2
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
431
Okunma

TEN VE RUH UYUŞMASI
“Ferdaca’nın ‘Kadının Teneffüsü’” başlıklı yazısına ithafen yazılmıştır.
…
Okumaya devam ediyorum.
Bir yandan Edebiyat Defteri’ndeki değerli bulduğum şiirleri ve yazıları, bir yandan da Muhammed Bozdağ’ın “Ruhsal Zekâ” adlı eserini okumaya devam ediyorum.
Bu eserde güzel ve anlamlı bulduğum sözleri ve cümleleri zaman zaman not alıyorum.
İşte bunlardan bir cümle:
“Ruhsal enerji tüm çevreye rastgele yayılarak dağılmak suretiyle küçülmez, tüm gücüyle hedefine odaklanır.
Örneğin; güçlü rüzgâr, önüne gelen her maddi varlığı savurur. Yağmur, temas ettiği her zemini ıslatır. Oysa ruhsallığa yakın olan radyo dalgaları maddenin en derin sınırındadır. Radyo dalgalarını herkes değil, radyo alıcılarını o dalgalara (frekansa) ayarlayanlar dinleyebilirler.”
…
Gönül telinin tınılarını ve içten içe söylediği şarkıları, bütün benliğiyle, bütün ruhuyla alıcılarını sadece o sinenin frekansına yönlendirebilen bir gönül duyabilir, hissedebilir. O musikilerde, o şarkılarda kendini bulur, huzura erer ve mutlu olur.
Maalesef, gençlik hayalleri ile gerçekler çoğu zaman, hatta hiçbir zaman uyuşmuyor. Onda bir mi, yüzde bir mi diyeyim, uygunluk oranını…
Bence ikinci oran daha mantıklıdır zannımca.
…
Benim düsturum şuydu:
“Hayat arkadaşı seçerken mutlaka ve mutlaka “ruh ve ten uyuşması” olmalı diyordum.
Diyordum da…
Genellikle herkesin dediği gibi belki yıllarca sürecek bir arayışa mecbur kalıyor insan. Bazen kendini, bazen hayallerini arıyor, gerçek hayatın acımasızlığında, katılığında ve özellikle de “ herkes ne der” anlayışının açılmaz kilidinde, çıkışı olmayan sokağında…
Zaten hayat, kendi kurallarını o kadar net, o kadar keskin belirliyor ki, ister istemez insan kendini o cenderenin içinde buluyor, o çelik mengenenin kolları arasında sıkıştıkça ezildiğini, sıkıştıkça büzüldüğünü ve küçüldüğünü görüyor.
…
Yine üzülerek belirtmek istiyorum.
İş ortamı da aynı, ev ortamı da…
İstemeden, mecburiyet veya görev için, ihtiyaç gereği yapılan hiçbir şey insanı mutlu etmez.
Bunun için insanın, içinde bulunduğu ortama uymak, kendini o ortamın, bir bakıma, değerli bir parçası addederek gerek işine, gerek eşine ve gerekse ev ortamına, aile ve çevre şartlarına uydurmak durumunda kalıyor olması, belki de gerçek hayatın ta kendisidir.
“Neden böyle olmalı?” diye düşünüyor insan.
Kabullendiklerimiz kadar, kabullenemediklerimiz de oluyor.
Kendimiz olamadığımız kadar, kendimiz olma arzusuyla yanıp tutuşmalarımız, içten içte feryatlarımız, hatta zaman zaman isyanlarımız da oluyor.
Sonra...
Yutkunuyoruz…
Susuyoruz…
Kahrediyoruz…
Benliğimizi, sorguluyoruz.
Kimliksizliğimizi yahut eksik bırakılmış kimlikli halimizin yetersizliğini sorguluyoruz.
Gönül tahtımızın, gerçek sahibini bulup bulamadığını sorguluyoruz.
Ruh ve tenimiz uyuşmamışsa, gönül kuşumuzun hangi tende yuvalanacağını, hangi yürekte yeşereceğini araştırmaya, sorgulamaya başlıyoruz.
Hangi fırtınaların bizi birbirimize sürükleyeceğini, hangi yağmurların gönlümüzce bizi ıslatacağını, hangi güneşin bizi ısıtacağını, hangi gecenin karanlığında yıldızların parlayacağını bir bilebilseydik…
…
Kader mi?
Kendimce bir sözüm olmuştu, yıllarca aklımdan geçirdiğim, ama hiçbir zaman gerçekleştiremediğim.
“İnsan, kaderin elinde oyuncak değil, kaderine yön verici olmalıdır.”
Güç yetmeyebiliyor, kaderin yönünü değiştirmeye.
Tesellisi…
Kültür, gelenek - görenek, anlayış ve algılama…
İster kabul edelim ister etmeyelim, hayat da, ev de, iş de, eş de maalesef ne bizim hayalini kurduğumuz gibi, ne de tam olarak yazılmış kaderin gerçekliği gibi yaşanabiliyor.
Doyuma ulaşan toprağın, fazladan yağan yağmuru kendi mecrasında, kendi dilediği şekilde çaylar, derler veya ırmaklar gibi akıtması; bazen de etrafını yıkarcasına sellere dönüşerek zarar vermesi gibi bir hayat işte bizim hayatımız.
…
Aç değil, açıkta değiliz.
Belki “tam” değiliz, “hiç” de değiliz.
Diyoruz ki:
Elindekiyle yetinmeyen, yetinemediğini da arar duruma düşebilir.
Buna da “şükür”.
Hikmet Çiftçi
10 Temmuz 2025
5.0
100% (2)