0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
194
Okunma

Önsöz
Rigil Kentaurus yıldızının altın ışıkları, Chironis gezegeninin kristal kulelerinde yankılanırken, bu gezegen bir zincirin ağırlığını taşıyordu. Kentaura’lar, %99’u erkek, bacaksız doğan bir türdü; exoskeleton’larıyla kırları arşınlıyor, kulelerdeki %1’lik dişilerin gölgesinde yaşıyordu. Tapınak, helva ve anahtarlarla onların kaderini çiziyor, makineye kurban alıyor, %99’u susturuyordu. Ama bu düzen, ataların unutturulmuş bir günahının iziydi. Binlerce yıl önce, Kentaura’lar dört bacaklı ve eşitti—%50 erkek, %50 dişi. Genetik bir hata, bacaklarını aldı, erkekleri çoğalttı; tapınak bu sırrı gömdü. Kırlar sustu, ta ki erkekler uyanana kadar. Bu, erkeklerin isyanının hikâyesi: bir çetenin öfkesi, bir kızın bilimi ve bir gezegenin özgürlüğe koşusu.
HER ŞEY UNUTULDUKTAN ÇOK UZUN ZAMAN SONRA...
Bölüm 1: Chironis’in Işıltılı Diyarı
Rigil Kentaurus (Alpha Centauri A) yıldızının altın ışıkları, Chironis gezegeninin kristal ormanlarını bir mücevher gibi parlatıyordu. Gökyüzünde Toliman (Alpha Centauri B) yıldızı , ikinci küçük bir güneş gibi yükseliyor, mor ve mavi biyolüminesans bitkilerin gölgelerini kristal zemine dans ettiriyordu. Kristal ağaçlar, dallarından yayılan hafif bir şarkıyla titreşiyordu; bu melodi, gezegenin atmosferini dolduran tatlı bir enerji vızıltısıyla birleşip kulaklarda hoş bir uğultu bırakıyordu. Uzakta, kristal dağlar dimdik yükseliyordu; yıldız enerjisini toplayan bu sessiz nöbetçiler, Chironis’in ruhunu canlı tutuyordu. Ormanın derinliklerinde, biyolüminesans çiçekler arasında kristal kabuklu böcekler dolaşıyor, kanatlı dronlar gökyüzünde süzülerek gezegenin nabzını izliyordu.
Bu masalsı diyarın sahipleri Kentaura’lardı. Dört mekanik bacakları, onları yıldızların çocukları gibi dört nala koşturuyordu; kolları olan üst bedenlerin dik duruşu ise insanı andıran formdaydı, zarif kolları ve boynuzlu başlarıyla dikkat çekiyordu. Şeffaf sinir ağları, exoskeleton’larının içinde parlıyordu; bu ağ, duygularını ışıkla anlatırdı: mavi huzuru, mor heyecanı, kırmızı öfkeyi. Exoskeleton’ları, organik çekirdeklerini saran bir zırhtı; hem bir uzay giysisi hem de biyoteknolojik bir mucizeydi. Kentaura’lar, doğayla teknolojiyi birleştirmişti. Kristal kırlarında enerji bitkileriyle besleniyor, telepatik ağlarıyla düşüncelerini paylaşıyor, kristal ağaçların gölgesinde oyunlar oynuyordu.
Torin isimli Kentaura, bir kristal ağacın yanında durmuş, gökyüzünü izliyordu. Mekanik bacakları hafifçe titriyor, sinir ağı maviye çalıyordu. Yanına, aynı yaştaki bir erkek Kentaura, Kael, yaklaştı. Kael’in ışıkları mor bir enerjiyle dans ediyordu; her zamanki gibi yerinde duramıyordu.
“Torin, yine gökyüzüne mi daldın?” diye sordu Kael, telepatik sesi zihninde neşeli bir titreşimle yankılanarak.
Torin başını eğip gülümsedi. “Rigil ve Toliman yıldızlarını izlemek hoşuma gidiyor. Sanki bize bir şey fısıldıyorlar.”
Kael, dört bacağıyla bir sıçrayış yaptı, kristal zeminde yankılanan bir ses çıkardı. “Bana sorsan, fısıldadıkları tek şey ‘Hadi koş!’ olur. Gel, şu enerji çalısına kadar yarışalım.”
Torin’in ışıkları mora kaydı; heyecanı uyanmıştı. “Tamam, ama bu sefer beni geçemezsin!” İkisi birden fırladı. Mekanik bacakları, ormanın zemininde izler bırakarak dört nala koştu. Torin, bir enerji çalısının yanından geçerken durdu, mor bir yaprak kopardı. Yaprağı ağzına attığında, tatlı bir vızıltı sinir ağına yayıldı; bu, Kentaura’ların beslenme şekliydi.
