0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
419
Okunma
Minibüs düz ovaya varınca yavaşladı, şöför freni usul-usul yoklayarak arabanın hızını ayarlayıp motoru birinci vitese taktıktan sonra kontak anahtarı çevirdi ve ayağını debriyajdan çeker-çekmez de öne-geri kısa hamleler yapan motor aniden çalışıverdi;
"Şükür Allahım’a!"
Diyen şöförün keyfine diyecek yoktu. Çan-Ezine karayoluna çıktıktan biraz sonra, fokur-fokur kaynayan motor ile Bayramiç’e girerek bir araba tamircisinin önündeki boş arsaya park ettiler;
“ Siz inin, şu yandaki kahveye geçip, oturun! İlk çaylar benden. Tamir çok sürmez. Sonra Ezine’ye devam edecağiz. Sakın bir yere ayrılmayın ha! Zaten geç kaldık, eşyalarınızı bırakır, gaza basar çeker-giderim.”
Turistlere de bir Elinin 5 parmağını sallayıp kol saatini tıklayarak;
“ Fayf Minut.”
Dedikten sonra, basketbol maçlarında mola işareti verir gibi; Dik bir şekilde tuttuğu bir elinin orta parmağı üstüne, öbür elini dam gibi paralel bir şekilde koyarak, yabancı dil bilgisiyle;
“ Tee taym, plis!. Okey?”
Kendi sorusunu kendisi onayladı. Helen’in;
“ Bagajdan el valizimi ve sırt çantamı alabilirmiyim? ”
Sorusuna;
“Tabi hemşirem. Git al, bagaj açık.”
Dedi ve yolculara dönerek;
“Haydin tayfalar, gelin bakalım!”
Emriyle münibüsten indi ve kahveye doğru yürüdü. Phillipp ile arka koltukta kızı ve torunlarıyla oturan Nine dışında, bu emri tüm yolcular kabul ederek münibüsten inip tış-tıpış koyun sürüsü gibi şöförün peşine takıldılar. Nine ise inmek için onların yanından geçerken Helen’e bakarak dudaklarını aşşağıya doğru büzüp omuzlarını sileledi ve; “Ne yaparsın?” der gibi göz kapaklarını kısıp başını yana eğerek dostça bir gülümsemeyle ona göz kırptı. Ayağa kalkıp Helen’in oturduğu yerden çıkmasını bekleyen Phillip’te bu gizem dolu vedalaşmayı fark etmişti. Helen, onun soracağı ”Bu kadını sen nereden tanıyorsun?” sorusuna fırsat vermeden, önünden geçerek geri döndü ve;
“Sen kahveye git, ben hemen geliyorum.”
Diyerek aceleyle minibüsten indi ve eşyalarını almak için arkadaki bagaja doğru yürüdü. Helen’de Phillipp gibi bu Nine’den şüphelenmeye başlamıştı. Onun ses tonu, bilgiç davranışı ve yüz ifadesi her ikisine de yıllar önce birlikte Almanya’da yaşadıkları Kontes Sandra serüvenini hatırlatmıştı.
Helen eşyalarını bagajden aldıktan sonra minibüsün yanında kısa bir süre bekledi. Sebebi nedir bilinmez, hemen kahveye gitmek istemiyordu. Şöför geri gelip ona kısa bir bakış fırlattıktan sonra;
“Otobüs bekliyorsanız bu saatten sonra uğramaz.”
Gibi soğuk bir şaka yapıp, esprisine kendisi gülerek arabasına bindi, motoru çalıştırdı ve minibüs tamir atölyelerinin birine girerek kayboldu. O ise yolun kenarındaki alçak bir taş duvara eşyalarını yasladıktan sonra; “Nine’nin birazcık da olsa Kontes Sandra’ya benzemesi üzerine” kısa bir süre düşünmek için arkasındaki duvarın üstüne oturdu;
“Akşam alacakaranlık. Bayramiç’te ana yoldan epeyce uzak kuytu bir yerde küçük bir köy çifliği. Bir araba genişliğinde, gelişi-güzel taşlarla döşeli dar ve engebeli bir yol. Sağ ve solda; Bir dizi ortadan kesilerek yuvarlatılmış doğal ağaç gövdeleri bu yolu sınırlıyor ve bizi iki kanatlı kapı görevini üstlenmiş tahta bir çitin önüne kadar getiriyor. Kapının sağ kanadı içeriye doğru açık. Kapıya kadar yol boyu tüm arazi; Kabukları kurumuş ince eğri ağaç dallarının birbirine geçirilip bağlanarak devşirilmiş çitlerle sınırlı.
Giriş kapısı ardındaki alan; Yere çakılı, bel boyu yüksekte, orta kalınlıkta ağaç gövdelerine gerilmiş dikenli teller ile çevrili. Yan-yana sıralanmış; Sebzelikleri, kümesleri, büyükbaş hayvan ahırları, keçi-koyun otlama yerleri ile bu çiflik şirin ve temiz bir belde görünümünde.
Bu girişin oldukça sonunda; Araba ve ziraat aletleri için yapılmış küçük barakalar düzenli bir şekilde her iki yanda duruyorlar. Yıldızları gizlenmiş bu bulutlu gecede tek-tük uzaktan gelen çeşitli köpek ve cır-cır böceği sesleri duyuluyor. Yandaki çalılıkta bir hışırtı! Kamara aniden merceğini oraya doğru döndürüp, yaklaştırıp-netleştirerek görüntüyü gözlerimizin önüne getiriyor. Çalılıklarda bir hışııtı! Dikkatimizi o yöne çevirdiğimizde; Bir kedi birbirine yaklaştırdığı patileri üstünde dikili, kamburunu çıkarmış bir şekilde dişerini göstererek tıslıyor. Korkutmaktan çok, korktuğu belli.
Bakışlarımız yeniden öne çeviriyor ve 100 metre kadar uzun olan bu yolun bitiminde iki katlı bir köy evine doğru yürüyüş temposuyla yaklaşıyoruz. Binanın ortasındaki giriş kapısı kapalı. Kapının sağ yanındaki iki pencereli odada ise ışık var. İkinci pencerenin uzantısında tek kanatlı teras kapısının içeri doğru açık olduğunu görüyoruz. Esen rüzgarın tesiri ile ortada birleşen beyaz tül perde, hafif şekilde birbirlerine sürtünüp-sallanarak, açılmakta. Bu açık kapıya doğru yönümüzü değiştirip bahçe zemninden 15-20 cm yüksek olan beton terasa girdiğimizde, kapı aralığından kulağmıza bir Lir sesi geliyor. Ya perdelerin sallantısı bu müziğe, yada müziğin ritmi tül perdenin salıntısına ayak uydurmakta. Bu eşikte bir an durarak perde aralığınından odadaki eşyaların bir kısmını görebildiğimiz kadar parçalar halinde seyrediyoruz. Tam perdeyi aralayıp odaya girmek üzereyken, tülün bir kanadı yüzümüze doğru gelip, çarpıyor ve gözlerimizde beyaz bir boşluk bırakarak tüm görüntüleri siliyor. Alnımız ile bu tül perdeyi iterek, yavaşça yüzümüzü öne kaydırıp odaya girdiğimizde muzik seside azalmaya başlıyor. Odanın ortasında bulunan koltuk grubunun yanından geçerken de, kısılmaya başlayan musik, kulaklarımızda kurgulu bir çalar saatin tik-tak’larını bırakarak tamamen kayboluyor. Şimdi gözümüzün önünde; Her iki yanı yuvarlak cemekanılı, içinde ikişer cam raf olan, ortası dört çekmeceli, üstü aynalı, ceviz bir köy komidini var.
