0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
191
Okunma
Helen ve Phillipp’in otobüsü Behramkale’ye, eski adıyla Assos’a gelince, indiler. Ayvalık istikametine aktarma yapmak için el ve sırt çantalarını seyahat acentesine bırakaraktılar. Phillipp’in;
“Yer ayırmak gerekir mi?
Sorusuna bilet satan görevlinin;
“Hayır beyim, her saat başı otobüs var, siz isterseniz sahile inebilirsiniz.”
Helen denize girip serilemek istediği için bu fırsatı kaçırmadı;
“Hemde sıcak bir öğle yemeği yeriz.”
“Ben Kale’yi gezmek istiyorum ama...”
“Bu öğle sıcağında mı? Güneş her yeri cayır-cayır yakarken?”
“Sen sahile in ben hemen geleceğim. Nede olsa baba yadigarı bir yer burası.”
Bu ad ile anılan kale aslında antik tiyaronun sırtındaki Akrolis denen antik çağlarda bir yerleşim yeriydi. Phillipp’in arkeolog olan babası; O 6-8 yaşlarında iken burada yapılan kazılara başkanlık etmiş ve Phillipp’te 3 okul tatilni uzun bir süre annesi ve iki kızkardeşiyle Asoss’ta geçirmişti;
“Olur, nasıl istersen. Hasır şapkanı giymeyi unutma. Tiyatro’ya ineceksen yamaç ayakkabıları’nı ve destek bastonunu...”
“Hayır, hayır! Bu sıcakta? Taşlar kızgun demir gibi kaynarken...”
“Peki. Çok oyalanma, sahile gelde bir güzel yemek yiyelim.”
Diyen Helen yoldan geçen ilk münübüse binerek uzaklaştı. Phillipp, acentenin karşısınaki dik yokuşlu bir sokağa girdi. Sağlı-sollu etrafı yüksek ve önleri birbirlerine “dar” denecek kadar yaklaşık duvarlarla çevrili, ardında avlu ve bahçeleri olan küçük köy evlerin kıvrımında bu yolu tırmanmaya başladı. Yerde döşeli olan; Üstleri aşınmış, gelişi-güzel sıralı çeşitli büyüklük ve renkte, antik yıllardan kalma yol taşlarını teperken, bu bombeli zemin ayak bileklerindeki dengeyi sarstı ve onda yıllarca önce yaşadığı unutulmaz bir duyguyu yeniden canlandırıverdi.
Bu çeşitli yükseklikte aşınmış taşlar ve düzensiz geniş ve derin oyuklar üzerinde; Ablaları ile ne güzel oyunlar oynardı. O zamanlar seke-seke yada her iki kollarını teyyare gibi yana açarak bir taştan diğerine dengesini bozmadan büyük adımlarla sıçrayarak konmak doyumu olmayan bir zevkti onun için. Bu taşlara biraz dikkatle bakınca, geçen yarım yüzyıllık sürede bunların küçülmüş olduğunu sandı. Aynı taşların o günkü minik ayaklarına göre büyük olabileceğini yada çocukluk hayallerindeki sınırsız abarmalarda vede geçen zaman aralığında düşgücünde sıkışarak-daralmış olabileceğini fark etti. Bu düşüncelerle Müze’ye doğru tırmanırken; “Bak oğul bu taşların her biri bir kitabedir...” diyen babasının bir sözünü hatırladı; “Eğer dilleri olsada bir konuşsalar, anlayana çok şey anlatır...” Demişti bir akşam üstü, “Şanyiye” diye adlandırılan, aynı zamanda lojman olarak kullanılan, Kale’nin karşındaki büyük bir bahçeli eve giderken. Evet, o zamanlar “Müze” adı verilen bu harabelere bu gün “Kale” deniliyordu ve yukarı Assos’un ismi ise Behramkale olarak değiştirilmişti.
Gelelim biz bugün yerinde olmayan Şantiye’ye; Burası yabancı ziyaretçiler, kazı uzmanları, tecrübeli işçiler ve devletin “gözetim” için gönderdiği memurlar ile aileleri için tahsis edilmiş bir konak yeriydi. Kocaman bir avlu içinde ve ardında 2 katlı taş bir yapı.
