Gün geldi ağladığım günlere ağladım. hz. ebubekir
Oğuz Can Hayali
Oğuz Can Hayali

(27) YEŞİL YOL

Yorum

(27) YEŞİL YOL

0

Yorum

2

Beğeni

0,0

Puan

186

Okunma

(27) YEŞİL YOL

Helen ve Phillipp el valizlerini ve sırt çantalarını bagaja verdikten sonra minibüse bindiler. Gidiş istikametleri birazdan Çanakkale’nin kuzey ucundan Ege’ye doğru olacağı için, uzaktan bile olsa Truva’yı birdaha göremeyeceklerini her ikiside gayet iyi biliyordu. Bu Orman Yolu’ndan Bayramiç’e çıkıp, Ezine üzerinden tekrar Çanakkale-İzmir Karayoluna ulaşacaklar ve Ayvalık’a geçeceklerdi;

" Eski Çağlarda bugünki gibi vapur, büyük yelkenli, kuvvetli motorlu deniz araçları olmadığından, Ege’den Marmara’ya doğru Çanakkale Boğazını geçmek, sadece Nisan ayından Haziran ortalaraına kadar güneyden esen ılımlı bir rüzgarın yardımıyla mümkündü. Yılın diğer üç mesiminde Marmara’dan gelen ve hızı bazen saatte 9 kilometreye kadar varan bir akıntı boğazdaki geçişi zorlaştırdığı gibi, bu aylarda yönünü değiştiren ve şiddeti saatte 16-20 kilometreye ulaşan bir kuzey rüzgarıda kürek ve yelken gücüne karşı olan önemli bir unsur idi. Eskiden “Karşı rüzgara yelken açmak” tekniği keşfedilmemiş olduğundan, boğazı Ege’den Marmara’ya pazu gücüyle geçmek imkansız sayılırdı. Buna birde, Ege ve Akdenizde; Denizlerin hakimi Yunan savaş gemilerinin, korsanların ve yabancı istilacı deniz kavimlerinin komtrolü eklenince, bu aylarda Çanakkale Boğazı’ndan Marmara’ya geçmek ıicaret yapanlar için çok rizikolu bir iş sayılırdı..
“Yeşil Yol” denen bu kara yolunun önemini artıran diğer önemli bir unsur ise; Ege sahil kıyısının dar ve hemen dikleşen yamaçlarının ise "Her Rüzgara açık olacak kadar" korumasız olmasındandı. Bu 30-40 kilometreye varan sahil şeridi, Beşik Körfezi’ne yaklaşırken dahada daralır ve karaya doğru 3 kilometre içeri giren ve 4 kilometre genişlişinde doğal bir liman oluştururdu. Yıllar boyu erozyonun getirdiği topraklar nehir ağzınıı doldurduğu için, bugün sığ ve küçük bir girinti olarak kalmış Beşik Körfezi’nde; Eski çağlarda sayısız ticari gemilerin ve büyük donanmaların barınacağı kadar büyük bir limanın olduğu, yazılı Tarih kalıntılarda sık bahsedilmekteydi.
Gemilerdeki asker yada yolcular burada mola verir, ihtiyaçlarını karşılayıp dinlendikten sora, olumlu hava şartlarını beklerller ve yeniden yola çıkarlardı. Marmara’dan Ege’ye doğru akıntının kuvvetli, rüzgarın ters ve sert olduğu aylarda veya Çanakkale Boğazı’nı kontrol eden Yunan savaş gemilerinin ve korsanların girişte zorluk çıkabileceğini hisseden tüccarlar; Mal ve yolcularını Beşik Körfezin’de boşaltıp, kara yolundan hayvan yüklü kervanlarla Ezine-Bayramıç-İntepe üzerinden Marmara Denizi’ne inerlerdi.
İon Kırallığı’nın güvecesi altında olan bu gerideki ormanlık bölgeden geçen Yeşil Yol, yılın hangi mevsimi olursa-olsun rizikosu olmadan kullanılan güvenli bir ticaret yolu sayılırdı. Hatta, Fatih Sultan Mehmet’ten asırlar önce bu Yeşil Yol üzerinden; Kaburgaları yağlanmış gemiler, yuvarlak-kalın ağaç gövdeler üzerinde, at ve insan gücü ile çekilip-kaydırılarak Marmara Denizi’ne indirildiğini tarih kitaplarından öğrenmekteyiz. Medeniyet ilerlediçe bu yolun izi de ismi gibi unutuldu gitti tabi." (Bu bilgiler Sayın Yazar BİLGE UMAR’ın TROİA adlı kitabının 7 ila 10 sayfasındaki “Kentin değişiklikler görmüş topogtafyası” bölümünden (İnkilap Yayınevi-ISBN 975-10-1882-X 02-34-Y0051-0224) ve diğer tarihi bilimsel kitaplardan özetlenerek alınmıştır.)

Minibüs Çanakkale’yi terk edip, dik-dar ve keskin virajlı bir orman yoluna saptı. “Engin denizlerde uzun bir yolculuktan sonra bir limana giren gemici gözlerindeki daralma gibi” bir duygu ile Phillipp’in göz kasları, bu baskıya karşı koyarak bir müddet direndi. Güpe-gündüz güneşide kaybetmişlerdi. Büyük ağaçların sık yaprakları arasından kesik-kesik sızıp-sıçrayan ışıklar, minibüsün hızına yetişemeyip kıvılcım gibi yere vurup çıtırdayıp kayboluyorlardı. Yol hakikaten çok kötüydü. Helen’i böyle yollar tutuğundan, seyahat boyunca o hep uyurdu. Phillipp ise zor olmasına rağmen, doğal güzelliklerden payını almak için gözünü bile kırpmadı.
Birde şöför çok hızlı ve kötü sürüyordu minibüsü. Gereksiz gaz ve fren darbeleriyle motoru inletiyor, zaten bozuk olan yolun her oyuğunda, zıplamaktan Philipp’in içi-dışına çıkıyordu. İlkin şöförü uyarmayı düşündü. Arabanın dikiz aynasından onun “Sigarası dudağının yan ucuna asılı" aksi ve somurtkan yüzünü görünce, bu serüvenden vazgeçti. Oda sigara içmeyi çok istiyordu ama, omuzuna başını yaslamış bir melek gibi mışıl-mışıl uyuyan Helen’i rahatsız edeceği için kendine hakim oldu.
Çanakkale’den yola çıkalı henüz kısa bir süre geçmişti ki, 9 kişilik minibüsün motorundan garip sesler gelmeye başladı. İlkin tekledi, sonra ileri-geri sallanarak debelendi;
Allah kahretsin be! Yine su kaynattı nalet!”
Diye homurdanan şöför arabayı yolun kenarına çekerek durdurdu, indi ve öndeki motor kapağını açmasıyla da iki Adım geriye sıçraması bir oldu;
“Yuh ulan! Az kalsın motor yanacakmış! Kontrol lambası da çalışmıyor ki meretin!”
Küfürü ile geri döndü ve yolcu mahalinin kapısını açarak;
“Beyler, motor su kaynatıyor. Lastik hortumda bir yırtık var. Yapıştırılması gerek. İşi acele olanı gelen ilk minübüse verebilirim.”
“Tamir uzun sürermi usta?”
“İlkin motor soğusunki radyotörün kapağını açabileyim. Hortumu tamir etmekse 10-15 dakika sürer. Ayrıca ilerideki evlerin birinden taze su almamız gerek. Bagajdaki yedek bidonda az su var. İnmek isteyen varsa insin, ücretini geri öderim ve gelen ilk minübüs ile devam eder.”
3 yolcu inmek için yerinden kalktı. Konuşmalardan uyanan Helen ise Phillipp’e baktı. O; “Nasıl istersen.” der gibi omuzlarını yukarı kaldırıp dudağını büzerek kararı Helen’e bırakmıştı. Hala yorgun olan Helen, cevap yerine gülümseyip, başını tekrar onun omuzuna yaslayarak mutlu bir şekilde uyumasına devam etti;
“Gelin bakalım!”
Diyen şöför, inen 3 yolcunun yüklerini bagajdan alıp, paralarını geri ödedikten sonra yolun kenarına çıktı. Biraz beklediler. Yolcuları gelen bir münibüse verirken de;
“Büro’ya bildir. Motor su kaynatıyor. Yavaş-yavaş Bayramiç’e ineceğim.1 Saat kadar gecikebilirim.”
Minibüsün yanına; Radyodan gelen oynak bir Türk Müziği’nin nağmesi eşliğinde her yanını kıvırtarak geldi ve gömleğinin düğmelerini dans eder gibi teker-teker kalın parmak uçları ile çözdü. Yere doğru eğildikten sonra her iki eliyle gömleğin yakasını tutup omuzu üzerinden öne doğru çekip başının üstüne getirdi. Orada bir başörtü gibi duran gömleğini de, yanlarından tutarak baş-üstü sırtından bir dansöz edasıyla sıyırarak çıkardı. Sonra kollarını aşşağıya doğru indirip; Omuzları ile kalçasını ters istikamete doğru daireler çizdirerek, gömleği bileklerinden kurtardı, bir elinde aldı ve horan çeker gibi yan-yan gidip, gömleği mendil gibi havada sallayarak minibüsün açık duran kapısının üstüne yavaşca fırlatıverdi. Arka koltukta kızı ve torunları ile oturan nine;
“Ammanin kızlar! Yumun gözlerinizi, şöför soyunuyo!”
Deyince, diğer yolcularda Phillipp gibi güldüler. Şöför bu tenkide aldırmadı tabi. Radyodanki oynak türkünün ritmine uyarak, şimdi kasten vucudunu daha da abartmalı bir şekilde kıvırtarak; Önünde çaprazladığı kollarıyla iç mintanını alt kenarlarından tuttu ve birkaç narin kalça darbesiyle omuzları üstünden yukarı doğru çekip-çıkardı;
“Oh be!”
Rahatlaması ile terlemiş vucudunu bu mintanla bir güzel kuruladıktan sonra, eline doladı, minibüsün önüne gelerek, kızgın radyotör kapağını tutarak çevirdi ve açtı. Becerikliliğine bakılırsa, bu tür su kaynatmalarının yabancısı olmadığı belli oluyordu. Arabanın arkasındaki bagaja gidip bir plastik su bidonu ve tamir çantasını alarak tekrar öne geldi. Bidondaki su ile radyotördeki eksiği tamamladıktan sonra tamir çantasından çıkardığı bir plastik torbayı üçe katladı ve hortumun yırtık yerine sıkıca sardı. Beyaz mitanının kenarına da, dişi ile birer karış eninde 3-4 çentik attıktan sonra;
“ Cart! Caaart!”
Seslerine eşlik ederek çekip yırttı ve bu bez parçalarını yamanın üstündeki plastik torbaya sağlı-sollu sıkıca sararak bağladı. Bidonda arta kalan suyla elini ve yüzünü yıkadıktan sonra, bidonu baş-üstü devirerek saçını ıslattı. Mitanından arta kalan diğer bez parçası ile çıplak vucudunu kurularken;
“Bir de keseleseydik Abi! ”
Diyen, şöför mahalindeki delikanlıya; ;
“Laubalilik etme lan!"
Azarıyla sert bir bakış fırlatan şöför;
"Atarım arabamdan seni!”
Tehdini savurdu. Buna delikanlı dahil tüm yolcular güldüler. Su bidonunu ve takım çantasını tekrar bagaja koyan şöför, minibüsün açık kapısında takılı duran gömleğinin düğmelerini kapatmadan çıplak nemli vucuduna giydikten sonra, minibüse binerek, hiç kimseye bir açıklama yapma zorunluğu duymadan motoru çalıştırdı ve yola koyuldular.
İlk gelen evin önünde durup yedek su bidonlarını doldurdular. Yokuş bitene kadar da bikaç kere durup-inip, radöyotörde eksilen suyu tamamladıktan sonra, tekrar yola devam ettiler. Kısa bir müddet sonra;
“Çok şükür Allah’ıma, yokuş bitti!”
Diyen şöförün sevincine diyecek yoktu. Minibüs tam bayır aşşağı iniyordu ki, şöför şarj anahtarını kapatıp, motoru birden durduruverdi;
“A a! abi, bu araba Fıransız! Direksiyon kitlenir!”
Diyen, biraz önce azarı yiyen delikanlıya;
“ Ükelalık etme len! Kırk yıllık mesleğimi bana mı öğretecen. Söktüm kilidini namussuzun!"
"Ama..."
"Gavurun aklı ermez Anadolu yoluna!”
Eğer şöför Phillipp’in de, bu gavurlardan biri olduğunu ve iyi türkçe konuştuğunu bir bilse, herhalde böyle konuşmazdı. Phillipp’se başını iki yana sallayarak, sesizce;
“Terbiyesiz!”
Dedi ve bakışlarını pencereden dışarıya çevirdi.
Aşşağıdaki ovaya inen bu yol kıvrımlı, dar ve çok dikdi. Şöför bayır aşşağı kayan minibüsü ayak freni darbeleriyle birkaç ileri-geri debelenmelerle zorlukla kontrol edebiliyordu. Önde, şöförün yanında oturan ve öne uzattığı elleri ile pencere ön kenarlığına tutunarak kendini garantiye almaya çalışan delikanlı;
“Abi, ya fren patlarsa!”
Dediğinde;
" Kapa ulan şu şom ağızını, el frenim var!"
"Ama Abi..."
"Belkide senin yüzünden yırtıldı hortum, su kaynattı motor, uğursuz!"
"Birde zararı bana ödetseydin bari, abi!"
"Bekle hele, Bayramiç’e bir varalım, faturayı üstüne kestireyimde gör!"
Delikanlının dışında bu tehdite herkes güldü;
“Oğul, el freni nedir ki; İki yay-bir çelik çubuk!”
İhtiyar Nine’nin bu derece iyi araba mekaniğini bilmesine Philipp bile şaşmıştı;
“Korkma Nine, Mevla’m büyüktür! O korur bizi."
Minibüsün tavanına bakarak;
"Rabbim isterse; Ecel bizi, sen nerde olursan-ol bulur Nine! Kıl gibi ince bir köprüdür Hayat!”
Hızla aşşağıya inen minibüsün direksiyonunu her iki ayağını yukarı kaldrarak dizlerinin arasına sıkıştırdı ve boşalan ellerini göğe kaldırarak bir gözü yolda, diğeri Rabbi’nde yalvarmaya başladı;
“Ulu tanrım, merhameti büyük Allah’ım! Senin rahmetine sığındık..."
Diye ondan yardım istedikten sonra hızla direksiyonu tekrar tuttu ve ayaklarını aşşağıya indirdi. Zira minübüs hahdinden fazla hızlanmıştı ve önde de keskin bir viraj vardı. Frene kızlı ve sert dokunarak arabanın hızını azaltırkende, alçak sesle arapça dua okumaya başladı. Duası bitip virajı dönüklerinde;
"Bizleri koru ya Rab’im!”
Diyerek duasını bitirdi ve her iki elini kaldırarak avuçlarını yanaklarına sürdü. Böylece Nine’ye;
“Amin”
Demekten ve de mırıldanıp birkaç sure okumaktan başka iş kalmamıştı. Yeni bir;
“Amin!”
İle tekrar dieksiyonu tutan şöför, yanda oturan delikanlının bu ibadete katılmadığını fark edince;
“Amin demeye dilinmi varmıyor Allah’sız!”
Dedikten sonra;
“ Hem...”
Ona uzattığı işaret Parmağını sallayarak onu tehdit edercesine;
“Niçin yokuş aşşağı benzin yakayım? Arap Emiratları dahada mı zengin olsunlar?
“Doğru Abi.”
“Niçin katledeyim şu güzelim doğa’yı lüzumsuz olarak egzos zehiri ile?”
“Haklısın.” “Niye büyüteyim atmosferdeki ozon deliğini?"
"Evet Abi."
"Küresel ısı artsın, kutuplarda buzlar erisin, deniz yükselsin, sahillere su bassın, adalar batsın diye mi?”
Delikanlı artık cevap yetiştirmekten vazgeçerek;
“Amin abi, amin!”
Diyerek her iki eliyle yüzünü sıvazladı. Minübüsteki diğer yolcular da böyle haklı sorulara tabiki hiçbir mantıklı cevap bulmadılar. Minibüsün radyosundan gelen bir şarkıda zaten şöförün haklı olduğunu kanıtlıyordu;
“Sevda yolunda geçerken yıllar,
bütün ömrünce ah ile dolar.
Sanma bu gençlik aşk ile solar;
Sevilme sevdir, ağlama ağlat,
ne hoş olur bu tatlı hayat...”

Minibüs fren darbeleri eşliğinde keskin virajları kayıp-aşarak Kaz Dağları’nın arkasındaki geniş ve güzel bir ovaya yaklaştı. Phillipp her ne kadar içinden bu ahlaksız şöföre kızdıysada, kendne hakim olarak sustu. Diğer yolcular ise; Ya durumun tehlikesini anlamıyorlardı yada “yüreği geniş” tabiri ile açıklanan bir Anadolu Görüşü’nün insanlarıydılar. Başını çevirerek geriye baktı. Nine hâlâ tespih çekip dudaklarını kıpırdatarak dua etmekteydi.
Phillipp’ Kaz Dağları’nın en yüksek tepesi olan; Ufuktaki Gargara’yı görünce keyfi yeniden doruğuna ulaşmıştı. Böylece şöförün yaptığı tüm terbiyesizlikleri aniden unutuverdi. Çünki o üniversite yıllarında, sömester tatilinde yada Türkiye’de yaptıkları tatbiki kazılarından sonra hep; Bayramiç’ten Ayazma’ya taksi ile gidip, oradanda bu kutsal tepeye yarım saat süren yürüyüşle tırmandıklarını hatırladı;
“Zeus, Hera’nın göğsünde mutlu ve yorgun derin bir uykuya dalar.
Bu uykunun doyumsuzluğunda kaybeder haklı bir savaşı
Truva Surları önünde savaşanlar.
Hera’nın güzelliği sebeptir, hırsı yada kini
ve de İda’nın 1001 pınarından sızan sularıda yaşanan bu çılgın aşk serüveni..."

İzmirli Ozan Homer’in yazdığı İlyada Destanından ezbere olarak bildiği satırlarda; Burada yaşanan aşkın, Truva Savaşları’nın kaderini nasıl değiştirdiği böyle anlatmaktaydı. Helen ile bu duyguyu şu an paylaşmayı ne kadarda çok isterdi. O ise sıcak yanağını Philipp’in omuzuna dayamış, sevecen bir gülümseme ile mışıl-mışıl uyumaktaydı. Onu uyandırmaya kıyamadı. Zaten radyodan gelen arabesk bir türkünün kesilmesi ve mekanik bir kadın spikerin sesi duyulmasıyla Antik Yunan’a uzanan yolculuk böylece dağılıp, gitmişti. Sesini inceltip bir eliyle burnnu sıkarak kadın sesi taklidi yapan şöför, muzip ve abartılı şekilde;
“Sayın Yolcularımız..."
Diye söze başladı;
"Minibüsünüz yarım saat yemek ve dinlenme molası vermiştir”
Diyerek de frene basarak minibüsün hızını azalttı.Yolcuların hepsi bu espriye güldüler. Zira böyle bir anons; Şehirler arası çalışan büyük ve lüks otobüslerin muavin, şöför yada hostesleri tarafından 2-3 saat uzun süren direk yolculuklardan sonra büyük konaklama istasyonlarına gelince yapılırdı. Onların minibüsleri ise sadece 9 kişilik idi ve şimdi durdukları yer ise şirin bir köy kahvesinin önü idi. Phillipp Hellen’i uyandırmak için alçak bir sesle;
“Bu İlahi aşk İda Dağları’nın Gargaros Tepesi’nde yaşanmıştır!”
Diye başını hafifçe yana döndürdü ve omuzunda mışıl-mışıl uyuyan Hellen’in kulağına fısıldadı. Böylece onu uyandırmak istiyordu ama o hala uyanmamıştı. Yerinden doğrulup onu omuzlarından tuttu ve kendine doğru çekerek alçak bir Sesle;
"Helen!"
Dediysede yine uyandıramamıştı onu. İki Avucu ile, hala sıcak olan kırmızı yanaklarını sıkıca tutarak, onun lavata çiçeği kokan altın sarı saçlarından öptü. Bu Seromoni inmek üzere olan yolcuların ve şöföründe dikkatini çekmişti. Phillipp onlara aldırmadan Almanca olarak;
“Ben seni Baş Tanrı Zeus’un Ana Tanrıça Hera’ya olan ilahi aşkından daha da çok seviyorum.”
Diyerek eğildi ve usulaca onun kurumuş dudaklarından öpüverdi;
“ Höşt ulan, höşt!’
“Aile var, aile!”
“Turist bunlar Abi!”
“Ben turist falan anlamam. Minibüsün namusu benden sorulur”
Diyen şöför;
“Hallo Mister”
Diye tam Phillipp’e terbiye dersi vermek üzereydi ki, Helen uyandı ve yerinden doğrularak etrafına bakınınca, 2-3 yolcu şöför ile birlikte onlara bakmaktaydılar ve yülerindeki ifade ise hiç dostça değildi. Phillipp’ten, bu durum için bir açıklama istemeyi tasarlarken;
“İnince anlatırım!”
Diye ayağa kalkan Phillipp sırtını söföre dönerek Helen’in yerinden kalkması için yana çekildi. Saçlarını toplamak bahanesiyle minibüsün boşalmasını bekleyen Helen, Parmakları arasında tarayıp-kaydırarak topladığı saçlarını geriye sarkıttı ve kuyruğunu burup, lastik halka ile dibinden iyice sıktı. Aynı ahenk ile; Burmaladığı kuyruğu 3-4 defa üst-üste dolayarak, halkalar halinde birbiri üstünde döndürüp oturttuktan sonra, dişlerinin arasına sıkıştırdığı tokaları tek-tek alarak bu topuza soktu ve sabitleştirdi. Helen’in bu muhteşem el hareketlerini hayranlıkla seyreden Phillipp, onun almanca olarak sorduğu;
“Bu Şöför hâlâ bize niçin böyle kızgın bakıyor?”
Sorusunu duymamıştı bile;
“Sen beni dinlemiyorsun ama!”
“Evet.”
“Evet, ne?”
“ Haklısın."
"Şöför bize niçin böyle bakıyor diye sordum!"
Kendine gelen Phillipp ilkin şöförden özür dilemeyi düşündü. Sonra; Yaptığı hatanın şöförün yaptıklarının yanında, hiç denecek kadar masum olduğuna karar vererek bundan vazgeçti. Yolcular homurdaarak inince, Helen’de yerinden kalktı ve şöförün ters bakışları altında iki suçlu gibi minübüsten indiler.
Yolcular çoktan Kır Kahvesi’nin muşamba örtülü ağaç masalarından birinin etrafına yerleşmişlerdi. Şöför kahveye girip yanlarına oturdu. Gelen ve onları dostça selamlayan hahveciye içecek bir şeyler ısmarladılar.
Çevreyi biraz dolaşmak bahanesiyle ileriye doğru yürüyerek, kahveye girmediler. Phillipp bir Sigara içimi boyunca şöförün terbiyesizliklerini anlatmış ve Gargara Tepesi’ni gördüğü andaki coşkunluğunu kontrol edemediği için ondan anlayış bekleyerek özür dilemişti. Helen ise; Yaptığının doğru olduğunu ama yer ve zamanı yanlış seçtiğ için onu uyarmıştı.
Kahveden biraz uzaklaştıktan sonra, Phillipp ağaçların arasından tekrar Gargara Tepesi’ni görünce, elini alnına siper ederek başını yukarıya kaldırdı ve gözlerini kısarak bakışlarını uzaktaki tepesinin siluyetine netleştirmeye çalıştı. Bunu kahvede oturduğu yerden fark eden şöför;
"Bu Adamın aklı-fikri aşkta, meşkte!"
"Neden abi?"
"Nere baktığını görmüyon mu len!"
Saf delikanlı hiçbirşey anlamadığı halde, Şöföre yaranmak için;
"Kollayayım mı Abi?"
Deyince;
"Dikizmi geçecen ulan!"
Cevabını aldı;
"Yok Abi. Ş’apmasınlar da, bak oraya gidiyorlar."
Delikanlı ilerideki koruluğu gösterdiği halde şöför anlamamazlıktan gelerek;
"Sen Ora’nın nere olduğunu, bilin mi?"
"Yoook!"
“Öyleyse ne zırvalıyon böyle?”
Şöför gözünü ufuktaki tepeden ayırmayarak;
"Ora Meşk Evi’dir Yunan tanrılarının."
"Genel Ev gibi mi yani?"
Delikanlının saflığına gülen Şöför;
"Çarparım ha !"
Diyerek kaldırdığı elini onun ense yukarısında şaplatarak, başındaki kasketini önden yere düşürttü. Masadakiler güldüler;
“ Yunan Tanrıları’nın aşna-fişne yeridir orası.”
Diyerek Helen ve Phillipp’i süzmeye devam etti. Bu ara delikanlı düşen kasketini yerden alıp, silkeledikten sonra başına tekrar geçirmişti. Masaya çayları getirdikten sonra onların yanına oturan kahveci;
"Tövbe de Tayyar Ağa tövbe. Çarpılacan!"
Dedikten sonra;
"Tuh,tuh!"
Diye başını omuzları üstüne tek-tek çevirerek tükürüyormuş gibi aptı. Bu ikazı duymamış gibi gözlerini avını gözleyen bir tilki gibi kısan şöför, tekrar Gargara Tepesi’ne bakarak;
"Gavur icadı bunlar Rüstem Emmi, gavur icadı! Benim inandığım falan yok! Bizde bu eski Yunan yalanlarına inanan insanlardan ekmek yiyoruz ya..."
"Böyle namussuz işten gelecek paranın..."
Diye yeni bir küfüre başlamak üzere olan delikanlıya dönen Şöför;
"Birde bana pezevenk deseydin bari!"
Diye onu azarladı. Hala söylenenlerden hiçbirşey anlamayan delikanlı;
"Sana da hiçbirşey yaramıyor be Abi! Ekmek parasından bahseden sendin."
"Turizimden bahsettim ben bacaksız! Aşna-fişneden değil."
Diyerek onun kasketine yeniden bir şaplak daha değdirince, masanın üstüne düşmek üzere olan kasketi zorlukla son anda yakalayan delikanlının haline, uzaktaki masada kızı ve torunlarıyla oturan ninenin dışında herkes güldü. O ara Helen ve Phillipp’in kahveye el-ele girdiğini görünce hepsi sustular. Kahveci masadan kalktı ve;
"Buyrun, hoşgeldiniz."
Diyerek onlara boş bir masayı gösterdi ve ne içmek istediklerini sordu. 2 çay ısmarlayan Phillipp kasten sırtını şöföre dönerek sandalyesine oturdu ve bir sigara yaktı. Helen ise Ayaklarının dibinde dolaşan iki kedi yavrusunu sevmekle meşguldü. Çaylar geldi. İçtikten sonra;
“Çaylarınızı tazeleyeyim mi?”
Sorusu ile yanlarına gelen kahveciye teşekkür ettiler ve hesabı ödediler.

Paylaş:
2 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
(27) yeşil yol Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz (27) yeşil yol yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
(27) YEŞİL YOL yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL