kuşlar yasına gider…
O söylerken ben çoktan uykuya dalmış oluyorum, yıldızların altında…
Evet, Avrupa aydını(!) “Küçük Prens”i yazarken, benim ümmî anneannem, büyük bir bilgelik ile bana gökleri okuyordu. Bu bir dönemin canlı tarihi, kadim Türk kültürümüz bizim. Eski değil, bir dönem Anadolu irfanı dediğimiz, o güzel insanların yaşam imparatorluklarındaki kudretin ta kendisi… Şimdiki zamanda mumla aradığımız öteki hayat.
mAy