Kazı ve araştırma olanağı yalnızca hava şartları, okul-üniversite tatilleri, yabancı uzmanların kısa izinleri nedeniyle Nisan ve Temmuz ayları arası mümkün olduğundan; 10-12 kişilik oturum kapasinde olan bu “Kamp Yeri’”, arkeolog olan babası ve bir Türk görevli tarafından yönetilmekteydi. Eleman sayısı şantiye oturma kapesitesini aştığı zamanlarda ise, evin arkasındaki büyük bahçede çadırlar kurulurdu. Zamanla bu şantiye ve çevresinindeki bahçe de, kazı sahasına alınarak istimlak edildiğini bundan 15 yıl önceki Helen ile yaptığı bir gezide üzülerek görmüştü.
Yılların aşındırmasından arda kalmış bu dar, dik ve kıvrımlı sokağı gerisinde bırakarak, yokuşun bitimindeki Müze kapısına varmadan önce; Biraz nefes almak vede bir sigara içerek dinlenmek için yol kıyısındaki yüksekçe bir taşın üstüne oturdu. Hasır şapkasını başından çıkararak içindeki, aslında küçük bir kaşkol büyüklüğünde olan bez mendili aldı ve terlemiş olan; Ensesini, boynunu, göğsünü, koltuk altlarını, yüzünü ve saçlarını kuruladı. Bu büyük mendil, arkadan gömlek yakası ile boynu arasına sıkıştırıldığından; Hem onun ensesini güneşten korur, hemde terleyen saçları arasından sızan nemi emerek, sırtının ıslanmasını önlerdi. Şapkarını açık olarak yere koydu ve mendili de kuruması için üstüne gerdi.
Şu an aklına nedense, küçükken ablaları ile yaptığı başka bir oyun daha gelmişti. Şimdi Hakim ve Doktor olarak emekli olmuş 12 ve 14 yaşlarındaki ablaları ile, o 6-8 yaşlarındayken bu oyunu sık-sık oynardı. Çevredeki herhangi bir şeyin renk, şekil, kullanım yada canlı ise, bir karekter özelliğini tutup, birbirlerine sorarlardı; “Gördüğüm şeyi görebiyormusun? Mesela “Yeşil?” yada “Yuvarlak?” yada “Tatlı?” yada “Yaşlı?”. İlkin vakit geçirmek için çocukların oynadıkları bu oyuna sonradan büyüklerde katılınca, sorular bilimsel ve karmaşık olmaya başlamıştı. Cevaplar ise; Tutulan şeye yaklaşıldıkça “Ilık” tan başlayarak; “Sıcak, çok sıcak, ateş!” diye bağırılır, mesafe kısaldıkça da seslerde kısılarak “soğuk, çok soğuk, buzzz!” gibi durgun uyarılarla o yöne gitmemesi için ebeyi uyarırlardı. Zamanla ablaları, babası ve konuk bilim adamları öncülüğü ile bu oyun; “Duyduğum şeyi duyabilyormusun?” olarak değiştirildiysede,bu tarih, edebiyat, kültür seviyelerine Phillipp o yaşta ulaşamadığı için, verdiği cevaplar çocukça olurdu. Onların “Niçin?” sorularına fantazileriyle karşı çıkıp, görüşünü savunması annesi dahil herkesi güldürürdü. Başkalarının verdiği cevap ne olursa olsun (ki bağzen oyuna tarihi, felsefi ve edebi alıntılar da katılırdı) Philipp’e; “Aristo! Söyle bakalım bu cevaba ne dersin?” gibi eğlenceli bir şekilde sorarlardı. Bu Aristo takma adınının anlamını ve onun tarihi değerini sonradan okuyup öğrenince, bu oyunun yalnızca bir eğlence olmadığını kavramıştı ve söylediklerinde mantiki bir açıklama olmamasına rağmen, gerçeğe en yakın cevabı onun verdiğini şimdi daha iyi anlıyordu.
