0
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
333
Okunma
NAZMİYE
Tezgâhın üstünde kenarlarında bir çizik bile olmayan açık kutusunun içinde dizilmiş biraz mahcup görücüye çıkmış gelinler gibi beklemekteydiler. Antika pazarında bir sonraki yaşamlarının Şükrü Paşa konağındaki gibi olmayacağının bilinciyle mahzun, dokununca ağlayacak ruh halinde, anıların yükünü taşıyan gümüş çatal bıçak takımıydılar.
-Lala faytonu hazırla, bizi Agop’un zücaciye dükkânına götüreceksin. İngiltere’den gümüş takımlar gelmiş haber yollamışlar. Birazdan Nazmiye ile geleceğiz.
Lalaya seslendi, Ülkü hanım. Nazmiye’nin annesi Şükrü paşanın zevcesi. Bir oğlan iki kız annesi bir İstanbul hanımefendisi ve merhum İshak Paşanın kıymetli kızı.
Kapıda karşıladı Agop efendi hatırlı müşterilerini.
-Dün akşam geldi bu ürünler. İçlerinde çok değerli sizin istediğiniz gümüş takımlarda var. Buyursunlar efendim.
-İki takım alacağız Nazmiye biri senin çeyizin için.
-Aman anne sanki hemen evleniyormuşum gibi konuşuyorsun.
Dedi ama anlamlı hafifçe alaycı gülüşüyle!
-Nazmiye bak bunların işlemeleri çok zarif ve incelikte. Bunu sana alacağız. Diğer güzel olanı eve alalım.
-Tamam anne.
-Yanına iki kutu bakım suyunu ekliyorum. Mutfak personeli her kullanımdan sonra silsinler bu suyla.
Dedi Agop efendi.
Nazmiye’nin anlamlı gülüşünün nedeni yan konakta oturan Sait Paşanın oğlu Yüzbaşı Kenan’a kayan gönlüydü. Herkes biliyordu ama bilmiyormuş gibi davranıyordu. Kenan’ın ise gönlünde fırtınalar kopmaktaydı. Arabulucu, postacıları ise Kenan’ın Nazmiye’den bir yaş küçük kız kardeşi Hülya idi. Kenan Manastır’da görev yapmaktaydı. Senede iki kez İstanbul’a gelip iki hafta kalırdı. Nazmiye o iki haftayı neşe içinde yaşardı. Kenan çok güzel klasik kemençe çalardı. Nazmiye’de ud çalardı. Bir gün Nazmiye Kenan’a sormuştu.
-Neden klasik kemence de diğer sazlardan biri değil?
-Nazmiye ben asker olmaya çocukken karar vermiştim. Her türlü yaşamımı ona göre düzenlemeye çalışıyordum. Kemençe küçüktü kolay her yere götürülür ve bir askere uygun, derin anlamlı bir sesi var. Bir hesaplayamadığım ilerde sevdamı her gideceğim yere götüremeyeceğimdi.
İki köşkün arasında yüksekliği üç metreye varan bir duvar vardı. Baharda üstünü kaplayan beyaz yasemin çiçeklerinin kokusu iki köşke yayılırdı. Nazmiye mektubunda baharda yasemin zamanını unutma mutlaka gel diye yazardı. Duvarın bir yanında Kenan Manastır türküsüyle kemençesini çalmaya başlayınca, duvarın diğer yanında Nazmiye ve Hülya udlarıyla ona eşlik ederler ve birlikte söylerlerdi.
O akşam büyük bir telaş vardı Şükrü Paşa konağında! Nazmiye’yi istemeye geleceklerdi Kenan’a. Hülya evin kızı gibi herkesten çok heyecan içinde hazırlıklara katılıyordu. En iyi arkadaşını nişanlayacaklardı. Hem de ağabeyi ile ve en büyük kısmı onun postacılığının çabalarıyla! Gümüş takımlar çıkarıldı, silindi, masalar hazırlandı. Yemek sonrası nişan töreni yapıldı.
Artık manastır mektupları daha özlem ve duygu yüklüydü. Bu yaz artık düğün yapılacaktı. Çeyizler hazırlanmaya başlanmıştı ve başköşede anlamlı gülüşle alınan zarif ve ince işlemeli gümüş yemek takımı vardı.
-Bana hemen Yüzbaşı Kenan’ı çağır
Dedi Miralay Reşat yaverine. Kenan hemen geldi.
