1
Yorum
2
Beğeni
1,0
Puan
338
Okunma

Bir köy kahvesi. Seyyar sinemacının o köydeki günü. Saat gelmiş, oyunlar bitirilmiş, masalar toplanmış. Çocuklar, gençler ve birkaç ihtiyardan oluşan seyirciler, karşı duvara asılan beyaz perdeye doğru yüzlerini dönmüşler. Kahvenin en arka tarafında, bir masanın üzerine kurulu sinema makinesine takılı film makaralarının dönüp, projektörün önünden geçerek, güçlü bir ışığın perdeye yansıtacağı filmi seyretmek için sabırsızlanıyorlar.
Kışın ortası. Dışarıda yoğun şekilde kar yağmış. Tarihi bir film gösterilecek o akşam. Kahve oldukça kalabalık. On üç yaşındaki, köylülerin ’’ Ufaklık ’’ diye çağırdıkları, çelimsiz, zayıf, gariban erkek çocuğu, tahta sana yağı kutusuna, kendisinin paketleyerek doldurduğu kuru yemişleri orada satmaya çalışıyor. Bir sonraki kendi köyünden, akşam üzeri minibüsle buraya gelmiş. Özellikle, zor şartlar altında okumaya çalıştığı, çalışkan ve zeki olduğu bilinen bu çocuğa, tüm çevre köylerde, okuyup adam olacak gözüyle bakılıyor.
Sigaralar söndürüldü, ışıklar kapatıldı ve film başladı. Çocuk da kuru yemiş sandığını kucağına alıp, ön taraftaki çocukların yanına ilişti. O da herkes gibi heyecanla o tarihi filmi seyretmeye başladı. Yaklaşık on dakika sonra, sinemacı en önden başlayarak ücretleri toplamaya başladı. O çocuktan para alınmıyordu. Yaklaşık 50-60 kadar seyirci hemen hemen standarttı.
Devre arasında ışıklar açıldı, sigaralar yakıldı. Kapının üzerindeki cam duman çıkması için aralandı. On dakika kadar sonra sigaralar söndürülüp ışıklar kapanınca film yeniden başladı. Bir iki defa filmin koptuğu da olurdu. Bazen seste arıza olabiliyor bazen de makinenin lâmbası yanıp, yeniden değiştiriliyordu.
Film bitti, insanlar dağılmaya başladı. Kahveci sandalye ve masaları toplayıp kahveyi süpürürken sinemacı da makineleri topluyordu. Şimdi Ufaklık’ın zor imtihanı başlamıştı. Dışarıda kar yağıyor ve bir sonraki köyüne yürüyerek gitmesi gerekiyordu. Sandığını koltuğuna alıp yola çıktı.
Köylere elektrik o sene gelmişti. Köyün az dışına kadar sönük de olsa sokak lâmbaları yanıyordu. Az ilerisinde, iki köy arasında karanlık onu bekliyordu. Fakat, karanlıktan korkmuyordu Ufaklık. Sadece köpeklerdi onu korkutan.
Fırtınalı şekilde yağıyordu kar o akşam. Rüzgâra karşı yürümesi gerekiyordu. O zamanlar köyler oldukça güvenliydi. Hatta bazen o saatlerde bile geçen kamyon, kamyonet benzeri araçlar, onu görünce durup alırlar, Ufaklık da hiç korkmadan, sevinerek binerdi. Köyden henüz çıkmıştı ki; az ileride köpek sesleri duyulmaya başladı. Hemen sürekli aynı yerden, aynı köpek sesleriydi bunlar. O sesi duyduğunda, olduğu yerde durup, ses kesilinceye kadar beklerdi. Yine öyle yaptı. Ses kesilince yavaş yavaş yoluna devam etti.
Fırtına ve kar gücünü iyice artırdı. Üstü başı bembeyaz karla örtüldü. Hatta koltuğundaki sandık bile karla doldu. Yürümekte iyice zorlanmaya başladı. Bir ara ağlayacak gibi odu. Korkmaya başladı. Ya düşüp kalırsa! İlk defa köpek sesinden değil de havadan korkuyordu. Sonunda, kendine hâkim olamayıp ağlamaya başladı sessizce.
Yaradan’ın öksüzleri koruyup kolladığı bilinirdi. Onun ağlaması her ne kadar sessiz olsa da göz yaşları karanlıktan görülmez gibi olsa da Yaradan onu duydu ve gördü o akşam. Beyaz karların arasında siyah bir gölge gözüne çarptı. Korkmadı o gölgeden çocuk. Gözlerini ovuşturup rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalıştı sadece. Siyah gölge yaklaştıkça gerçek olduğundan emin oldu.
O siyah gölge, babasının, akşamları kahvenin köşesinde uyurken üzerini örttüğü, aslında koyu lâcivert renkli, eski, kumaş paltosuydu. Babasıydı gelen. Havanın kötü oluğunu görünce oğlunu merak edip, karşılamaya çıkmıştı. Baba oğul birbirlerine sarılıp köylerine, birlikte yaşadıkları kahveye döndüler.
’’ Üç liralık satış yaptım bu akşam baba! ’’ dedi çocuk mutlulukla.
’’ Aferin oğlum! ’’ deyip tekrar sarıldı babası oğluna.
Fikret TEZEL
1.0
100% (1)