Şu an “Müze” diye adlandırılan bu harabe tel çitlerle çevrilmiş, her yönü “dikkat ve tehlike” levhaları ile sınırlandırılmış bir inşaat yeri görünümündeydi. Girişte az bir ücret ödeyerek içeri girdi. Çevre yeterince bilimsel olarak düzenlenmiş, incelemek yada korunması için müzelere götürülen eserlerin yerleri kırmızı bir boya ile yandaki bir taşa yada küçük bir tabelanın üzerine numaralanmış, gezi yolu kazı arazisinden çitlerle sınırlanarak ayrılmıştı. En önemlisi (küçük ve ilkel dahi olsa) burada şimdi; Suyu, kağıdı, kapısı ve klozet kapağı olan oluklu teneke damlı ve üstünde tente görevini gören, bej bir yelken bezinin altına yerleştirilmiş tuvalet barakasının olması idi. Onun biraz gerisinde ise akrepol denen yerleşim yerinin kıyısında, sahile oldukça dik büyük bir açık hava tiyatrosunun üst kısmı başlıyordu.
Tuvalet barakasına yakın bir yerde taş yamaca sırtını vermiş, tahta sırıklara kalın iplerle gerili, koyu yeşil plastikten bir gölgelik daha vardı. Altında ise; Ağaç bir masa, yanlarında tabure görevini gören iki geniş ağaç kütük ve ardında da arkalıksız tahta bir bank üstünde oturan bir adam gölgelenmekteydi.Phillip’in önünde durduğunu fark eden adam masa üstünde incelediği arazi planından başını yukarı kaldırarak baktı;
“Gölgenizde dinlenebilirmiyim?”
Adam elindeki kalemi, not tuttuğu kağıt tomarının üstüne bırakarak yana doğru kaydı ve hafifçe yerinden doğrularak;
“Buyurun.”
Diyerek Phillipp’e oturması için yanındaki boş yeri gösterdi ve aynı elini ona tokalaşmak için uzattı. Bu eli sıkan Phillipp;
“ Müsadenizle ben şu kütük üstüne oturacağım.”
“Sallantılı ve serttir. İsterseniz yanıma oturabilirsiniz.”
İkrama teşekkür ederek kütüklerden birinin üstüne oturan Phillipp masanın üzerindeki plana göz attı;
“Burada görevlimisiniz?”
“Hayır ziyaretçiyim. Daha doğrusu bir konuyu incelemek için buradayım. Ya siz! Arkeologmusunuz?“
„Evet. Hanımımla birlikte burada tatideyiz”
Kısa bir süre sustular. Phillipp gerçekten dinlenmek için buraya oturmuştu, muhabbet etmek için değil. Bu yüzden konuşmayı ilerletmek gereksizdi. Adamın onunla ilgilenmediği de susmasından belli oluyordu. Vakit geçirmek için etrafına bakınarak, kazı yerinde eski ve yeni karşılaştırması yapmaya başlayan Phllipp bakışlarını adamın yönüne doğru çevirince göz-göze geldiler;
„Akaş.“
Phillipp şaşırmıştı;
“Memnun oldum.”
Derken bile şaşkınlığı yüz ifadesinden belli oluyordu;
“Merakımı mazur görün ama, bir gün önce aynı isimde bir Nar Şerbeti satıcısıyla Çanakkale arabalı vapur iskelesinde tanışmıştık da...”
“Evet?”
Adam gözlüğünü çıkarıp göz oluklarını kolunun tersi ile sildi ve;
“Türkiye’de çok kullanılan bir soyadı değildir ama biz ailece 4-5 nesilden beri Kaş’lı olduğumuzdan, büyük dedem bu soyadı almış. Kaş’ı bilirmisiniz?”
“Hiç gitmedim ama güzel bir yer olduğunu duydum.”
“Sizi rahatsız etmezse yanınızda bir sigara içmek istiyorum da...”
“Bende bunu size soracaktım.”
Diyerek Phillipp sigara paketini cebinden çıkarıp masanın üstüne koyunca;
“Buyurun, misafirimsiniz.”
İkramı ile adamın uzattığı paketten bir sigara çekti ve teşekür etti. Uzattığı ateşle sigarasını yakarken.”