-Emredin komutanım.
-Kenan birliğini al. Sırp isyancılar isyan nağraları atıyormuş, güney mahallelerde. Git kes seslerini şunların.
-Emredersiniz komutanım.
Yüzbaşı Kenan olay mahalline vardığında, kalabalığa dağılmalarını yoksa zor kullanacaklarını söylerken, saklandığı yerden bir asi silahını askerinin önündeki Yüzbaşı’ya ateşledi. Kenan göğsünden vurulup yere düşmüştü.
-Kenan ağabey, Kenan ağabey
Diye bağırdı. Teğmen Yavuz. Rütbe kalkmış ağabey kardeşliğe dönmüştü her şey. Ağabeyini kucakladı. Sarıldı. Başını kaldırıp emrini verdi.
-Yok edin hepsini yok edin!
Asker ilk ateşinden sonra kılıç çekti. Yayından kopup yıldırım olup yağdı isyancıların üstüne.
Cenaze sonrası dua okunuyordu, Sait Paşa konağında. Fenalaşıp iğne yapılan Nazmiye kendi evine götürülmüştü. Yatağında inleyip duruyordu.
Bir yıl geçmişti. Nazmiye çok kilo kaybetmişti. Gözlerindeki hüzün, zayıfladıkça gözlerle birlikte derine çöküyordu. İyice solmuştu rengi. Tüm aile panik içindeydi. Doktorlar gelip gidiyordu. Şükrü Paşa udunun kaldırılmasını istedi. Manastır türküsünü çalıp ağladığını duyunca yasakladı. Manastır türküsünü bırak manastır adı bile bu evde anılmayacak dedi. Bahar geliyordu, duvardaki yaseminler açmasın diye kesildi. Duvar yeşile boyandı. Tüm tedavi ve çabalara rağmen çöküntü, üzüntüyle çaresizce izleniyordu. Bir yıldan önce ayaklarını yerden kesen onu uçuran duygular, şimdi onun üstüne çökmüş derinlere doğru bastırmaktaydı Nazmiye’yi. Arada bir Nazmiye ‘’Allah’ım neden Allah’ım’’ diyordu kendi kendine.
Bir sabah şiddetli öksürükle birlikte yastığının kenarı kırmızıya boyandı. Ülkü hanım çılgınca bağırıyordu. Ateş düşmüş ana yüreğiyle!
-Doktoru çağırın, doktoru çağırın.
Sanatoryuma yatırıldı. Her geçen gün yapılan tüm çabalara rağmen kötüye gidiyordu. Bir sabah annesine;
-Anne bu akşam Kenan geldi. Bu kadar ayrılık yeter dedi. Elini uzattı bana.
-Tutmadın değil mi? Tutmadın?
-Tuttum!
-Rüya işte kızım. Rüya…
Ülkü hanım heyecanla dışarıya çıktı. Ağlayarak bekleyen Şükrü Paşa’ya
-Çok geç paşam kızımız gidiyor.
Olayı anlattı. Paşada telaşlandı.
-Aman bir rüya ile hüküm veriyorsun.
Ertesi sabah sanatoryuma giderken yolda Ülkü Hanım dışarıdan gelen Manastır türküsünü duydu. Paşaya dönüp ağlayarak;
-Başımız sağ olsun Paşam. Kızımız vefat etti.
Dedi. Paşa şaşırdı. Heyecanla öne ‘’ Lala hızlanın’’ diye bağırdı. Ana yüreğine ulaşmıştı. Gizlice iletilmişti acı haber.
Yıllar geçmişti. Şükrü Paşa ve Ülkü Hanım vefat etmiş. Köşkün beyi oğulları Sinan Paşa emekli olmuştu.
O gün bodruma indiğinde annesinin ablası ölünce bodruma gizlediği çeyizi görünce gözünden yaş boşaldı. Bağırdı;
-Gelin bunları alın götürün bir yerlere verin.
Nazmiye’nin annesine nişanında kendi gümüş takımlarının kullanılmasını istediği ve bir kez kullanılmış takımlarda onlar gibi artık köşkü terk etmişlerdi.
Alıcı antikacı hanım. Çok güzel bir işçilik deyip değerini ölçüp ama asıl yaşadıkları duygusal yükünün değerini bilmeden pazarlığa başlamıştı…
5.0
100% (1)