Durduğumuz yerden görüntüyü biraz daha büyülterek bakışımızı bu mobilyaya yaklaştırdığımızda; Aynanın çerçevesine sokulmuş çeişitli büyüklükte fotoğraf ve kartpostallar görüyoruz. Kısa bir müddet kamerayı bu resimler üzerinde yavaşça kaydırarak incelerken; Görüntü bir dost kartpostala takılıp duruyor; Truva! Bu kartpostalın üzerinde çeşitli küçük renkli fotoğraflar alt-alta sıralanmış ama, ortadaki sulu boya ile yapılmış büyükçe bir Tahta At resmi bu efsaneyi bilinçli bir şekilde bize vurguluyor. Kartpostalın hemen üstünde, yine aynanın çerçevesine sokulu eski bir siyah-beyaz fotoğrafta iki genç adam bir harabede kazma-kürek çalışmakta. Bu sararmış fotoğrafın tırtıllı makas ile kesilmiş beyaz alt kenarında ise el yazısıyla “Truva 1967” yazılı. Düzensiz bir şekilde komidinin üzerinde duran diğer birkaç porselen bibloyu, plastik çiçekli küçük saksıları, çeşitli büyüklükte çerçeveleri arkasındaki dayanak yardımıyla dik duran camlı fotoğraflar görüyoruz. Aynaya dayalı kitapların sırtlarını bir-bir yalayarak sağa doğru kayan kamera; Köşenin hemen bitimindeki yan duvarda asılı, altın kaplama ağaç çerçeveli, el ile boyanmış renkli bir fotoğrafa takılıp-kalıyor. Resme daha yaklaşınca, bir askerlik fotoğrafı ile karşılaşıyoruz. Fotoğraftın altındaki karmaşık el yazısından öğrendiğimize göre; Müslim Efe ve Çanakkaleli Mustafa asker elbiseleri ile ayakta poz vermektedirler. Bizleri asla yanıltmayan hafızamız bize; Bu askerlerin birinin Çanakkale’deki antikacı dükkanı duvarında asılı olan fotoğraftaki aynı kişinin olduğunu anımsatıyor. Aradaki tek fark; Çanakkaleli Mustafa’nın ağzı açık ve gülerek poz vermiş olması. Mustafa’nın; Biri yan yukarıda, diğer ikisi alt ortada parıldayan altın dişleri onun bu gülüşünü biraz daha abartıyor. Oda Muslim Efe gibi neşeli ve her ikiside gerçekten mutlular. Boyları aynı olan bu iki kepsiz asker, önde el-ele tutuşmuş “Kırkpınar Yağlı Güreş Pehlivanları gibi” biri önde-diğeri arkada duran ayaklarının üstünde yan-yana pozvererek; Kolarınından birini sırt üstünden dolayıp ön-aşşağıya salmışlar. Diğer kolları; Dirseklerini hafif kırılmış bir şekilde göbek hizasında bileklerindeki saatleri göstermektedirler. Müslim Efe’nin işaret ile orta parmağı arasında bir sigara var. Çanakkaleli Mustafa ise elinde siyah bir tesbih tutuyor.
Bakışımızı solda duran Müslim Efe’ye yaklaştırdığımızda yüzündeki mutlu ifadeyi dahada iyi tesbit ediyoruz. Zannımıza göre; Dudaklarındaki kapalı gülümseme ve gözlerindeki ışıltı onun Mustafa’ya karşı olan sevgisini dahada perçinlemekte.
Bu fotoğrafın hemen altında duvara yakın bir yere yerleştirilmiş ve koyu yeşil kadife bezle kaplı bir koltuk görüyoruz. Başı üçgen biçimde bitki motifleri taklit edilerek oyulmuş bu tahta koltuğun kol uçları da aynı motiflerle oyulu. Koltuk kollarının üstünü, kenarları elişi dantel örmeli dört köşe beyaz tozluklar örtmekte. Oturma yerinde ise gül motifli ile bezenmiş beyaz-turuncu-sarı bir yastık dayalı. Bu kareye; Başımızı biraz geri çekip, öne doğru eğerek sağ yanda duran küçük sehpayı da ekleyebiliriz.
Koltuk ile bu üstü yuvarlak camlı sehpanın altında orta büyüklükte bir Anadolu Kilimi serili. Sehbanın üstünde ise; İçine 2-3 izmarit bastırılmış kül tablası, siyah kalın çerçeveli bir gözlük, ikiye katlı gazete, yarı dolu su bardağı, zarfı yırtılarak açılmış bir mektup, sigara paketi ve bir kibrit kutusu duruyor. Sehpanın altına yayılı eski bir gazete kağıdının üzerinde ise, düzenli bir şekilde duran bir çift yeni boyanmış temiz siyah ayakkabı dikkatimizi çekiyor. Yanında duran çamurla kirli el bezine bakılırsa; Burada sergilenen ölüm hazırlıklı ve planlı yapılmış demekki. (İleride bu anlatım tarzı ile ortaya attığımız cinayet tezini dahada iyi pekiştireceğiz).
Şimdiye kadar düzenli ritimle arka planda tik-tak’layan çalar saatin sesi, yukarıdaki “Ölüm Tezi” ile aniden öne çıkıyor ve kulak zarlarımızı tokmaklıyor bu çınlamaların eşliğinde; Odanın bitiminde duran açık kapıdan yandaki yatak odasına geçerken seslerin tınısı azalmaya başlıyor.
Yerde çok renkli, bu yöreye özgü motifli, el tezgahında dokunmuş bir halı var. Bu halı karşımızda duran yatağın ayak ucuna dek uzanmakta. Yatağın yan tahtası ile yere sarkan yatak çarşafı arasından çıplak bir ayak dışarı sarkıyor. Belli ki bu ölü(!) karın üstü yatmakta.
Gittikçe sıklaşan ve sesini yükselten acele tik-tak’ların ritmi ile, yere düşmüş ayağı beyaz çarşafın altından yukarya doğru takip etmeye başlıyoruz. Diz, baldır, kalça, bel ve sırt bombeleri eşliğinde yüz hizasına kadar gelen gözlerimiz; Yastığa yan olarak yaslanmış fotoğraftki bir tanıdık yüze çarparak, durur; Müslim Efe!
Şaşkın bakışlarımızı yandan aşşağıya doğru kaydırdığımızda;Omuz hizasından beyaz çarşaf üzerine çıkmış çıplak bir kol karşılaşımıza çıkıyor. Saniyelerin amansız vuruşları eşliğinde yukarıya doğru bu kolu endişeli bir şekilde hızla takip etmeye başlar-başlamaz da, tik-tak seslerinin tınısı azalıyor. Kamera yastığa yatık yarım yüzden, yerdeki halıya değdiği anda deviimde bitiyor.. Şimdi ekranda; Sırt üstü halı üstünde yatık-duran bir ölü elinin, örümcek gibi yukarı doğru açık parmaklarının fotoğrafı vardır.”
