0
Yorum
5
Beğeni
5,0
Puan
282
Okunma

Dış dünyanın kesintisiz akışına karşı, bireyler kimi zaman kendi sınırlarını çizer. Fiziki bir alan, öznelerin iradesiyle belirlenmiş ve dış ortamdan koparılmışsa, artık sıradan bir mekân olmanın ötesine geçer. Bu nokta, bir “izole alan”dır; içinde olanların dışarıdan gelen çağrılara karşı belirleyici olduğu, dış dünyanın kısıtlayıcılığına karşı kendi cevaplarını üretebildiği bir varoluş mekânı. İzole alan, yalnızca dört duvar arasında sıkışmış bir yer değildir; kimi zaman bir düşünce biçimi, kimi zaman bir toplumun kendini dünyaya kapattığı bir zihinsel bölge hâline gelir. İçeride var olan özneler, bu izole yapının duvarları arasından birbirleriyle etkileşirken, dış dünyanın parametreleriyle yeni bir bağ kurmayı reddedebilirler ya da farklı yollarla dönüşerek kendilerine özgü bir gerçeklik inşa edebilirler.
Peki, bu tür bir alan özgürleştirici midir, yoksa bir mahkûmiyetin biçimi mi? İçeridekiler için bu alan, bir korunma hissi sunabilir. Dış dünyadan gelen bilgilerin, etkilerin ve değişkenlerin filtresiz bir şekilde içeri girmesi önlendiğinde, bireyler kendi düşünsel sistemlerini daha sağlıklı bir biçimde geliştirme şansı yakalayabilirler. Ancak, içe kapanışın beraberinde getirdiği sınırlılıklar, özneleri kaçınılmaz bir yalnızlığa sürükleyebilir. Öyleyse, izole alan bir geçiş noktası mıdır? Sürekli mi, yoksa ancak bir süreliğine mi var olabilir? Belki de bu sorunun yanıtı, içindeki öznelerin ona nasıl anlam yüklediğine bağlıdır. Kimileri için bu sınırlar bir güvenlik kalkanı iken, kimileri için değişimin önündeki büyük bir bariyer olabilir. Ancak kesin olan bir şey var: Her izole alan, kendisine özgü bir gerçekliğiyle vardır ve dış dünyadan farklı olarak, içindeki öznelerin belirlediği kurallarla var olur.
İzoleli Alan Sessizliğin Yankısı
Her insan, bir noktada kendi varlığının sınırlarını çizmek ister. Dış dünyanın keşmekeşinden sıyrılmak, gürültüyü susturmak ve kendi sesiyle baş başa kalmak… Bu istek bazen bilinçlidir, bazen de farkında olmadan gerçekleşir. İşte böyle bir anda, bir mekân bir anda bir izole alana dönüşür. Ancak bu noktada farklı bir gerçeklik doğar. İzole alan, yalnızca dışarıyı engellemekle kalmaz; içeride olanı da dönüştürmeye başlar. Öncesinde tanıdık gelen her şey zamanla başka bir boyut kazanır. Duygular derinleşir, düşünceler kendi yankısını bulur. Bireyin iç dünyası, sessizliğin içinde kendi sesini yükseltir. Kimi zaman bu içsel dünya bir sığınak olur; dış dünyanın keskin rüzgârlarından koruyan bir liman. Ancak bazen fark edilmeden bir hapisliğe dönüşebilir. İzole alanın duvarları, önce güvenlik hissi verirken, zamanla sınırları olan bir dünyaya çevrilir. İçindeki özneler, bu alanın sunduğu özgürlüğün içinde bir yalnızlık yaşamaya başlar.
Peki, insan bir kez bu izole alana adım attığında, geri dönüş mümkün müdür? Bazen evet, bazen hayır diyebiliriz. Çünkü bazı sınırlar, yalnızca fiziki değil, zihinsel olarak da çizilir. Alışkanlık hâline gelen bu kapanış, dış dünyaya yeniden açılmayı zorlaştırabilir. Ancak belki de cevap, bu iki hâlin arasında saklıdır; yalnızlıkla barışıp, fakat dış dünyaya da kapıyı tamamen kapatmamak… Belki izole alan, yalnızca bir duvarla sınırlı değildir. Belki, hepimizin içinde farklı biçimlerde var olur. Ancak gerçek olan bir şey var: İnsan, her zaman bir yankı arar. Ve bu yankıyı bulduğu yerde, kendi gerçeğini ulaşır. Kim bilir, belki de sessizlik hiç bu kadar gürültülü olmamıştı. Bir odanın köşesinde yankılanan adımlar, bir pencerenin ardında unutulan bakışlar, günler boyunca dokunulmayan eşyalar… Tüm bunlar, bu izole alanın içinde sessiz bir çığlığa dönüşür. Dışarının seslerini sustururken, içerideki yankıları daha duyulur hâle getirmiş olur.
Kimi zaman bu içsel dünya bir sığınak olur; dış dünyanın keskin rüzgârlarından koruyan bir liman. Ancak bazen fark edilmeden bir hapisliğe dönüşebilir. İzole alanın duvarları, önce güvenlik hissi verirken, zamanla sınırları olan bir dünyaya çevrilir. İçindeki özneler, bu alanın sunduğu özgürlüğün içinde bir yalnızlık yaşamaya başlar. Ve sonra bir an gelir… Bir ışık düşer boşluğa, içeride yankılanan ses dışarıya ulaşır. Birey, bu alandan çıkmayı ister mi, yoksa kalmayı mı tercih eder? Bu, belki de en zor sorudur. Çünkü bazen bir duvarın ardı, bilinmeyen bir huzur saklar. Ama bazen de özgürlük, o duvarların ötesinde gizlidir.
Belki izole alan, yalnızca bir duvarla sınırlı değildir. Belki, hepimizin içinde farklı biçimlerde var olur. Ancak gerçek olan bir şey var: İnsan, her zaman bir yankı arar. Ve bu yankıyı bulduğu yerde, kendi gerçeğini bulur. Ancak bir gerçek unutulur: Sessizlik, yalnızca sustuğunda değil, yankılandığında da konuşur. Duvarlara çarpan soluklar, içe çekilen kelimeler, gözlerden süzülen düşünceler… Hepsi, bu sınırların içinde var olanların izlerini taşır. Öncesinde tanıdık gelen her şey zamanla başka bir boyut kazanır. Duygular derinleşir, düşünceler kendi yankısını bulur. Bir zamanlar korunmak için çizilen sınırlar, artık bir hapishane midir? İlk başta güven veren o sessizlik, zamanla kulaklarda çınlayan bir boşluğa dönüşür. Bir bakış unutulur, bir an hatırlanmaz, bir cümle eksik kalır. Gözler dışarıyı ararken, içeride yankılanan sessizlik daha belirgin hâle gelir.
Bir adım atmayı düşünür insan… Ancak alıştığı duvarları yıkmak kolay değildir. Her sessizlik, kendi yankısını üretir ve kimi zaman bu yankı, dışarıda hiçbir sesin yerini dolduramayacağı kadar güçlü olur. Fakat bir an gelir, bir ışık düşer boşluğa. İçeride yankılanan ses, dışarıya ulaşır. Günler geçtikçe, izole alan artık bir tercih değil, bir alışkanlık hâline gelir. İnsan, kendini burada güvende hissettiği kadar, yavaş yavaş iç sesine mahkûm olur. Bir an, duvarlara dokunur ve düşünür: "Bu sınırları ben mi çizdim, yoksa zamanla kendiliğinden mi oluştu?" Dışarının sesi uzaklarda kaybolmuştur artık. Ancak işin tuhaf yanı, içerdeki yankılar daha da yüksek çıkmaya başlamıştır. Eski hatıralar, unutulmuş sözler, kaçırılmış fırsatlar… Hepsi, bu sessizliğin içinde yankılanarak büyür. Sanki duvarlar, yalnızca insanı korumak için değil, onu geçmişiyle yüzleşmeye zorlamak için de inşa edilmiştir.
Ve sonra bir an gelir… Bir ışık süzülür küçük bir aralıktan. Belki bir ses, belki bir koku, belki de bir anı, insanı uykusundan uyandırır. O an, içindeki yankıları dinlemeyi bırakıp, dışarıdaki dünyaya yeniden bakmayı ister. Ama kapıdan adım atmak kolay değildir. Alışılmış olan her zaman güvenlidir; bilinmeyen ise korkutucu. Ancak insan bir seçim yapmalıdır. Ya izole alanın sunduğu huzur ve yalnızlık içinde kalacak ya da bilinmeze adım atacak. Ve belki de en önemli soru budur: "Sessizlikle yaşamak mı, yoksa seslerin arasında var olmak mı güzeldir?"Buyurun, beyin fırtınasına, vesselam.
Mehmet Aluç
Bayram Kaya kardeşimin “Kolektif Alan 46 ” eserinden esinlenerek yansımasının fark edilmesi üzerine birkaç dize ve düşünceleri kendi düşüncelerimle şekillendirerek yazmaya çalıştım.Bayram kardeşime teşekkürler ediyorum.
5.0
100% (1)