0
Yorum
4
Beğeni
5,0
Puan
284
Okunma
KARINCACI
Emine nine kapının önünde çok sevdiği taburesinde oturup aşağılara doğru gülümserek bakıyordu. Kırışmış yüzünde gülümseme diğer gülümseyenlerden daha anlamlı çizgilerle hoş bir görünüm veriyordu. O gün anlamıştım. Yüzdeki çizgiler ne kadar çok ve derinse gülümsemenin daha hoş bir anlam kazandığını. Hafif bir duman karşı tepeyi aşmak üzereydi. Batmak üzere olan güneşi de kapamaya başlamıştı. Uzaklardan köpek havlaması geliyordu. Bana dönüp;
-Bak oğul, Recep sürüsüyle birazdan karşı tepenin yanından görünecek. Havlayan onun evde bağlı köpeğidir. Hep merak ederim. Bağırması sevinçten mi yoksa çok şükür bir günü daha yaşadık demesinden mi? Tabi köpek bunları düşünemez, ben yaşlanmaya başladığımızda bizim adam her akşam hava kararırken ıslık çala çala yolda görünmesinden beri düşünmeye başlamıştım. Sevinç, şükür karışımı bir şey işte.
-Nine kaç yıl oldu amca rahmetli olalı?
-Yirmi oldu herhalde. Zaman çabuk geçiyor. O zaman ben yetmiş yaşındaydım. O benden üç yaş büyüktü. Erken gitti. O cigaralar bitirdi ciğerlerini ondan kalbi dayanamamış. Doktor öyle söylemiş çocuklara. Eh vade doldu aslında!
-Ninem bak bu plastik koltuklar çok rahat, niye o taburede oturuyorsun? Gel böyle otur.
-Yok oturamam. Bu getirdiğim çeyizimden son kalan. Babam beni çok severdi. Gelirken bunu bana verdi. ‘’Bak kızım bu katlanır. Çok yorulursan açıp oturur dinlenirsin’’ dedi. Diğer çeyizlerim hep eskidi gitti. Bir bu, birde rafın üstünü örten babaannemin işlediği örtü kaldı. Zaman hepsini yedi bitirdi. Kolay değil yetmişbeş sene geçmiş evleneni. Onbeşimdeydim evlendiğimde.
Daldı! Bir müddet dağlara doğru baktı, bir ara hafifçe gülümsedi. Aklına hangi anı geldiyse! Sonra bana dönüp;
-Sen Karıncacı Hasan’ı sormuştun değil mi?
-Evet ninem. En iyi sen tanırmışsın onu. Daha doğrusu en doğrusunu sen bilirmişsin dediler.
-Bak oğul denir ya bazı insanlar şanssız doğar. İşte bu çocukta öyle doğdu. O gün öyle bir yağmur yağdı ki, köyde beş ev sele gitti. Gerçi onların evine bir şey olmadı ama halasının evinde babası bekliyordu. Ebeyi getirip oraya geçmişti. Ev sele gitti. Halası ve iki çocuğu kayboldu. Köyden yedi kişi gitti. İkisinin cesedi bulundu. Diğerlerinin mezarı toprağın altında yitip gitti.
-Babası kurtuldu değil mi?
-Ona bir şey olmadı. Köyde uzun süre konuşuldu. O selden bahsedilirken; ‘’Karıncacının doğduğu sene idi. Ağaçlar ayakta toprağıyle havada yıkılmadan çamurlu suyun üstünde gittiler.’’ Diye anlatılırdı.
Yutkundu. Koyduğu çaydan bir yudum içti. Bana da başıyla iç işareti yaptı.
-Sonra babası da dört beş sene sonra ağaç üstüne düştü öldü. Bu arada iki kız kardeşi daha olmuştu. Annesi üç çocukla kaldı. Bir daha evlenmedi. İnekçilik, tarla yaptı. Akrabaları da köylüde yardım etti büyüttü çocuklarını. İki kızını evlendirdi. Güzel iyi huylu çocuklardı hemen aldılar onları.
- Hasan ne yaptı? Okudu mu?
-Yok okumadı, marangozda çalıştı. İyi usta oldu. Ustası askere git gel dükkânı sana teslim edeceğim. Derdi ona. Gerçi ilk mektepte öğretmeni son sınıfı bitirince annesine ‘’Bu çocuk çok akıllı ben bunu meccani yatılı okula yolluyum. İyi okur. İzin ver.’’ dedi. Annesi yalnızlığın içindeydi, yollamadı. Keşke göndermiş olsaydı. Ama öyle usta oldu ki ağaçtan adamlar, hayvanlar, kapı üstlerine çiçek resimleri yapardı. Evine girsen tek olmadığını görürsün. Ev ağaçtan adam, kadın, hayvan dolu otur onlarla konuş. Annesi öldükten sonra kimseyi sokmadı eve, bir köyde evli kardeşi girerdi. Ona sorduğumuzda ‘’Ne bileyim evde duracak yer yok, her taraf insanlarla, hayvanlarla dolu’’ devamında ‘’Canlı gibiler insan korkuyor’’ Emine teyze derdi.
‘’Ah ah çok becerikli çocuktu, kader işte, kara yazı işte’’ diyerek iç geçirdi. Çayından bir yudum daha aldı. Yine başıyla içmemi istedi.
-Emine nine karınca heykeli de yaptı da ondan mı adı karıncacı kaldı yoksa.
-Karınca da yaptı. Ben bile gördüm. Zannedersin çok büyümüş bir karınca karşında duruyor. Ama isim ondan konmadı bak dinle!
-Asker dönüşü annesine bana Emine’yi isteyelim mi dedi. Emine’de benim adımda iyi bir kızdı. Güzelce bir kızdı. Zaten çirkin genç olmaz. Ama Hasan daha güzeldi. Baba yiğit bir gençti. Dedim ya onların soyu güzel bir soy. Ben birkaç kez onları konuşurken görmüştüm ama kimseye söylemedim. Hasan bunu bildiği ve dedikodu yapmadım diye beni çok severdi. Annesi tamam isteyelim dedi. İstediler. Kızın babası vermedi. Nedeni selde ölen halasını gençken ona istemişlerdi. Onunda babası vermemişti. Halası da ‘’Allah rahmet eylesin’’ çok güzeldi rahmetli. Dedim ya soy güzel soydu.
Emine nine kalktı. Bir demlik çay yaptım. İçe içe bitirene kadar konuşuruz dedi. Bardakları doldurdu. Sohbetin heyecanıyla çayımın bittiğini bile fark etmemiştim. Sonra devam etti.
-Babası Emine’yi apar topar yan köyden birine verdi. Herkes çok uğraştı. Bu iş olsun diye ama babası Nuh dedi Peygamber demedi. Emine günlerce ağladı. Hele giderken, cenazede böyle ağlanmaz. Çok üzülmüştüm, çok ağladım.
Emine ninenin gözleri doldu ve birkaç damla gözyaşı döküldü.
-Emine’nin gelin olmasından sonra Hasan eve kitledi kendini bir yıl evden çıkmadı. Hem sevmişti, hem de gururuna yedirememişti, yenilmişti. Bir yıl dolmadan Emine zaten doğum yaparken çocuğu ile rahmetli oldu. Hasan’ı ondan bir süre sonra gördük. O babayiğit çocuk gitmiş. Zayıf, soluk, kekeleyerek konuşan, çabuk parlayan, abuk sabuk şeyler söylemekteydi. Bir yıl sonra annesi kederinden öldü. Kadersizlik yazılmış alnına bir kere. Hasan evde yalnız kalıyordu. Köydeki kardeşi her gün yemek götürüp temizliyordu. Doktora birkaç kez götürdüler çare olmadı. Onlarda bir müddet sonra kadere razı oldular. Hasan artık yollarda, bahçelerde karıncaların yaptıkları yolların kenarında oturup akşama kadar onlarla konuşup dertleşiyor. Yollarındaki engelleri kaldırıyor. Büyük yaprak taşırken ters düşenleri kaldırıp ‘’sende mi düştün’’ deyip kahkahalarla gülüyordu. İşte adı ondan Karıncacı Hasan kaldı.
Sonra derin bir of çekip devam etti.
-Her halde beş yıl geçmişti. Bir gece ateşlerle uyandık. Hasan’ın evi yanıyordu. Geç anlaşıldı. Ahşap eski ev çıra gibi yandı. Biz duymadık ama bazıları Hasan’ın güldüğünü duymuşlar, dendi. Yaz günüydü camide dua yatsıdan sonra yapılıyordu. Biz kadınlar dışarıda dinliyorduk. Birden gökten parlak bir ışığın gelip tam Hasan’ın mezarının üstüne düştüğünü hepimiz gördük. Korkudan camiye koştuk. Hocayla hepimiz salavat getirerek dışarı çıktık. Nurlandı dendi. Uzun süre çok kişi gece sokağa çıkamadı.
Başını göğe kaldırdı bir müddet baktı. ‘Allah’ın işi nurlandı’ dedi hafif bir sesle sonra bir yudum daha çay içti.
-Mezarı caminin karşındaki tepeye doğru, orda yatıyor. Git bak mezar taşına ve üstünde bir gül ağacı var, hepsine dilek bezleri bağlanmış. Mezarı rengarenktir. Kavuşması zor görünen sevdalı kızlar bağlar onları. Dileklerinin olduğu söylenir. Birde bakınca yazın en çok karınca yuvasını ve karıncayı onun mezarı çevresinde görürsün. Dileğin tutması için karıncaların mezar üstünde en çok olduğu zamanda bez bağlanması gerekir, birde sabah namazından hemen sonra gün doğarken bağlanması gerekiyor. Bazen bağlıyacaklar akşam hava kararırken mezarın üstüne bulgur dökerler ki ertesi sabah çok karınca olsun diye. Birde Emine çocuğuyla öldüğünden çocuğu olmayanlar, gebe kadınlarda çocukları sağlıklı doğsun, doğum kolay olsun diye de bez bağlarlar. Diğer köylerden de çok gelen olur.
-Köy yerlerinde böyle çok haksızlıklar oldu. Çok gencin canını yaktı, bazı gaddar ana babalar. Çok gencin yaşamı bitti. Hayatları karardı. Ama bu insanoğlu hiç ders almadı.
Bir müddet uzaklara hüzünle bakarak sustu. Sonra;
-Şu aşağıdaki servi ağacını görüyor musun. Adam ölünce başucuna diktim. Yanındaki yer benim. Çocuklara dedim ben ölünce benim başucuma da bir servi dikin.
-Ninem niye o zaman seninkinin başına da servi dikmedin. Bak oda kocaman olurdu şimdiye kadar.
-Olur mu! benimki onun gölgesinde büyümesi gerek. Saygısızlık olurdu. Ben önce gitseydim ancak o zaman iki ağaç dikilirdi.
Bir yıl sonra bir servi dikildiğini duydum. Gözlerim doldu. Nur ruhlu Emine ninemle söyleşimizi anarak…
5.0
100% (1)