Helen kendine gelerek sebebi açıklanamayan bu kabustan kurtuldu ve aceleyle eşyalarını alarak kahveye doğru yürüdü. Olanların hiçbir mantıki açıklaması yoktu ve aramadı bile. Kahvenin öndeki üç basamağı çıkıp terasa girdiğinde, Phillipp bir masada çayını yudumlamaktaydı. Helen’de onun yanına giderek oturdu ve onun için ısmarlanmış çayı alarak içmeye başladı. .
Bu çay ocağının tabanı arabaların park ettiği yerden nedense 40-50 santim yüksekteydi ve üzerinde yürüdükleri terasın tahta zemini de düzensiz olarak gıcırdamaktaydı. Her ikiside kahveye girerken bu yüksekliği zaten 3 taş merdiven çıkınca anlamışlardı. Phillip’in arkeolog gözleri, Helen’in ise keskin ve yanılmasız hafızası, bu yükseltinin altında eski bir Roma duvarınn kalıntısı olabileceğini ele veriyordu. Phillipp biraz önce üstüne basıp yukarı çıktıkları üç eski taş-blok merdiven basamağına tekrar baktı. Kenarlarındaki kırıkların yüzeyleri aşınmış cam gibi parladıklarına göre oldukça eski olmalıydılar. Ona kalsa çoktan bu terasın altına süzülüp; Duvarın örgü konumunu, fizik yapısını inceler, eğer kaldı ise yapışım ve katkı malzemelerinden lablotuarda kimyevi ve fiziksel tahlil yaptırmak için birer örnek alırdı. Oturduğu yerden ayağa kalkarak merdiven bitiminden çay ocağının duvarına kadar birkaç adım attı. Her iki yanı masalar ile sıralı olan bu 4 metre geniş tahta döşemeli terasın ortasında kalan 2 metrelik geniş koridor boşluğunda bir müddet öteye-beriye düşünerek dikkatle yürüdü;
“Turiste bak, terası ölçüyor!”
“Kaldırım Mühendisi olmasın?”
“Yok be gülüm! Minibüs’te salamura olmuş bacaklarını açmak için idman yapıyor..”
“Ula Fakir! Koca çimen-yol bitti de, aha burda mı idman yapir?”
Gerçekte ise o; Girişten 2 metre sonra bu tahta zemine niçin alttan, 40-45 santimetre geniş bir taş duvarın destek verdiğini düşünmekteydi. Bu sağa-sola ve öne-arkaya değişik adım darbeleriyle yürümesinin sebebi de bundandı. Müşterilerin tenkitlerini duyunca, araştırmasından vazgeçti ve masasındaki yerine oturmak için geri döndü. Kahvedeki bu konuşmalar yandaki lokantada oturan bir adamında dikkatini çekmişti. Temiz bir beyaz iş ceketi giymiş olan bu bey lokantanın sahibi yada garsonu olabilirdi. Gerisinde de Nine; Çay içip simit yiyen kızı ve iki torunu ile oturmaktaydı.
Bu çay ocağı ile lokantayı sadece tavanda asılı duran basit bir tabelanın ayırmasına rağmen; Masaların, sandalyelerin, yer ve duvarlardaki dekorasyonun kalitesi bu sınırı daha iyi belirlemekteydi. Günün bu erken sabah saatinde yemek yiyende yokdu bu Lokantada;
“ Hasan, Evladım!”
“ Buyur Müslim Efe!”
Helen bu adı duyar-duymaz şaşırdı. Biraz önce onun kendi çifliğinde yatakta ölü olarak yattığını düşlediğini hatırlayınca da, Moderrn Ruh Bilimi’nde “Kasandra Dilaması” adını veren; Olayın olacağını bilipte, kimseye bu gerçeği kabul ettiremeyen” olgu içindeydi o şimdi sanki;
“ Şu ustanı çağır da dışarıya bir baksın! Bak Turist dükkanı ölçüyor. eski eserler istimlakı falan gelmesin?”
Diyen bu adamı dahada dikkatle incelemeye başladı. Phillipp ise bu ikazı duyunca hemen durdu ve geri dönerek güzel bir türkçe ile;
“ Ölçmüyorum Beyefendi...”
Diye cevap verdi. Yanına kadar gidip, usulca;
“Bu terasın altında, girişten 2 metre sonra 40-45 santimetre genişliğinde kalın bir duvarın olabileceğini düşünüyordum da”
Lokantada oturan Bey; Ya Philipp’in dürüstlüğüne, ya bu cevabın doğruluğuna, yada yabancının güzel bir türkçe ile verdiği cevaba şaşırıp-kalmıştı. Bu arada çay ocağının sahibi ile çırak dışarı çıkınca;
“Hidayet, bir çay daha yap bana. Çırağını bakkala sal da bana cigara alsın.”
Geçiştirmesiyle ayakta duran Philipp’e;
“Buyrun oturun, misafirimsiniz.”
Diye masasında yer gösterdi ve
“ Bir çay da misafirime.”
Siparişini verdi;
“ Olur Müslim Efe!”
Çaycı tam içeri girmek üzereydi ki, Phillipp;
“ İkramınıza teşekkür ederim ama, ben yalnız değilim de...”
Cevabıyla arka masalardan birinde kitap okuyan Helen’i gösterdi. Maksadı bu daveti nazikçe red etmekti;
” Çaylar üç oldu Hidayet. Hepiniz Misafirimsiniz. “
Bu sözü Müslüm Efe Helen’inde duyması için biraz yüksek sesle söylemişti. Terastaki tüm masalardan ansızın bir alkış ve yaygara sesleri yükseliverdi;
“ Yaşa be Bolu’lu Müslim Efe! Bugün yine bonkürlüğün üstünde. Hidayet, Çaylar 4 oldu.”
“ Benimki kahve olsun canım kardeşim, orta şekerli.”
“ Hidayet’ciğim, şu benim çayımı da bir tazeleyiver, bre!”
“ Haydi, bir gazozda ben alayım canım kardeşim.”
“ Kesene bereket Müslim Efe! Bir portakal çayıda bana gelsin.”
Kora halinde gelen bu istekleri duyunca, kahveci Hidayet Müslim Efe’ye gülen gözlerle baktı;
“ 5 Çay, bir Gazoz, bir kahve, birde portakal çayı?”
“ Ben sadece turistleri kastetmiştim ya, neyse. Sor bakalım Madam ne içer?”
Helen kitabından başını kaldırıp yerinden hafifçe doğrularak güzel bir Türkçe ile;
“ Teşekkür ederiz. Biz içtiğimizi kendimiz öderiz.”
Nezaketiyle bu soruyu red edince;
“ Olurmu hemşirem. Daveti red etmek ayıptır burada.“
Bunu Helen’de biliyordu;
“ Bak biz bile zorla içiyoruz, di mi hocam?”
“ Ulan hergeleler. Beleşi görünce kuyruğa girdiniz yine!“
“ Beleşin tadı, baldan tatlıdır, Müslim Efe!”
“ Hidayet, benim Lokantamdaki müşterilerin başları kel mi? Sor bakalım onlar da ne içer.”
Herkes gülerken Müslim Efe’nin;
“ Buyrun oturun.”
İkinci davetini Phillipp red etmeden kabul ederek onun gösterdiği sandalyeyi çekerek oturdu;
“ Arkeolog’musunuz?”