“Hanımım sahilde beni bekliyor da...”
Diye muhabbete başlayan Phillipp;
“Babam burada yılar önce arkeolog olarak bir kazıyı yönetirken 3 yaz tatili boyunca çocukluğum bu harabelerde geçti. Sizde arkeologmusunuz.”
”Hayır. Almanya’da Felsefe ve Antik Yunan Tarihi yüksek tahsilini bitirdikten sonra İstanbul’da bir üniversitede doçenlik görevindeyim. Aristo ve Assos -Stoa Okulu üzerinde doktora tezi için 2 haftadır buradayım.
“Henüz yeterince araştırılmamış bir konu.”
“Düşünebiliyormusunz? Buranın binlerce yıl önce Medeniyet Tarihi’nin akışını değiştirecek kadar önemli bir yer olduğunu.“
„Evet ama bir türlü ileri gidilip nedenleri araştırılmıyor.”
„Varsayım...“
Diyerek Phillipp’n sözünü kesen Akaş;
“Sizinde gayet iyi bildiğiniz gibi onun sayısı 120 yi aşkın kitabından yalnızca .47’si elimizde kalmış. Gerisi ya kaybolmuş yada kaybettirilmiş. Elimize geçenlerin de zamanımıza gelene kadar güçlü devlet ve din adamları tarafından değiştirilmiş olabileceği de mimkün. Bence tüm Filoızof ve Doğa bilimcilerin vazgeçilmez bir araştırı aletidir onun kitapları.”
Durdu. Tereddütünü yenerek;
“ İzin verirseniz size son bir soru daha sormak istiyorum.“
„Buyurun.“
„Yolculuk nereye?”
“Kısmetse Ayvalık’a.”
“Ne tesadüf, benim de...”
Diyen adamdan Phillipp şimdi şüphelenmeye başladı;
“Perşembe Pazarı’na gezeceğiz de...”
Bilinçli olarak orada biri ile karşılaşıp ondan bir emanet alacağını söylemedi. Ama Akaş’ın;
“Bende.”
Sözüyle şüphesi daha arttı. Akaş devamla;
“Ne zaman Ayvalık’a gelsem, hep Perşembe gününe rastlatırım. Eee, nede olsa soyumuzda birazcık rumluk var”
Phillipp bu “Rum” kelimesinin Türkiye’de “ortodoks-yunanlı” anlamına geldiğini bildiği için;
“Yunanca konuşabiliyormusunuz?”
“Evet. Bu yüzden yüksek tahsilimi “Eski yunan Tarihi” bölümünde yaptım ya.”
“Doktora tezinizden bahsediyordunuz. Aristo’nun Felsefesi ne derece değiştirilmiş olabilir sizce?”
“Değiştirme değil, yönlendirme dersek daha yerinde olur. O zamanın ve hatta günümüzün iktidarı elinde tutan güçlerin “İşlerine gelmeyen yönleri saptırması gibi bir şey. Hani elimizde bir sihirli değnek, geçmişe gidilebilen bir zaman makinası, yada tılsımlı bir Akçe olsa...”
“Akçe mi ?”
“Mesela dedim. Bence her eski antik Akçe elden-ele dolaştığı vede çok şeyler görüp yaşadığı için bir misal olabilir. Söylemek istediğim; Eskilerden elimize sadece bu metaller, çanak-çömlek kırıkları ve taş-mermer kalıntıları kalmış. Biz bunları bugün modern gereçlerle tahlil edip karşılaştırmalı olarak varolduğu tarihleri tesbit edebiliyoruz ve antik çağları sıhhatli olarak sırasına koyabiliyoruz. Anlatmak istediğim ise başka bir şey; Eğer bu metal, taş ve çömlek parçalarının bir dili olsa...”
Şüphesi doruğuna erişen Phillipp;
“Böyle bir şeyin imkansızlığını sizde biliyorsunuz herhalde?”
