0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
362
Okunma
Mete, salondaki koltukta kucağındaki kitapla uyuyakalmış, sabahın soluk ışıkları altında hâlâ rüyanın kıyısındaydı. Okuduğu kitapları içinde yaşar, duygu yoğunluğu fazla olan yerleri okurken bazen hüzünlenir, bazen neşelenirdi. Kitapların içinde sadece olaylara odaklanmaz, karakterleri anlamaya çalışırdı; onların hislerinde, kendi duygularının izini sürerdi. Bazen odasında kitap okurken duygularına hâkim olamayarak gizlice ağlardı. Dışarıdan mesafeli, kararlı ve güçlü bir adam gibi gözükmesine karşın içinde derin acılar taşırdı. Yalnızlıkla beraber ansızın gelen melankolinin, ruhunun derinliklerinde uyandırdığı kasvet ağır gelse de ailesini üzmekten çekinir, en çok da annesini kendi gözyaşlarıyla yaralamaktan korkardı. Güçlü bir insanın ağlaması, izleyenler için umudun ülkesinde yaşanan bir yıkımdı. Ağlamaktan çekinmezdi; fakat gözyaşlarının bir başkasına unuttuğu yaraları hatırlatmasından korkardı. Güçlü insanlar etrafındakilere güven veren bir sığınak olmalıydı. Mete’nin ailesi ve arkadaş çevresinde farkında olmadan oluşturduğu imaj da buydu. Esmer yüzü yakışıklılığından ziyade duyguların anlık gölgeler gibi gezinip durduğu mimiklerinin çekiciliğiyle öne çıkıyordu. Ameliyat anında, izleyen herkes ellerindeki ince işçiliğin büyüsüne teslim olurdu. İşine olan tutkusu, yeteneği ve çabası yüzünde tarif edilemez, hayranlık uyandırıcı bir ışık yakıyordu. Onu fotoğrafta görenler çirkin bile bulabilirdi; ancak yürüyüşündeki eda, kibirsiz tavrı ve samimiyeti birleşince oldukça karizmatik biri olduğu anlaşılıyordu. Onun samimiyetine güvenen hastalar, şikâyetlerini çekinmeden rahatça dile getiriyordu. Çalışma arkadaşları arasında, uyumlu davranışlara sahip ve başarılı bir kariyere her gün bir adım daha yaklaşıyor olmasından dolayı saygı uyandırıyordu. Çocuksu hal ve hareketleri, sadece Jale’yle beraberken ona eşlik ediyordu; belki de ona âşık olmaya başlamanın getirdiği, alışık olmadığı bu garip ruh hali onu tuhaflaştırıyordu. Hayata hep iyi tarafından bakan, güler yüzlü ve olgun mizacının ardında, neşeye de aşka da yabancı bir çocuk gizleniyordu.
Sabah, Reyhan ziyarete geldiği evde kahvaltıyı hazırlamak üzere mutfağa yöneldi. Domatesleri soydu, dilimledi ve küçük bir kaseye aldı. Üzerine zeytinyağı gezdirdi, hafifçe tuzladı ve masaya götürdü. Jale ise tabakları diziyor, çatal-bıçakları özenle yerleştiriyordu. Reyhan, “Kız Jale, bize menemen yapsan mı? Senin elin çok lezzetli, ben o kadar beceremiyorum. Valla, hadi menemen yapalım!” nefesini tutarcasına, hızlı ve heyecanlı adımlarla mutfağa yöneldi. Buzdolabını karıştırırken birkaç sebze yere düştü. Hemen onları yerine koyduktan sonra bahçeye çıkarak yeşilbiber kopardı. Geri döndüğünde mutfakta mutsuz gözüken Jale, “Yumurtamız kalmamış, şansına küs canım.” dedi. Reyhan, “Gel biz seninle markete yürüyelim, bunların uyanacağı yok. Yavuz Dede yumurta yemeden güne başlamaz, şimdi bir de onun azarını işitmeyelim.” dedi. Jale, “Ne yapacağız markette? Daha açılmamıştır zaten. Boşuna oraya kadar gitmeyelim.” Reyhan, “Oraya kadar mı? Kız, market şurası ya! Burnumuzun dibinde! Allah Allah! Seni ikna etmek ne zormuş. Sütçüden alırız, o uyanmıştır, merak etme, evi marketten daha yakın. Çok yürümeyiz.” “Peki, madem bu kadar ısrar ettin, seni kırmayacağım.” dedi.