“ Evet.”
“ Benim bildiğim kadarıyle burada eskiden bir Kervansaray Konağı varmış. “
Diye söze başlayan Müslim efe, masadaki paketten bir sigara çekti ve paketi Phillipp’in önüne doğru sürdü;
“Buyurun.”
Sigarasını yaktı ve elinde yanan çakmağıyla Phillipp’i bekledi. Oda teşekkür ederek paketten bir sigara alıp dudaklarına yerleştirince, onunkinide yakarken;
“Çok eskileri ise bilinmez. Sözünü ettiğiniz duvar, Roma yapılı bir su sarnıcından kalan 35 santimetre kalınlığında ve yoldan yarım metre yüksekliğinde kırmızı yassı tuğlalarla kemer şeklinde örülmüş bir guppenin kalıntısıdır. Ben kazılar bittiğinde geldim. Burada gömü bulunduğu bile söylenir. Kasten “Hazine” dememişti. Zira bu isim hem Eski Eserler Polisi’ni ilgilendirir, hemde halkın huzurunu kaçırırdı;
“Zaman ne kadar da çabuk geçiyor beyim... “
Diyerek sigarasından düşünceli bir şekilde ciğerlerine çektiği dumanı havaya püskürtürken;
“50 Yıl önceydi...”
Konuya ilgi duyan Helen, elindeki Çayı ile yanlarına gelmişti;
“ Hey gidi günler, hey!”
“ Oturabilirmiyim?”
“ Tabi Bacım, buyur. Evinizde gibi rahat edin lütfen.”
Diyerek ayağa kalktı ve karşısıdaki sandalyeyi gösterdi, oturdular. Helen aynı zamanda Nine’yi daha yakından izleyebilmek için bu daveti kabul etmişti;
“ Ne diyordum? Eveeet... Ben buraya geldiğimde 14 yaşındaydım. İlkin çırak olarak çalışmaya başlamıştım O zamanlar buraya lokanta-falan denmezdi. Sadece bir kazan çorba ve bir adet günlük yemek pişirilen bir Aş Evi gibi bir yer idi burası. Şimdi ise bu güzel lokantanın sahibiyim efendim. Dediğim gibi, ne kadar da çabuk geçiyor Zaman... ”
Tam Sigarasından bir derin bir nefes çekip; “ Hey gidi günler...” diyecekti ki, Helen onun sözünü kesti;
“Bir kemerli su sarnıcından bahsediyordunuz.”
“ Haa! Evet, evet. Eskiden Karavan Konağı imiş burası.“
Yarı yanık sigarasını kül tablasının oyuğuna sıkıştırarak, boş kalan eli ile;
“ Şu çepçevre binalar; Ahır, yağ deposu, tahıl ambarı imişler. Alanın girişi olan bu arsa ise kalın ve yüksek bir duvar ile kapalıymış. Arka yandan üstü kemerli büyük bir ahşap kapıdan girilirmiş bu meydana. Benim zamanımda “Han” denirdi, şimdi Sanayi Sitesi oluverdi.”
Çayından son yudumu aldı;
“ Yarım yüzyılda çok şey değişti, çok!”
Çaylar gelmişti. Çırak masaya koyup;
“ Afiyet olsun “
Dedikten sonra diğer masalara siparişleri dağıtmak için dönerek gitti;:
“ Kesene sağlık Müslim Efe!”
“ Allah Halil İbrahim Bereketi versin!”
“ Ne de tatlıymış Halil İbrahim Bey’in ikramı...”
Başını o yöne çevirip yerinden hafifçe doğrulan Müslim Efe gülen müşterilere kızgın bir şekilde;
“ Gevezelik etmeyin bre! İçeceklerinizi için ve adam gibi oturun”
Dedikten sonra tekrar yerine oturdu ve Helen ile Phillipp’e dönerek;
“ Nereden geliyorsunuz?“
“ Çanakkale’den”
“ Hangi ülkeden demek istedim.”
“ Pardon, Almanız.”
“ Güzei, güzeeel! Truva’da mı kazı yapıyorsunuz.”
“ Hayır...”
Phillipp henüz sözünü bitirmemişti ki, Müslim Efe yeniden sordu;
“ Yolculuk nereye?”
“ Kısmetse, Ayvalık’a”
“ Kazı için mi?”
“ Hayır tatildeyiz. Yunanistan’da yaptığımız kazıya ara verildi de...”
“ Evet?”
“ Topraktan; Tarihi dönemi konumuna uymayan bir bulgu çıktı da...”
Tam “Şarap Testisi” hikayesini anlatmaya başlıyacaktı ki, masa altından Helen’in ayakkabısının ucunu topuğuna yiyince sustu. Onunla göz-göze geldiler. Phillipp; “Acaba bu yabancı adam güvenilir birimi?” diye kendi-kendine soru sorarken, Helen’se; “Niçin anlatıyordu tüm bunları Phillipp bu Adama? Ya Gazete Ajanı ise? Ya yarın boy-boy resimleri çıkarsa günlük bulvar gazetelerinde?” diye içinden yakınmaktaydı;
“ Sonra beyim?”
İsrarına kuşkulanan Helen muhabbeti yarıda kesip;
“ Sizi daha fazla rahatsız etmeyelim. Biz müsadenizi rica etsek”
“ Ne demek Bacım müsade sizin! Ne güzel konuşuyorduk. Öglen yemeğine misafirimsiniz.”
Helen kalkmakta israr ederek;
“ Teşekkür ederiz. Biz çarşıyı biraz gezecekdik de!”
Birden aklına şöförün “Kahveden ayrılmak yok. Eşyalarınızı bırakır basar gaza, çeker giderim ha!” diyen tembihi aklına gelince de;
“ ...Tabi o zamana kadar minibüsümüzün tamiri bitmezse...”
Gibi anlamsız bir bahaneyle sözünü bitirdi. Bunu farkeden Müslim Efe;
“ Bacım, sorularımla sizleri sıktım galiba?”
Philipp hemen durumu kurtarmak için araya girdi ve özür dilercesine;
“ Rica ederiz, olurmu öyle Şey? “
“ Yanınızdan ayrılmak istememin sebebi; Lokantanızda oturan Nine’ye bir şey soracağım da. Müsadenizle.”
İsrarı ile ayağa kalktı ve;
“İkramınız için teşekür ederim,”
Diyerek çay bardağını alıp, Nine, kızı ve torunlarının oturduğu masaya doğru ilerledi. Müslim Efe onun ardından;
“ Güzel, güzeeel..”
Uğurlama övgülerinden sonra Phillipp”e dönüp;
“ Siz Truva’da hiç kazı yaptınızmı?”
Sorusu onun kulaklarında gittikçe kısılarak kayboldu. Helen; Nine, kızı ve torunlarını Anadolu’da “Merhaba” yerine sık kullanılan;
“Selamın aleyküm!”
Yani, arapça Tanrı Selamı ile selamladıktan sonra;
“Yanınıza oturabilirmiyim?”
Diye sordu;
“Tabi kızım, buyur.”
Ona oturmasıı için yer gösteren Nine’nin Kontes Sandra ile hiçbir benzerliği olmadığını ilk bakışta farkedince rahatladı;
“Alman’mısınız?”