“Evet ama bugünün olanakları farklı! Medeniyet “Elektronik Çağ” denen bir yöne gidiyor ki, herkesin herşeyi araştırıp bilmesi mümkün vede bu elde edilen bilgileri, küçük bir metal fişe kaydedip saklıyabiliyorlar. Bu kaydedilenleri hiçbir doğa gücü ne silebiliyor nede değiştirebiliyor. Bir kere hakikat ortaya çıktımı , herkes onu anında paylaşılıp tartışabiliyor. İleride birde bu tüm veriler ve çelişkiler “Yapay Zeka” denen süzgeçten geçip gerçek konumuna kavuşturuldumu; Bu akışı ne kimse durdurabiliyor, ne engelleyebiliyor nede değiştirebiliyor. Benim anlatmak istediğim de buydu! Bilmem anlatabiliyormuyum?”
Phillipp, bu çok açık ve sade konuşan adama; “Tezinizde bunların hepsi varmı?” diye sormadı tabi O kadar zamanı yoktu ve ayrıca onu Helen sahilde beklemekteydi;
“Müsadenizle.”
Diyerek ayağa kalkıp vedalaşmak için elini ona uzattı;
“Müsade sizin.”
Diyen Akaş gülümseyerek yerinden kalktı ve bu eli sıktı;
“Belkide Perşembe Pazarı’nda tekrar karşılaşabiliriz. Çarşı alanı çok büyüktür ama, kimbilir?”
Phillipp adamın elini bırakırken;
“Belkide... “
Dedi ve;
“Hoşçakalın!”
Diyerek tam gitmek üzereydi ki... Hava aniden karardı, soğudu ve muammalı bir sert rüzgarın uğultusu kulaklarında uğuldamaya başladı. Çevrede bu gizeme katılarak gittikçe daralmaya başlayarak bir asansör gibi aşşağıya doğru inerek deniz seviyesine doğru çökmeye başladı, “Herhalde tansiyonum düştü?” kuşkusuyla tekrar ağaç kütüğünün üstüne oturan ve dirseklerini önündeki masaya dayayarak her iki eliyle başını tuttup gözlerini yuman Phillipp, kısa bir süre öylece durdu. Tüm bu garip algıların geçip, dinginleştiğini hissettiği anda Akaş’tan özür dilemek için gözlerini açınca; Asos Tiyatrosundaki oturma taşların şişerek büyümüş olduğunu, alanının ise son derece küçüldüğünü gördü. O şimdi; Deniz seviyesinde, minik ve sahnesiz bir antik tiyatroda , birtakım tanımadığı kişilerin arasında idi. 14-15 yaşlarında kara kaşlı, sık saçı, uzun yüzlü, gözleri zeka fışkıran bir genç, yanındaki 20-25 yaşlarında bir adamla konuşmaktaydı. Diğer bir şahıs ise bu karanlıkta dahada karanlık bir gölge şeklinde yanlarında durmaktaydı. Konuşan bu iki kişinin oynayan dudaklarından ise hiçbir ses çıkmadığı gibi, üstelik vucutlarının hareketleri de normal olmadığı farkedilecek kadar alışılmışın dışında hızlı idi. Phillipp bu kişilere yaklaşıp onları daha iyi incelemek istediği anda; “Sanki bir sinemada filim şeridi kopmuşcasına” tüm görüntüler siliniverdiler ve beyaz perdeyi dolduran projektörün yalın ışığı onun gözlerini kamaştırdı. Hızla bir kolunun siperi ardında gözlerni koruyarak, yumdu.
Asos’un yakıcı sıcaklığını yeniden teninde hissettiği anda, kulaklarındaki esen rüzgarın muammalı uğultusuda durmuştu. Gözlerini açınca da; Biraz evvel dinlenmek için oturduğu taşın üstünde kendini buldu. Yerde duran hasır şapkasını ve üstündeki kuruması için serdiği büyük mendli görünce; Helen ile sahilde buluşacağını yeniden hatırladı ve şapkasını giyerek yokuş aşşağı bu dar sokağı aceleyle indi. Helen ise binecekleri otobüsün yanında durmuş, ona el sallayarak gülümsemekteydi. Yanına gelince;
“Kusura bakma Helen. Sahilde buluşup yemek yiyeceğimizi unuttum. Müzede biraz uzunca kaldım da.!”
Bu olağan ve her defasında yaptığı özüre Helen tarafından yine şaşırılarak;
“ Ne sahili, ne yemeği, ne müzesi Phillipp? Ben biraz önce hediyelik eşya satan karşıdaki dükkana gittim. Dönünce seni bulamayınca da; Eski hatıraları anmak içn “Şantiye” yoluna çıktığını zaten tahmin etmiştim. Hepsi 15 dakika bile sürmedi. Haydi otobüse binelim. Ben eşyalarımızı bagaja verdim bile!”
Deyince gördüğü herşeyin düş olduğunu anlayan Phillipp rahatlayarak Helen’in ardından otobüse bindi. Ama onun içinde “Ya Akaş?” diye bir soru hâlâ duruyordu. O bunları düşünürken; Dışarıda, acentenin önünde Akaş belirdince içinden; “Demekki yaşadıklarım rüya değilmiş!” diye şaşırdı. Akaş’ın biletini alıp dışarı çıkıncada orada duran Nine ile 40 yıllık dost gibi muhabbet etmeye başlaması onu daha şaşırttı. En çok şaşırdığı şey ise; Her ikisinin kunuşma arasında onu göstermeleriydi. Şimdi burada herşey bir kabustu Phillipp için. Hiçbir şeyden haberi olmayan Helen’e
“Bana bir hap verirmisin?”
İsteğini söyler-söylemez;
“Niçin, kendini iyi hissetmiyormusun yoksa?”
Sorusuna;
“ Endişe edecek bir şey yok. Herhalde uzun süre güneş altında kaldım da.”
Cevabıyla onu teskin etti ama, Helen’in verdiği hapı yutarkende, söylediklerine kendisi bile imnanmıyordu. Akaş, nine ve kızı otobse bindiler. Yanlarından geçerken selamlaştılar. Helen’in;
“Sen bu adamı nereden tanıyorsun?”
Sorusuna yalnızca;
“Tuhaf!”
Diyerek alt dudağını dışarı büküp omuzlarını silkeleyerek cevap verebildi ancak;
“Tuhaf olan ne Phillipp?”
“Bu adamla harabelerde muhabbet etmişti de...”
“Ne zaman?”
“Hiç, bana öyle geldi işte.”
Diyerek sustu. Helen üstelemeyince de rahatladı.Ama onun aklı şimdi; En arkadaki motor-üstü uzun koltuklarda yan-yana oturan Akaş, Nine ve kızındaydı.
Nine ve kızı Edremit’te indiler. Onları uğurlamak için Akaş’ta otobüsten inmiş ve dışarıda sigara içmekteydi.
Vedalaşmaları bitip Nine ve kızı ondan ayrılınca Phillipp’te indi ve bir sigara yakarak Akaş ile muhabbete başlayarak sözü Nine’ye getirdi;;
“ Onu nereden tanıyorsunuz?”
“Almanya’da beyi misafir işçi iken 13 yıl yaşamış ama ben onun konuştuğu çok iyi almancadan ve derin kültürüne bakınca, anlattıklarında bir tutarsızlık hissediyorum.”
“Ne gibi?”
“Bunu henüz çözemedim. Burada ona Sabriye hanım diyorlar, asıl ismi Sandriye imiş. Yunanca gibi Garip bir ad.”
Phillipp Sandriye iısminin “Kontes Sandra” dan gelebileceğini ve onunda Kasandra ile ilişkisi olabileceğini düşünüp içinden fikir yürütürken;
“Edremit’te kıyıdan uzak bir büyük evde tek başına oturuyor.”
Şüphesi dahada artan Phillipp;
“Kızı ilemi?”
“O kızı değil, hizmetlisidir. Sabriye Hanımın her işini o görür.”
Cevabını alınca zaten karmaşık olan hikaye dahada karma-karışık oluverdi.
(NOT; Üçüncü roman olan AKAŞ’ın ilk hikayesidir. Nine’nin kim olduğunu anlıyabilmeniz için İkinci Roman TROİA’daki; KAHVALTIDA ve İDA’NIN ONURUNA hikayesindeki Kontes Sandra bölümünü okumanızı öneririm.)