Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
mesut.çiftci
mesut.çiftci

PEYNİR

Yorum

PEYNİR

0

Yorum

4

Beğeni

0,0

Puan

417

Okunma

PEYNİR

PEYNİR

Kahvaltı sofrasındaki peynir tabağına takıldı gözü. Uzun süre izledi peynir tabağını. Eşi tarafından kutusundan çıkarılmış ve ardından meyve bıçağıyla dilimlenerek camdan kahvaltı tabağına konulmuş tam yağlı beyaz peynir. Çatalını peynire doğru uzattı. Bir dilim peynir aldı. Tam ağzına götürecekken vazgeçti ve tekrar tabağa koydu. Eşi durumu fark etmemişti. Mutfak tezgahının üzerinde domates doğruyordu. Kalktı ve balkona çıkmak için hareket etti. Eşi;

- “Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
- “Balkona sigara içmeye.” Diye cevap verdi. Eşi;
- “Aç karnına sigara içme diyorum kaç defa sana.” Diye söylenmeye başladı. Adam bu söylenmeye alışık bir vaziyette;
- “Bir şeyler atıştırdım sigara altına.” Diye cevap verdi ve balkona çıktı.

Yalan söylenmişti. Bir şeyler atıştırmamıştı. Zaten yataktan yeni kalkmış ve banyodan sonra direk kahvaltı sofrasına oturmuştu. Radyoda doksanlardan bir şarkı çalıyordu; “Gönlümü çaldı edası hoş sedası, koydum akıma benim olacak.” Balkona çıktı. Balkondaki arkası kırık sandalyesine oturdu. Bir sigara yaktı ve apartmanları izlemeye koyuldu. Tabaktaki peynir ve bu şarkı onu çocukluğunun geçtiği doksanlı yıllara götürmüştü.

Karanlık bir gündü. En azından ona karanlık bir gün gibi gelmişti. Rahmetli babaannesi geniş şalvarını giymiş ve üzerine battaniye misali örtüsünü örtmüştü. Küçücük bir çocuktu. İlkokul ikinci sınıfa gidiyor olmalıydı. Rahmetli babaannesi ne zaman geniş şalvarını giyip başına örtüsünü örtse bir yerlere giderlerdi ya pazara ya çarşıya. Babaannesinin elinden tutup yürümeye başladılar. Ama bu kez ne çarşıya ne de pazara, ilçe garajına gidip otobüse binmişlerdi. Bu otobüs vilayete gidiyordu. Elbette o zamanlar vilayetten filan haberi yoktu. Hatta kendi mahallesinin bile dışına çıkmamıştı.

Yolculuk yaklaşık bir saat kadar sürdü. Yine midesi bulanmıştı. Otobüs tutuyordu. Hem midesi bulanmış hem de başı dönmüştü. Otobüsten iner inmez kustu. Babaannesi biraz söylendi ama bir şey yapmadı. Babaannesi ona şefkatle yaklaşmıştı hep. Bu şefkatin arkasında ilk torunu olması mı, anne ve babası olmasına rağmen öksüz ve yetim kalması mı, cılız bir çocuk olması mı yoksa bu nedenlerin hepsi mi yatıyordu bilemiyordu. Anne ve babası iki sene önce boşanmıştı. Annesi başka bir yere, babası başka bir yere gitmişti. O ise babaanne ve dedesinde kalmıştı.

Vilayet garajında indiklerinde otobüs tutması nedeniyle kendini iyi hissetmese bile başının dönmesinin tek nedeni otobüs tutması değildi. Hayatında hiç bu kadar çok insan ve araç görmemişti. Kalabalık her yerdeydi. En çok da taksi niyetine kullanılan üç tekerlekli arkası kasalı motosikletler dikkatini çekmişti. Ne kadar çok vardı onlardan. Mavi renkli kabinleri vardı. Bu üç tekerlekli motorlardan birisine bindiler. Bu eğlenceli bir seyahatti Çok fazla araba, kamyon ve otobüs vardı.