“Evet.”
“Şöferin kabalıklarına aldırma kızım. Türkiye’de erkekler kendilerini bir şey sanırlar. Avrupa’da olduğu gibi, burada kadın-erkek eşitliği diye bir şey arama.”
“Dışarıda kaldınızmı hiç?”
“Rahmetli’m yabancı işçi iken 14 yıl Almanya’da yaşadık. Kadınların serbestliğini, devletin adilliğini görünce; Hem kıskandım hemde kahroldum, bizde niye herşey böyle ters diye! Türkiye’de tatildemisiniz?”
“Evet.”
“Arkeologmuşsunuz. Lokanta sahibi ile muhabbet etiğinizde duydum.”
“Evet.”
“Anadolu’nun hangi toprağını sıksan tarih ve dostluk fışkırır kızım. Ülkemi meth etmek gibi olmasın ama, ben ülkenize ve ülkeniz insanlarna bir türlü ısınamadım.”
Helen sebebini bildiği halde yinede sordu;
“Neden?”
“Mal varlığını çok önemseyip, kendilerini bir şey sanıyorlar. Tabi bu kötü bir şey değil, beni yanlış anlama kızım! Bize misafir gözüyle değilde yabancı gözüyle baktıklarından...”
Durdu ve onu dikkatle dinleyen Helen’i kısa bir müddet süzdükten sonra;
“Eeee, nede olsa 2 kere Dünya Harbi’ne girip, kaybemek kolay değil. Bizse; Misafir severiğimizden, eli-açık olduğumızdan, merhametimizden ve bu dünyaya değil, öbür dünyaya daha çok önem verdiğmizden çekiyoruz.”
Gibi kısa, öz ve derinliği olmayan sözleri Nine’nin ağzından işitince, bütün şüpheleri tam kaybolmak üzereydi ki Nine’nin;
“Çekenmi, çektiren mi?”
Cümlesini duyunca irkildi. Böyle bir sözü Kontes Sandra’nın; Almanya’da onlarla vedalaşırken kullandığını hatırladı. Birde şimdi Nine’nin dudak uclarında beliren kinayeli gülümsemeyi görüğünce, şüphesi endişeye dönüştü;
“N’oldu kızım, yanlış birşeymi söyledim?”
“Hayır, hayır! Yolculuktan biraz yorgunum da. Sizleri bir selamlayım dedim.”
“İyi etmişsin.”
“Müsadenizle.”
Diyen Helen yerinden kalktı ve suskun bir şekilde Phillipp’in yanına gelerek otırdu. Helen’i yeniden selamlayan Müslüm Efe Phillipp’e;
“Eveeeet, ne diyorduk? Ha! Truva’da kazı yaptınızmı diye sormuştum.”
“ Yıllar önce Berlin Üniversitesi’nin katıldığı bir araştırma grubunda görevliydik. Bu çalışmamız 1 ay kadar sürdü. Sonra 3-4 defa da...”
“Yani kazmadınız!”
“ Kazmak kadar araştırma ve buluntuları analiz etmek de önemlidir. Kazının niteliği, maliyeti, süresi ve Resmi Makam’lardan alınacak izin tüm bu araştırmalara ve verilen raporlara bağlıdır. Böylece beynelmilel kurumlardan kazının finanse edilmesi gibi maddi yada personel yardımı sağlanır.”
“Güzeeel, güzel”
Tekrarlamasını kesen Helen konuya direk girerek;;
“ Ya siz? Hiç Truva’ya gittiniz mi?”
“ İnanmıyacaksınız ama 3 yıl orada çalıştım, bacım.”
Helen, ”Bu adam; 14 yaşımdan beri buradayım, dememiş miydi biraz evvel?” diye düşünürken, Müslim efe sözüne devamla;
“Askerden sonra 3 yıl çalıştım Truva’da. Askerde Artist Mustafa diye biriyle yakın dost olmuş idim. Çanakkale’li idi. Truva’yı anlata-anlata bitiremezdi. Bilirsiniz askerlik zordur. Bir türlü geçmez zaman. Talimde iken haydi neyse de, şu hafta sonları yokmu? Sıkıntıdan patlar insan! Birde çarşıya çıkma yasağı veya sınırlı izin varsa yandın demektir, kışlada kapanır kalırsın. Çanakkaleli Mustafa Homer denen bir ozanı anlata-anlata bitiremezdi. Onun yazdığı İlyada Destanı’ndan olayları anlatır, oynar ve şiirler okurdu.”
Durdu ve sanki o anları anımıyormuş gibi her ikisine baktı;
“ Niçin anlatıyorum bunları size ben ? Sizleri yine hatıralarımla sıkmayım?”
“ İlginç! Devam edin lütfen.”
“ Eveeet, ne diyordum?”
“Çanakkaleli Mustafa’dan bahsedişyordunuz.”
“Eveeet. Homer’i ezbere bilirdi! Onun destanlarından, sanki kahramanı o imiş gibi; Her karaktere uygun olarak bölümler okur, olayları şiir gibi kafiyeli bir şekilde söyler ve anlatılan olayı artist gibi oynardı. Bana da bazen kısa cevaplar yada sorular ezberletir, roller verirdi...”
Herhalde gözünün önüne o anılardan bir sahne gelmiş idi ki, durumun komikliğini hatırlayarak, güldü;
“Bir kere de Başçavuş bizi, çıplak etimize yatak çarşafları sarmış bir şekilde ranzanın üstünde oynarken yakalayınca... Erkekliğimizden şüphe etmişti.”
Son Çümleyi ağzında gülerek yuvarladı ve kaybetti;
” Homer’i okumak kadar, yaşamak önemlidir”
Bu benzetme lokanta sahibini çok duygulandırdı;
“ Öyledir Efendim, öyledir... Buyurduğunuz gibi, Mustafa’da hep bunu söylerdi. Olayın kahramanı o kadar içtenlikle benimserdi ki, herkes onun akli dengesinin bozuk olduğundan şüphe bile ederdi. Zira bir yığın tanrıları vardı bu Antika Yunan’ın. Durdu ve;
“Pardon “Antik” demek istedim.”
Düzeltmesiyle gülerek sözüne devam etti;
“O ise bu destandaki tanrıları isim ve görevleriyle açıklar ve; “Cahil İnsanlar eskiden tabiat olaylarına bir sebep bulamayınca, her bir olaya sorumlu olarak ayrı bir tanrı icad etmişler, böylece de “Çok Tanrı” lı bir dönem doğmuş, değilmi efendim? Biz ise bugün, bilinçli insan olarak tek bir Tanrı’ya inanıyor ve olaylardan onu sorumlu tutuyoruz.”
Bu açıklamanın tenkitmi yoksa kinayemi olduğunu bu gün bile bilemiyordu Müslim Efe;
“ Neyse. Ne diyorduk? Eveeet Truva! Vakit öldürmek için; Olay nerde geçiyor, kim-kime-niçin saldırıyor, bu kahraman’ın adı yada Tanrı’nın görevi nedir? Gibi sorular sorardık birbirimize. Maksat eğlence değilmi efendim, vakit geçsin işte! Alman Arkeolog Şiliman’ın Truva’da kazılar yaptığı yıllarda büyük dedesi kuyumcu imiş Kapalı Çarşı’da ve oğlunu İstanbulda fransızca üzerinden tahsil veren bir kolleje göndermiş. Günün birinde Çanakkale’de;“Şiliman Ekibi’ne yataklık edip, Kral Priam’ın hazinesini yurt dışına kaçırılmasına yardım etti!” diye söylentiler çıkmış mı? Olayda hiç suçu olmadığı halde; İhbar, arama, soruşturma derken işleri bozulmuş bu dedenin. Aile de bu yüzden tüm servetini kaybedince Çanakkale’ye yerleşmişler. Babası harabelerde rehberlik yaparak aileyi anca geçindirebiliyormuş.”
O Anda kahveci yanlarına gelince sustular. O tepsisindeki iki çayı Phillipp’in ve Müslim Efe’nin önüne koydu. Boş bardakları toplamadan önce, tepside üstü tabakla kapalı kırmızı küpüklü bir Şerbet’i Helen’e göstererek;
“Bu da benim size ikramım olsun Bacım.”
Diye masaya bıraktı. Philipp’in gözleri “Fal Taşı gibi” açılmıştı. Bunu fark eden Helen;
“ Yine şansın yerinde bugün Phillipp. Ver şu çayını bana, ben içeyim.”
Diyerek üstü köpüklü kızıl nar şerbetini Phillipp’in önüne doğru sürdü. Phillipp’in mutluluğu, yassılaşan göz ve yayılan dudak uçlarından belli oluyordu. Çünki o; Çanakkale Arabalı Vapur İskelesi önündeki meydanda karşılaştığı Nar Suyu serbet satıcısı ile yaşadığı serüvenleri yeniden hatırlamıştı. Gülerek ona teşekkür eden Phillipp bardağın üstündeki tabağı kaldırarak bir yudum içence yüz ifadesi buruklaşıverdi. Emin olmak için aldığı ikinci yudumunu; Yanakları içinde dil ucu ile döndürerek çalkaladı ve yutkundu. Şimdi yüzüne mutlu bir İfade belirmişti;
“ Biraz ekşidir. Limon sıkılmazsa şaraba kaçar da...”
Çaycı, Phillip’in onca yıldır çözemediği bir sırrı böylece elevermişti;
“ Ondanmış demek! Ben bu limoniliğin tabii olduğunu sanırdım.”
“ Yok Beyim, limonilik Nar’ın hamlığından gelir, Ona burada “Koruk” deriz. Ama onun sarı-turuncu-yeşil kabuğu Ege’nin kızgın güneşinde kavrulup, birazcık kahverenginin kızıl tonarına kaçmaya görsün... ”
Müslim Efe bu muhabbeti bir el darbesi ile keserek;
“ Oğlum Hidayet! Manava çevirdin bizim lokanta dükkanını.”
“ Özür dilerim. ”
Diyen çaycı boş bardakları tam tepsisine toplayarak gitmek üzere idi ki, Phillipp yerinden kalkarak kahveciyi kolundan tutup;
“ Lütfen.”
Diyerek yanına çekti ve Müslim Efe’ye de rica edercesine baktı ve;
“ Çok ilginç bir konu! Müsaade ederseniz?”
“ Tabi buyurun. müsaade sizin!”
Böylece kahveci Hidayet de onların masasına oturmuştu;
“ Hatırladığım kadarıyla; Üniversite yıllarımda acımsı bir tadı vardı bu şerbetin. Ne ekşiydi nede buruk.”
“ Onlar Yabani Nar’dı Beyim, ehlileştirildiler.”
“ Neden?”
“ Arıcılığa zarar veriyormuş bu acı tad! Ayrıca aşırı olgunlaşan Yabani Nar koyu kahverengiye kaçınca, kararır. Cildi de düz ve parlak olmayıp, “Ninemin Şeyi” gibi bum-buruşuktur. Çaycı Hidayet, geride çay içen Nine’yi tabiki unutmuştu. Müşeriler bu lafa gülünce, utanarak yerinden kalkıp
“ Pardon!”
Diye ondan özür diledi.
“ Otur evladım, otur. Burada öyle derlerse senin suçun ne ki?”
Kahveci Nar Şerbeti gibi kızarmıştı;
“ Sen anlatına devam et evladım. Ben bilirim Yabani Nar’ın zehirini. Çok can aldı, çok!”
Çaycı Hidayet şimdi, sırtı Phillipp’e dönük, sandalyesine yan oturmuş bir şekilde Nine ile sohbet etmekteydi;
“ Şifası çoktur ama Nine! İnsanlar bilgisiz ise Nar’ın suçu ne? Eski Yunanlılar bundan merhem yapıp amansız yaraları bile iyileştiriyorlarmış. ”
“Öyle şifamı olur, Oğul? İyileştireceğine, can alan!”
Helen ise Eski Roma İmparatorluğu’nda hakikaten Bergamalı bir cerrahın bu merhemi kullandığını ve; Kara Nar’ın özüne karıştırdıığı bitkilerle yaptığı merhem ile Kollosoyum Arenası’nda savaşan gladyatörlerin birçok amansız yaralarını iyileştiriğini tarih kitaplarında okumuştu.
“ Zamanla ballar da acılaşınca...”
Helen düşüncelerinden sıyrılarak bu ilginç muhabbete tekrar kulak verdi;
“- ...Köylülerde bu Yabani Nar’ın zehirli olduğunu bahane ederek tüm ağaçları ya kesmişler, yada aşılayıp ehlileştirmişiler.
“ Benim yıllardır dikkatimi çeken bir şey var Hidayet Bey. Hani şu sizin şerbetinizde bir burukluk var ya...”
“ Baharda yere düşen nar çiçeğinin yapraklarından gelir, beyim. Bu solmuş pembemsi çiçek yapraklarını, toplar, bez üstünde kurutur, un halinde öğütür ve zamanı gelince şerbetin içine koyarız.”
Müslim Efe Hidayet’e; Her ikisinin görmedikleri bir anda, sağ kaşını yukarı kaldırıp çay ocağını gösterdi ve başını tekrar aceleyle öne indirdi. Kahveci bu ihtarı anlamıştı;
“ Haydi bana Müsaade!”
Acelesiyle boş bardakların durduğu tepsisini aldı ve;
“Afiyet olsun!”
Diyerek kalkıp-gitti;
.“Eveeet. Nerede kalmışdık?”
“ Çanakkaleli Mustafa.”
Diye hatırlattı Helen;
“ ...Onun kamyonu ile Truva kazılarından toprak taşırken, bir akşam bana bir kitap getireceğinden bahsetti. Daha doğrusu göstereceğinden. Ertesi Gün...”
Durdu; “ Biraz önce tanıştığım bu insanlara ben bunları niçin anlatıyorum?” diye düşündü ve
“ ...Hastahanede onu ziyaret ettiğimde...”
Diye usulca devam etti;
“ ...Yanında karısı ve 9 Yaşındaki oğlu da vardı. Garip bir kaza geçirmiş Çanakkale yolunda.”
Helen ve Philipp’in dikkati şimdi; Bu 9 Yaşındaki oğula ve garip kamyon kazasına takılıverdi. Çünki her ikiside bu olayı Çanakkale’deki Antikacı Dükkanın’da bir genç delikanlıdan dinlemişlerdi;
“ Sonra?”
“ Karşıdan gelen, görünmeyen bir araç ile çarpışmış kamyon. İşin garibi de; Ne kamyonda bir hasar, nede yolda bir fren izi varmış. Tabiki kimse inanmamış bu kazaya. Bir müddet hastahanede yattı. Bir gün ziyaretine gittiğimde yanında babası vardı. Ufak-tefek ama çok muhterem ve kültürlü bir inasndı.”
Şimdi bu adam; “Fransa’da Arkeoloji okumuş.” derse şaşmayacaktı Phillip;
“ Fransada Arkeoloji okumuş. Onun babasıda tanımış bir antikacı ve kuyumcu imiş İstanbul’da Kapalı Çarşı’da.”
“ Bu Kadarıda fazla!”
Diye içinden karşı çıkan Phillipp’e;
“Efendim?”
Sorusu Müslim Efe’den gelince; Yüksek sesle düşündüğünü sanarak, hayret dolu gözlerle ona bakan Helen ve Müslim Efe’den özür diledi. Çanakkale’yi terk ettiklerinden beri ilk defa, Akçe’nin şimdi lafa karışmasını da hayretle karşıladı. Masa üstüne koyduğu dirseğinin desteklediği elini alnının önüne koyarak tam; “Ne yapması gertiğin” düşündüğü anda;
“ ...Eveeet, ne diyordum?”
Sorusuyla anlatımına devam eden müslüm Efe’nin sorusuna;
“ Üstü siyah ziftli bezle kaplı bir cilt kapağından bahsediyordunuz.”
Diyen Akçe’nin Phillipp’in sesi ile cevap vermesine, Hellen ve Müslim Efe’de şaşırdı, Ses onun sesi idi ama, bu cümleyi o söylemmeişti ki! İçinden; “Çok şükür her ikiside bunu farketmediler” diye düşünürken, Helen; “Yinemi bu cilt kapağı?” yakınmasıyla Phillipp’e baktı ve “Acaba yine kriz geçirmeye mi başlıtor?”diyede endişelendi;
“Ama ben böyle bir Şey söylemedim ki!”
Diyen Müslim Efe, Helen’den yardım istercesine şaşkın bir şekilde ona baktı. Helen’in;
“Philipp?”
Uyarısına aldırmayan Müslim Efe, bu olayı her zamanki unutkanlığına vererek devam etti;
“ Eveeet, Ölümünden sonra cenaze törenine gittiğimde Babası; “Oğlumun sana bir emaneti var.” diyerek yanıma geldi ve bu emaneti sana vermem için ölüm döşeğinde benden söz aldı.”
Phillipp gittikçe karışan bu olaylara bir türlü anlam veremiyordu;
“ Yamadık kıçını metretin. Radyotörde delinmiş, birde Kaynak!”
Diye bağıran şöför basamakları kullanmadan terasa zıplayarak girdi. Hellen ve Phillipp’in oralı olmadığını fark edincede;
“ Tamir bittiii!”
Diye yağlı-boyalı ellerini birbirine çarpıp onlara doğru geldi ve eğilerek selam verdi;
“Merhaba üslim Efe.”
“Güzeeel...”
Diyen Müslim Efe bu selamı aldı ve böylece son derece ilginç olan enteresan bir muhabbet de yarıda kalmış oldu. Çay Ocağına doğru ilerleyen şöföre;
“ Epey sürdü Usta!”
Diyen muzip delkanlıya;
“ Su pompasıda bozulmuş. Onun parasınıda senden alacam, şom ağızlı!”
“Neden Abi, benim suçum ne ki?”
“ Haydin uşaklar, siz minibüse binin. Ben bir su döküp, el ve yüzümü yıkayıp-geleceğim.”
Diyerek çay ocağına girip kayboldu.
Hellen yerinden kalkarak eşyalarını almak için masasına gitti. Sırt çantsını sırtına geçirip geri döndü ve;
“ Tekrar görüşmek üzere.”
Diye boştaki elini uzatınca;
“Minibüse kadar geleceğim.”
Diyen Müslim Efe, Helen’in el sıkmak için yere bıraktığı küçük valizi alarak onlarla birlikte aşşağıya inip minibüsün yanına kadar yürüdü. Phillip, Helen’in sırt çantasını ve el valizini bagajın önüne koyarken, Helen’de Müslim Efe ile vedalaşarak minibüse bindi. O şimdi pencere yanındaki yerine oturmuş ve Phililpp’in hediye ettiği esansı kulaklarının arkasına sürmekle meşguldü. Müslim Efe ise huzursuz bir şekilde yanında susarak duruyordu. Birşeyler söylemek istediği her halinden belli idi. O anda her-nedense Phillipp’in aklına Akçe geldi. Yoklamak için elini ceketinin iç cebine sokar-sokmaz sanki bir el onun elini tuttu ve... Işte ne olduysa o an oldu! Aynen Çanakkale’de Şapkacı Mösyö Dumond’un ve Otobüs garında Esansçı’nın yanında olduğu gibi; Bastıkları zemin birden-bire harekete geçiverdi ve her ikisinin dışındaki mekan yavaşça yanlardan kaymaya başladı. Elini dışarı çekmeyi denediysede başaramadı. Zelzeleden çok, hızı gittikçe artan bir dönme dolapın dönüşünü andırıyordu bu kayış. Phillipp hala Müslim Efe’nin elini sıkmak için tutuğuna ve onun düşünceli yüzünü net bir şekilde görebildiğine göre, onlar bu fırıldağın ortasında idiler. Bu Dönüş en yüksek hızına ulaştığı anda, kuvvetli bir savuruş ile kendilerini biraz önceki yerlerinde oturmuş bir şekilde buldular. Şimdi Müslim Efe çayını içiyor ve anlatıyordu;
„ Mustafa, babasına; Öldükten sonra bana vermesi için bir mektup bırakmış.“
“ Minibüs orada ama Helen nerede?“
„ Bekçisimiyim ben onun, nereden bileyim?“
Phillipp Akçe’nin bu uyarısına aldırmadan gözleri ile Helen’i tekrar aramaya başladı;
“...Bu mektubu iyi sakla, vasiyetimdir baba, ölünce açarsın, demiş.”
Philipp’in etrafına bakınıp, onu dinlemediğini fark eden Müslim Efe;
„ Birini mi arıyorsunuz?“
Sorusuyla konuşmasına ara verdi;
„Helen’i merak ettim de... Diniyorum, siz devam edin lütfen.“
„ ...Babası beni hiç sevmezdi. Galiba korkardı benden.“
Phillip onu dikkatle izlediğini ispatlarcasına;
„Niçin korksun ki sizden?“
„Bilmem? Birgün onu hastahanedeyken ziyaret ettiğimde biraz geç kalmıştım. Geldiğimi fark etmediler.
Babası Mustafa’ya;
„Ayağını denk al Oğul! Bu adamda onlardan biri olabilir!“ dediğini duydum.“
Phillipp’in;
„Kimlerden?“
Sorusunu duymamazlıktan gelen Müslim Efe devamla;
„ ...O günden sonra da Mustafa bana karşı tamamen değişti. Sanki bam başka bir insan oluverdi...“
Phillipp’in aklı „Onlar“ kelimesine takıldığından Helen’i aramayı çoktan bırakmıştı;.
„Dayanamadım. Kazıyı bırakıp buraya döndüm “
Phillipp “Kimler?“ sorusunu sormak ve cevap alabilmek için fırsat kollarken, Müslim Efe sözüne devamla;
“...ve bu lokanta’da yeniden işçi olarak çalışmaya başladım.”
Durumun garipliğinden rahatsız olmaya başlayan Phillipp, bir an önce kalkıp Hellen’i araması gerektiğini düşünürken;
„...Ölüm haberi geldiğinde ve Mustafa’nın cenazesine gitiğimde, tüm aile perişan idi. Babası; „Müslüm, evladım. Sana haksızlık ettim, beni bağışla!“ diye yanıma gelerek bana bir mektup verdi. İçinde onun el yazısı ile; „Müslüm Ağabey. Babamın sana teslim edeceği emanetimi iyi sakla, Zamanı gelince sahibine verirsin.“ yazılı idi." dediğinde, Phillipp bu anlatılanları sanki önceden duymuş gibiydi. Nihayet;
„Peki bu Emaneti neymiş?“
Diye sorunca, Müslim Efe sustu. Masanın üzerindeki paketten bir sigara çekerek düşünceli bir şekilde ağzına soktu ve paketi Philipp’e uzattı. O hâlâ emanetin ne olduğuna cevap bekliyordu. Philipp’in ve kendinin sigarasını yaktıktan sonra, derin bir nefes çekerek onun sorusunu duymamış gibi;
„ ...Babası beni 2-3 ay sonra tekrar buraya gelerek ziyaret etti...“
Diye monoton bir şekilde devam etti;
”...Çok yıkılmıştı...”
Diyerek başını salladı ve sustu. Sigarasından derin bir nefes daha çektikten sonra, boşluğa kısarak baktığı gözlerini Phillipp’e çevirdi ve ağzında sıkıştırdığı dumanların arasından;
„ ...Bana bir paket verdi.“
Cümlesi ile dumanı dışarı püskürttü;
„ ...İçinde de siyah bir Cilt Kapağı vardı“
„Nerde bu kapak?“
Phillipp’in endişeli bu sorusuna karşın, Müslim Efe gayet sakin ve yine aynı cansıkıcı tonla devam etti;
„...Babası gittikten sonra da, birtakım kimseler gelip beni lokantada ziyaret ettiler. ” Bu adam kimdi, niçin sana geldi, senden ne istiyor, yoksa sana bir şey mi verdi?“ gibi uhaf sorular sordular.“
Phillip’in merakı gittikçe artmaktaydı. Tüm cesaretini toplayarak;
„ Peki kim bunlar?“
Sorusunu tekrar sordu. Tam Müslim Efe cevap verecekti ki;
„Yamadık kıçını meretin, birde kaynak!”
Diye bağıran şöför basamakları kullanmadan terasa zıplayarak girdi. Phillipp’in oralı olmadığını fark edincede;
“ Tamir bittiii!”
Diye yağlı ve boyalı ellerini birbirine çarpıp onlara doğru geldi ve eğilerek selam verdi;
“Merhaba Müslim Efe.”
“Güzeeel...”
Diyen Müslim Efe bu selamı aldı ve böylece son derece ilginç olan enteresan bir muhabbet de ikinci kere yarıda kalmış oldu. Çay Ocağına doğru ilerleyen şöföre;
“ Epey sürdü Usta!”
Diyen şöför muzip delkanlıya;
“ Su pompasıda bozulmuş. Onun parasınıda senden alacam, şom ağızlı!”
“Neden Abi, benim suçum ne ki?”
“ Haydin uşaklar, siz minibüse binin. Ben bir su döküp, el ve yüzümü yıkayıp-geleceğim.”
Diyerek çay ocağına girip kayboldu. Ayağa kalkıp;
“ Tekrar görüşmek üzere...”
Diyen ve el sıkışıp, vedalaşan kişi Phillipp değildi sanki;
“Minibüse kadar geleceğim.” ”
“Her şey için çok teşekkür ederim.”
“ Vazifemiz”
İltifatıyla onun omuzuna 2-3 kere dosthane vuran Müslim Efe;
“ Beklerim. Yaylada bir çifliğim var, misafirimiz olur bolca konuşuruz.“
„ Kısmetse...“
Diye söz verdi Phillipp. Bu karşılaşmanın ilk ve sonuncu karşılaşma olduğunu o nereden bilebilirdi ki! Helen’in eşyalarını bagaja koyup vedalaşmak için yanlarına gelen Çaycı Hidayet’e hesabı sorduğunda;
„Bir dahaki sefere.“
Red cevabını aldı ve o onun kulağına eğilerek,
“ Benim bahçemde bir tane yabani nar ağacı var. Yolunuz düşerde nisan ayında buralara gelirseniz size bir sır daha açıklarım. Ama nar çiçekleri açmadan gelmeyin ha!”
Onada;
“Kısmetse...”
Diyen Phillipp, bu sözünün yılar sonra gerçekleşeceğini nereden bilebilirdi ki!
İlkin Helen’in sırt çantasını ve el valizini aradı. Onların minibüsün yanında durduğunu fark edince de terastan indiler. Minibüse kadar geldiler. Hellen’in minibüsün içinden onlara el salladığını gördü. Olaylara hiçbir anlam veremeyen Phillipp; Sebebi ne olursa olsun, birdaha elini ceketinin iç cebine sokup Akçe’yi aramamaya ikinci kere karar verdi. Müslim Efe!nin;
“Emaneti nereye sakladığımı sormuştunuz?”
“ Evet.“
„ Lokanta’nın tahta terasının altındaki Antik Su Sarnıcı’nının yuvarlak kemerli duvarı varya...”
“ Hayda! Al sana bir gariplik daha!”
Diye düşünen Phillipp nihayet emanetin nerede olduğunu öğreneceğini seziyordu;
“ Cilt Kapağını oraya sakladım.”
Tam sevinmek üzereydi ki;
“Onlar bulamadılar tabi.”
Açkılamasında da yine o esrarengiz “Onlar” kelimesi vardı. Konuşmaları şöförün korna çalıp;
„Turist Bey, lütfen arabaya!“
Sesi ile kesildi. O, Pencereden yarı gövdesini sarkıtmış bir şekilde bakmaktaydı, aldırmadılar.
„Yolun açık olsun dostum!“
Diye ona tekrar sarılan Müslim Efe’nin kulağına bu sefer;
„Bir gün mutlaka...”
Diye fısıldayan Phillip, kahveci Hidayet’in;
“Nar çiçekleri açmadan gelmeyin ha!”
Tembihine de;
“Olur!”
Dedi ve şöförün önünden geçmek istemediğinden, yandan arka tarafa doğru dolaşarak minibüse bindi. Şöför hâlâ başını ona doğru çevirmiş ters bir şekilde bakmaktaydı;
“ Kusura bakma Helen, sizleri biraz beklettim.“
Özürü ile yanına otururken;
„ Ne bekletmesi Phililpp? Bende biraz önce bindim arabaya.“
Cevabıyla Müslim Efe ve kahveci Hidayet’e el sallamaya başladı. Minibüs ana yola çıkmak için geri-geri giderken Phillip’de bu vedalaşmaya katıldı. Minibüs burnunu yola çevirince her ikiside el sallamayı bırakıp yerlerine oturdular.
5.0
100% (1)