Kael nefes nefese yanına geldi. “Hızlısın, ama bir gün seni geçeceğim!” dedi, ışıkları mor bir şakayla parlayarak.
Torin güldü. “Belki, ama o gün bugün değil.” İkisi, kristal ağacın gölgesine oturdu. Chironis’in kırları, erkek Kentaura’larla doluydu. Gezegenin %99’u erkekti; dişiler ise %1’lik nadir bir azınlıktı. Erkekler, ormanlarda özgürce dolaşır, enerji bitkileriyle karnını doyurur, birbirleriyle yarışırdı. Dişiler ise daha az görünürdü; kristal saraylarda, özel bir özenle büyütülürdü. Torin, bunu biliyordu, ama günlük hayatında dişileri pek düşünmezdi.
Kael, bir enerji çiçeğini koparıp ağzına attı. “Sence dişiler neden saraylarda yaşıyor?” diye sordu, ışıkları maviye dönerek.
Torin omuzlarını silkti. “Sayları az ya, ondan herhalde. %1’ler, değil mi? Biz %99’uz, her yerdeyiz.”
Kael’in ışıkları mora çırpındı. “Evet, ama bazen merak ediyorum. Onlar nasıl bir hayat yaşıyor? Bizi gördüklerinde ne düşünüyorlar?”
Torin, bir yaprak daha kopardı. “Kim bilir? Belki bir gün birini görürüz de sorarız.”
Kael ayağa kalktı. “Hadi, düşünmeyi bırak. Bir yarış daha yapalım.”
Torin gülümsedi. “Tamam, ama bu sefer yavaş koşacağım.” İkisi tekrar koştu; ormanın ışıkları, mekanik bacaklarının ritmiyle dans etti. Erkek Kentaura’ların hayatı böyleydi: özgür, neşeli, kırlarla dolu. Dişiler, %1’lik gizemli varlıklarıyla, uzak bir gerçekti; ama henüz Torin’in dünyasına girmemişti.
Bölüm 2: Kırların Özgürlüğü
Chironis’in kristal kırları, sabahın erken ışıklarıyla bir sahne gibiydi. Rigil Kentaurus’un altın huzmeleri, Toliman’ın turuncu tonlarıyla birleşip, mor ve mavi biyolüminesans çalıların üzerinden süzülüyordu. Kırların zemini, kristal ağaçların köklerinden yayılan ince bir ışık ağıyla kaplıydı; her adımda hafif bir vızıltı yükseliyordu. Torin, dört mekanik bacağıyla bu uçsuz bucaksız alanda dolaşıyordu. Exoskeleton’u, sabah serinliğinde buharla parlıyor, sinir ağı mavi bir huzurla ışıldıyordu. Özgürlük, onun damarlarında akan bir fırtınaydı.
Torin, bir kristal dereye yaklaştı. Suyun yüzeyi, çift güneşin ışığını yansıtarak küçük gökkuşakları çiziyordu. Mekanik bacaklarını suya daldırdı; serinlik, sinir ağına bir dalga gibi yayıldı. Su, genç Kentaura’ların oyun alanıydı. Torin, suyun içinde sıçrarken, uzaktan bir ses duydu. Mekanik bacakların ritmik vuruşları yankılanıyordu. Kael’di bu; ışıkları mor bir enerjiyle parlıyordu.
“Torin! Yine mi suya daldın?” diye seslendi Kael, telepatik ağıyla zihninde neşeli bir titreşimle.
Torin gülümsedi. “Serinlik gibisi yok, Kael. Gel, sen de atla!”
Kael dört nala koşarak suya atladı, su exoskeleton’una çarpıp kristal damlalar saçtı. Tam o anda, dere kıyısında iki gölge belirdi. İki erkek Kentaura daha yaklaşıyordu: Ryn ve Zorak. Ryn’in sinir ağı maviden kırmızıya çırpınıyor, uzun boynuzları ışığı yansıtıyordu. Zorak ise daha sakin, ışıkları sabit bir maviyle parlıyordu.
“Bu ne gürültü böyle?” diye sordu Ryn, telepatik sesi zihninde sert bir dalga gibi yayıldı.
Kael sudan çıkıp kıyıya sıçradı. “Torin’le oyun oynuyoruz. Siz kimsiniz?”
Zorak öne çıktı, mekanik bacakları suya değmeden durdu. “Ben Zorak, bu da Ryn. Kırların öbür ucundan geldik. Sizi koştururken gördük.”
Torin, sudan çıkıp yanlarına yürüdü. “Ben Torin, bu da Kael. Madem buradasınız, bir oyun oynayalım. Suya dalıp en büyük kristal taşı bulalım mı?”
Ryn’in ışıkları mora kaydı. “Taş mı? Derinde bunlar. Zor iş.”
Kael güldü. “Zor mu? Görelim bakalım!” Dört arkadaş suya daldı. Mekanik bacakları suyun dibini karıştırırken, kristal taşlar etrafa saçıldı. Torin, bir taşın peşinden gitti, ama Kael ondan önce kaptı. Ryn suya dalıp çıkarken, Zorak sakin sakin bir köşede arıyordu.
“Buldum!” diye bağırdı Kael, elinde küçük bir kristalle sudan fırlayarak. “Kimse benden hızlı değil!”
Torin kıyıya çıktı, ışıkları mor bir şakayla parladı. “Hızlısın, ama benimki daha büyük olacak.” Tekrar daldı, suyun dibinde parlayan bir taşı yakaladı ve gururla gösterdi.
Ryn, nefes nefese sudan çıktı. “Hepiniz delisiniz. Ben bulamadım!”
Zorak, elinde minik bir kristalle sakin sakin yaklaştı. “Bunda acele yok. Küçük ama güzel.”
Torin güldü. “Hadi, bir oyun daha. Suyun karşı yakasına kadar yarışalım!”
Dört arkadaş tekrar suya daldı. Mekanik bacakları köpükler çıkararak hızlandı. Torin önde gidiyordu, ama Ryn son anda bir sıçrayışla öne geçti. Kael, suya çarparak güldü, Zorak ise geride sakin sakin yüzüyordu. Karşı yakaya vardıklarında, hepsi kahkahalarla kıyıya oturdu.
“Ryn, nerden öğrendin böyle koşmayı?” diye sordu Kael, ışıkları kırmızı bir yorgunlukla yanıp sönerek.
Ryn omuzlarını silkti. “Kırların öbür ucunda çok koştum. Siz tembelsiniz!”
Torin, suya bakarak gülümsedi. “Tembel değiliz, sadece eğleniyoruz. Sence bu dere neden böyle parlıyor?”
Zorak, kristal taşını elinde çevirdi. “Chironis’in bir oyunu herhalde. Bize hediye.”
Kael ayağa fırladı. “Madem hediye, bir oyun daha oynayalım. Suda yuvarlanalım!”
Ryn kaşlarını çattı. “Yuvarlanmak mı? Çocuk musunuz?”
Torin güldü. “Evet, ama sen de katılacaksın!” Dört arkadaş suya atladı, mekanik bacakları suyun yüzeyinde kayarken kendilerini akıntıya bıraktılar. Kahkahaları kırlara yayıldı; Torin, suyun serinliğini exoskeleton’unda hissederken, arkadaşlarının enerjisiyle doluyordu. Ryn hızlıydı, Kael neşeli, Zorak sakin; ama hepsi bir aradaydı. Erkek Kentaura’lar, gezegenin %99’unu oluşturuyordu; kırlar, onların dünyasıydı. Torin, bir an duraksadı. Dişiler, %1’lik gizemli varlıklar, aklına geldi. Ama bu düşünceyi kovdu; şimdilik, dere ve arkadaşları yeterdi.
Bölüm 3: Kulelerin Gölgesi
Chironis’in kristal ormanlarının ötesinde, yüksek kuleler yükseliyordu. Bu kuleler, gezegenin mor ve mavi biyolüminesans ışıklarıyla parlayan kristal dağlarının eteklerinde, yıldız enerjisini yansıtan camdan saraylar gibiydi. Rigil Kentaurus ve Toliman’ın ışıkları, kulelerin pürüzsüz yüzeylerinde dans ediyor, içlerini bir rüya gibi aydınlatıyordu. Her kulenin tepesinde, kanatlı dronlar süzülüyor, kristal duvarlar ise yıldız haritalarıyla işlenmiş birer sanat eseri gibi duruyordu. Burası, Kentaura dişilerinin dünyasıydı; gezegenin %1’ini oluşturan bu nadir varlıklar, erkeklerin %99’luk kalabalığından uzak, korunaklı bir hayat sürüyordu.
Lyra, kulesinin en yüksek odasında oturuyordu. Exoskeleton’u, sabah ışığında hafif bir buharla parlıyor, sinir ağı mavi bir sakinlikle ışıldıyordu. Dört mekanik bacağı, odanın kristal zemininde sessizce duruyordu; üst bedenindeki zarif kolları, bir yıldız tableti tutuyordu. Tablet, Chironis’in teknolojik sırlarını barındırıyordu: enerji ağları, kristal dronların yapımı, gezegenin biyoteknolojik döngüsü. Lyra, çocukluğundan beri bu tablette yazanları ezberlemişti. Dişiler, gezegenin bilim adamlarıydı; teknolojik gelişim, sadece onların elindeydi. Erkekler kırlarda koşarken, dişiler kulelerde bilginin efendisiydi.
Kapı açıldı, Morena içeri girdi. Işıkları mor bir enerjiyle parlıyordu; her zamanki gibi sabırsızdı. “Lyra, yine mi tablete gömüldün?” diye sordu, telepatik sesi zihninde tatlı bir titreşimle yankılanarak.
Lyra başını kaldırıp gülümsedi. “Eğitim bitmez, Morena. Yaşlılar bugün bize kristal çekirdekleri öğretecek.”
Morena, odanın kristal penceresine yürüdü, dışarıdaki ormana baktı. “Hep eğitim, hep öğrenme. Bazen dışarı çıkıp erkekler gibi koşmak istiyorum.”
Lyra’nın ışıkları kırmızıya çırpındı, ama hemen maviye döndü. “Biz %1’iz, Morena. Onlar %99. Bizim yerimiz kuleler, onların kırlar.”
Morena omuzlarını silkti. “Biliyorum, ama yine de merak ediyorum. Onlar ne yapıyor acaba?”
Tam o anda, odanın kapısı tekrar açıldı. Üçüncü bir dişi, Sylva, içeri süzüldü. Işıkları sabit bir maviyle parlıyordu; sakin ve düşünceliydi. Exoskeleton’u, diğerlerinden biraz daha sade, ama zarifti. “Sizi duydum,” dedi, telepatik sesi zihninde yumuşak bir dalga gibi yayıldı. “Ben Sylva. Yeni geldim. Bu kulede mi yaşıyorsunuz?”
Lyra ve Morena dönüp ona baktı. Lyra ayağa kalktı. “Hoş geldin, Sylva. Ben Lyra, bu da Morena. Evet, burası bizim yerimiz. Seni daha önce görmedik.”
Sylva, kristal zeminde bir adım attı. “Dağların öbür ucundan geldim. Yaşlılar beni buraya eğitime gönderdi. Siz de bilim mi çalışıyorsunuz?”
Morena güldü. “Başka ne yaparız ki? Gezegenin her şeyi bizim elimizde. Erkekler koşar, biz düşünürüz.”
Lyra, yıldız tabletini masaya bıraktı. “Morena abartıyor, ama doğru. Teknoloji, bilim, hepsi dişilerin işi. Yaşlılar bize her şeyi öğretiyor.”
Kapı bir kez daha açıldı, bu sefer yaşlı bir dişi girdi. Işıkları solgun bir maviydi; exoskeleton’u, yılların izlerini taşıyordu. O, Elder Vira’ydı, kulelerin en bilge öğretmenlerinden biri. “Kızlar, sohbeti kesin. Ders vakti geldi,” dedi, telepatik sesi sert ama dingindi.
Üç dişi, masanın etrafına toplandı. Vira, bir kristal küreyi ortaya koydu; küre, hafif bir vızıltıyla parlamaya başladı. “Bugün kristal çekirdekleri öğreneceksiniz. Chironis’in enerjisi bunlardan gelir. Dikkatle izleyin.”
Lyra, küreye baktı. “Bu çekirdekler dronları mı çalıştırıyor?”
Vira başını salladı. “Dronları, kuleleri, her şeyi. Gezegenin kalbi bunlar. Sizler, bu kalbi kontrol edeceksiniz.”
Morena’nın ışıkları mora kaydı. “Peki ya erkekler? Onlar bu enerjiyi bilmiyor mu?”
Vira’nın ışıkları kırmızıya çırpındı, ama sakinleşti. “Erkekler %99, ama bilim onların işi değil. Onlar kırların çocukları. Biz %1’iz, Chironis’in aklıyız.”
Sylva, küreyi eline aldı, dikkatlice inceledi. “Bu çok güzel. Ama neden sadece biz?”
Vira gülümsedi. “Çünkü doğa böyle istedi, Sylva. Dişiler az, ama güçlü. Zamanınız eğitimle geçecek, ta ki kulelerden çıkana dek.”
Lyra, Morena ve Sylva birbirine baktı. Günleri böyleydi: kristal kulelerde, yıldız tabletleriyle, yaşlıların öğretileriyle. Gezegenin teknolojik gelişimi, onların ellerindeydi. Erkekler kırlarda özgürce koşarken, dişiler bilginin ve gücün bekçisiydi. Lyra, küreye bakarken bir an duraksadı. Erkekler ne yapıyordu? Ama bu soruyu kovdu; şimdilik, kule ve arkadaşları yeterdi.
DEVAM EDECEK...