Büyük apartmanlardan birinin önünde durdular. Ne kadar da yüksek bir apartman olduğuna şaşakalmıştı. On katlı olabilir miydi? Apartmana bakarken başı döndü. Babaannesi elinden tutup çekiştirdi. Bu devasa apartmanların arasında toprak damlı, terk katlı bir kerpiç eve doğru ilerlediler. Babaannesi;

- “Konya ne kadar da değişmiş, her yer bina olmuş. Önceden buralar hep toprak evdi.” Dedi.
Betonarme yapılar her yeri ele geçirmiş gibi görünüyordu. Babaannesiyle birlikte yeşil boyaları dökülmüş eski tahta bir kapıdan içeri girdiler. Kerpiç evin sıvaları dökülmüştü. Sanki yıkılmayı bekliyordu. Dış kapıdan içeri girildiğinde küçük ve yeşil bir bahçe ile karşılaştılar. Sol tarafta küçük bir çeşme ve çeşmenin önünde betonları dökülmüş küçük bir havuz vardı. Küçük bir çardak ve çardağın üzerini kaplamış büyük bir üzüm bağı. Küçük çardağın da betonları çatlamış ve dökülmüştü. Çardağın üç merdivenini çıktıktan sonra sağ tarafta evin girişi bulunmaktaydı. Giriş kapısı da yeşil boyası eskimiş ve dökülmüş, camı çatlak bir kapıydı. Bu kapıdan da içeri girildiğinde ağır bit koku bizi karşıladı. Salondan da sağ taraf döndüklerinde bir sedir ve sedirin üzerinde yatan şişman ve yaşlı bir kadınla karşılaştılar. Korkmuştu. Babaannesi kadını görünce elini bıraktı ve yaşlı kadına doğru ilerledi. Yaşlı ve şişman kadın zorlukla doğruldu ve kucaklaşıp ağlamaya başladılar.

- “Vay benim bacım, kınalı bacım.” Diye ağlamaya başladı babaannesi.

Bu sırada o evi süzmeye başladı. Evde televizyon yoktu. Pencerelerden birisinin çıkıntısında eski bir radyo vardı. Ev toprak sıvalı bir evdi ve çok kirli görünüyordu. Ev bu haliyle bir harabeye benziyordu. Babaannesi ve babaannesinin ablası ağlamayı ve kucaklaşmayı bitirdikten sonra babaannesinin ablası;

- “Oturun, oturun hele.” Dedi burnunu çekerek. “Bu oğlan Yaşar’ın oğlan mı?” diye sordu sonra. Babaannem;
- “Gel oğlum babaannenin elini öp.” Dedi.

Koşarak gitti ve babaannesinin ablasının elini öptü. Babaannesi de onu sulu sulu öptü sarıldı. Bu sulu sulu öpme işi midesini bulandırmıştı.

- “Vay benim talihsiz yavrum, vay benim öksüz evladım.” Diyerek yeniden ağlamaya başladı. Babaannesi el işaretiyle sus işareti yaptı. Sonra;
- “Nasılsın bacım, talihsiz bacım, ne oldu?” diye sordu. Babaannesinin ablası;
- “Ne diyeyim bacım, bizim de talihimiz böyleymiş. Hastayım kalkamıyorum ayağa. Hastaneye bile gidemiyorum. Yattım kaldım burada. Gözü kör olası herif beni her gün dövüyor. Beni evden atacakmış, yerime yeni kadın alacakmış. Onca yıl ben kahrını çektim. Şimdi bana böyle yapıyor.” Diye ağlayarak anlatmaya başladı. Babaannesi;
- “Gözü kör olsun azmış mı bu yaştan sonra?” diye karşılık verdi.
- “Ne bileyim bacım, azmış mı? Ölsem de kurtulsam. Ben artık dayanamıyorum. Bir oğlan var bizim köyden. Burada okulda okuyor. O bizde kalıyor da o yapıveriyor işlerimi Allah razı olsun.” Dedi babaannesinin ablası.
- “Kimin oğlu?” diye sordu.
- “Hüseyin’in oğlu var ya, O. Benim de oğlum kızım var ama yüzlerini dönüp de bakmıyorlar bana. Neymiş babaları öldükten sonra bu herife varmışım. Kele kör olasıcaya ben mi vardım. Babam olacak gavur verdi, benim derdim koca derdi miydi sanki?” diye ağlamaya başladı tekrar babaannesinin ablası.

Tüm bunar konuşulurken o sıkılmıştı çoktan. Karnı da acıkmıştı. Babaannesine;

- “Babaanne, burada televizyon var mı?” diye sordu. Babaannesi cevaplamadı.

Babaannesi ablasının yanına kocası onu dövdüğü için gelmişti. Ama O, o yıllarda bunun farkında bile değildi. Babaannesi ile gezmeye çıktıklarını düşünmüyordu. Yoksulluk, aile içi şiddet, çekememezlik, vefasızlık her şey arabesk bir film senaryosunu andırıyordu.
Babaannesi ve babaannesinin ablası biraz daha konuştuktan sonra babaannesi kalktı. Mutfaktan bir sofra bezi getirdi. Sofra bezinin üzerine peynir, zeytin ve ekmek getirdi. Oturdular hep beraber yediler. Getirilen peynir yağlı beyaz peynirdi. Bu onun çok hoşuna gitmişti. Çünkü kendi evlerinde her kahvaltıda yağsız çökelek peyniri yerlerdi. Tam yağlı beyaz peynir oldukça pahalıydı. Sofradaki peyniri yemeye doyamıyordu. Babaannesi birkaç lokma almış, babaannesi birkaç lokma almış ama o yedikçe yemiş yedikçe yemişti. Sonunda babaannesi önünden peyniri ve sofrayı kaldırdı. Bu sırada eve lise çağlarında genç parlak yüzlü bir genç girdi. Önce babaannesinin ablasının elini sonra babaannesinin elini öptü. Üzerini başını değiştirdikten sonra evi süpürdü, çöpü döktü. Babaannesinin ablasını tuvalete götürdü.

İşleri bitirdikten sonra eve gelirken elinde getirdiği deri görünümlü ağzı fermuarlı büyük bir cüzdana benzeyen çantanın fermuarı açtı ve içinden bir kitap çıkardı. O iyice sıkılmıştı. Bu gencin yanına yanaştı ve;

- “Sizin televizyonunuz var mı?” diye sordu. Genç;
- “Televizyonumuz yok, hem televizyon günah.” Diye cevap verdi. Bu cevap hiç hoşuna gitmedi. Ve;
- “Peki canınız sıkıldığında ne yaparsınız?” diye sordu. Genç;
- “Radyo dinleriz.” Diye cevap verdi. O;
- “Şimdi de radyo dinleyebilir miyiz?” diye sordu. Genç babaannenin ablasına dönerek;
- “Hacı Anne, çocuğun canı sıkılmış, radyoyu açalım mı?” diye sedirin üzerinde yatan şişman ve yaşlı kadından izin istedi. Yaşlı ve şişman kadın;
- “Açın ama kurcalamayın, bozulursa Hacı yine benden hesap sorar.” Dedi. Genç saygılı bir tavırla;
- “Tamam Hacı Anne.” Dedi.

İzin de alındıktan sonra radyo açıldı. Radyoda dini yayınlar yapan bir kanalda bir adam konuşuyordu. Belki de bir vaaz veriyordu, diyordu ki;

- “Ey Müslümanlar, mümin kişi odur ki çocuğundan da sorumludur. Çocuğunun eğitiminden de sorumludur. Çocuğunun yalnızca yemesinden, içmesinden değil düşünmesinden, iman etmesinden de sorumludur. Sadece yedirmekle içirmekle annelik babalık olmaz. Allah’ın Resulü Peygamber Efendimiz ’de böyle bir anne babalıktan razı olmaz. Çocuklarımızı kontrol etmeliyiz, dine davet etmeliyiz. Ne konuştuklarına, ne okuduklarına, ne söylediklerine de dikkat etmeliyiz. Geçen Konya’mızı derinden sarsan hadisede anne ve babalar çocuklarını kontrol etmiş olsalardı meydana gelmezdi. Anne ve babalar çocukları oyun oynuyor diye biliyorlar. Be Müslüman çocuk oyun oynuyor da ne oynuyor diye bir baksana. Ne diyordu çocuk; ‘Biz Allahçılık oynuyoruz.’ Neymiş bu Allahçılık Oyunu? ‘Ben Allah oluyorum, kardeşim de kul oluyor. Kardeşim bana dua ediyor, bende onun duaları kabul ediyorum.’ Haşa böyle oyun mu olur kardeşlerim? Vallahi Allah hepimizden hesap sorar!”

Radyodaki adam bağırarak konuşuyordu ve anlattıkları şeyler hiç de eğlenceli değildi. Sıkıldı ve gence:

- “Başka kanal yok mu?” diye sordu. Genç;
- “Yok!” diye cevap verdi.

Radyodan sıkılmıştı. Babaannesinin ablası;

- “Nurullah, çocuk sıkıldı. Gezdir biraz dışarıda.” Dedi. Genç;
- “Tamam, Hacı Anne.” Diye karşılık verdi.

Genç ve çocuk dışarı çıktılar. Yüksek apartmanlar arasında gezmeye başladılar. İlerde küçük bir mahalle bakkalı vardı. Çocuk elini cebine attı. Cebinden birkaç metal lira çıkardı. Gence;

- “Abi bakkala gidelim mi?” diye sordu. Genç;
- “Paran var mı?” diye sordu. O da;
- “Param var.” Diyerek elindeki paraları gösterdi.

Gençle birlikte çocuk bakkala girdiler. Bakkal küçük bir mahalle bakkalıydı. Çocuk bakkala sordu;

- “Abi bu kaç para?”
- “Yedi bin beş yüz lira.”
- “Bu kaç lira?”
- “Sekiz bin beş yüz”
- “Bu?”
- “On bin”

Çikolatalar, gofretler, şekerler hepsini sordu. Hiçbirinin üzerinde fiyatı yazmıyordu. Sorduğu hiçbir şeye de parası yetmiyordu. Genç daha fazla dayanamayıp bakkala;

- “Abi kusura bakma, köyden geldi.” Dedi utanarak.

Bunun üzerine çocuk sanki ayıp bir şey yapmış gibi utandı ve cebinden metal paraları çıkardı. Bakkala gösterdi;

- “Abi, bu kadar param var. Bu paraya ne eder?” diye sordu.

Bakkal bir tane gofret ve bir tane sakız verdi. Sonra bakkaldan çıkıp eve geldiler. Evde babaannesi ve babaannesinin ablası konuşuyorlardı. Akşam olmuştu. Her yer kararmıştı. Çocuk acıkmaya başlamıştı. Babaannesine;

- “Babaanne ben acıktım.” Dedi.

Bunun üzerine genç mutfağa gitti ve küçük bir sofra örtüsü aldı. Kirli gibi görünen eski halının üzerine getirdi. Ardından tekrar mutfağa gitti. Peynir tabağı, zeytin tabağı ve yufka ekmek ile geri geldi. Çocuk peyniri görünce sevindi. Hemen sofraya oturup ekmekle peynir yemeğe koyuldu. Ancak biraz sonra Genç;

- “Besmele çekmeden yemeğe başlamak günahtır.” Dedi. Bunun üzerine babaannesi çocuğa dönerek;
- “Besmele çek yavrum.” Dedi. Çocuk besmele çekti. Genç;
- “Sofrada eğer yarımını yemezsen o zaman evde bereket olmaz diyor bizim hocamız. Bir de yemekleri muhakkak sünnetleyin, tabaklarınız da bırakmayın.” Diyor dedi. Bunun üzerine çocuk;
- “Peynir tabağını ben sünnetleyebilir miyim?” diye sordu. Genç;
- “Peynir, zeytin, reçel gibi kahvaltı tabakları sünnetlenmez!” dedi. Bunu biraz da bağırarak söyledi. Babaannesi çocuğun yanına geldi ve;
- “Yeter artık çocuk! Ben seni doyuramadım!” dedi ve çocuğun kolundan tutup sofradan kaldırdı. Minderin üzerine oturturken de kolundan çimdikledi.

Çok canı yanmıştı. Ağlamak istemişti ama ağlayamamıştı. Üstelik karnı da doymamıştı. Yaklaşık iki üç gün kaldılar o evde ama bu misafirlik bir eziyet gibi geçmişti. Annesi babası olmayan, arsız bir çocuk. Hiçbir yerde istenmeyen bir fazlalık. Bu olay ömrü boyunca yabancı bir yerde aç olsa dahi yemeye, istemeye cesaret edemedi.

Balkonda sigarasını bitirdikten sonra tekrar kahvaltı sofrasına oturdu. Derin bir iç çekti ve peynir tabağını uzağına koydu. Zeytin, çay ve yumurta ile kahvaltısı tamamlayıp işe gitti.

Paylaş:
4 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Peynir Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Peynir yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
PEYNİR yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL