4
Yorum
15
Beğeni
5,0
Puan
370
Okunma

Şiirsel Öykü (Poetik Hikâye
Giriş – Taşın Başında
Köyün dışında, kimsenin adını bilmediği bir taş vardı.
Ne mezardı, ne abide.
Ama herkes onun önünden sessiz geçerdi.
Kimse taşın üstüne ad koymamıştı,
ama herkesin içinde bir şey eksilirdi ona baktıkça.
Bir gün, şehirden bir kadın geldi.
Boynunda yün bir atkı, gözlerinde mevsimsiz bir hüzün vardı.
“Ben buraya taşın hikâyesini yazmaya geldim,” dedi.
Köy halkı sustu.
Çünkü onlar hikâyeyi bilmiyordu.
Taşı bildikleri kadar.
Ama o kadın, geceleri o taşın başına oturdu.
Sanki taş konuşuyordu.
Sanki toprağın dili açılmıştı.
Ve taş, ruhuna fısıldamaya başladı:
“Ben, yazılmamış bir mektubum.
Unutulan bir duanın ağırlığıyım.
Gölgede kalmış bir sevdanın son cümlesiyim…”
Kadın, ertesi sabah elleriyle toprağı eşmeye başladı.
Bir sandık buldu.
İçinde, kurumuş otlar, rüzgârla dağılmış bir saç teli
ve bir çocuk ayağından çıkmış eski bir terlik vardı.
Hiçbir anlamı yok gibiydi.
Ama kadın ağladı.
Çünkü taş anlatmıştı ona:
Bu eşyalar, bir zamanlar konuşan ruhların susmuş hikâyesiydi.
Ve şimdi yazılmayı bekliyordu.
II – Rüyadan Gelen Çocuk
Kadın, üçüncü gece taşın başına vardığında, rüzgârda garip bir uğultu vardı.
Uğultu, bir ağıt gibi değildi…
Bir çocuk şarkısı gibiydi.
Ama yavaş yavaş geri geri çalınan bir müzik kutusu gibi tedirgindi.
Gözlerini kapattı.
Taşa elini koydu.
Ve gözlerini açtığında sabah olmamıştı,
fakat artık gece de değildi.
Karşısında bir çocuk duruyordu.
Ayakkabısız, saçları rüzgârda salınıyor,
ellerinde mavi bir uçurtma tutuyordu.
Hiç konuşmadı.
Ama gözleri “beni hatırladın mı?” diye sordu.
Kadın korkmadı.
Ne zaman korktuğunu unuttu zaten.
“Sen kimsin?” demedi.
Çünkü biliyordu: bu çocuk onun geçmişinden gelen bir yankıydı.
Belki kendi çocukluğu,
belki hiç doğmamış bir evlât,
belki de sadece taşın hayal ettirdiği bir parça zamandı.
Çocuk uçurtmasını kadının kucağına bıraktı.
Sonra birden her şey ağırlaştı.
Taş soğudu.
Zaman kapanmaya başladı.
Ve kadın kendi iç sesinden şu cümleyi işitti:
“Taş, zamanı tutar.
Rüya, seni hatırladığında başlar.
Ve bazı hikâyeler yalnız rüyada tamamlanır…”
III – Ateşe Yazılan İsim
Kadın dördüncü gece taşın yanına vardığında,
rüzgâr susmuştu.
Gece, ürkütücü bir sükûnet içinde
kalbini dinliyordu.
Elini taşa koyduğunda
içinden bir kıvılcım yükseldi.
Avuçlarının içi yanmaya başladı,
ama geri çekmedi elini.
Gözlerini kapadı.
Ve bu kez başka bir yere açtı gözlerini:
bir yangının ortasına.
Kuru otlar, meşe dalları, eski defter sayfaları…
Her şey yanıyordu.
Ve alevlerin ortasında,
simsiyah saçlı genç bir kadın duruyordu.
Yüzü ona benziyordu.
Ama elleri daha kararlı,
gözleri daha keskin bir geçmişe sahipti.
Kadın, ateşe bir şey fısıldıyordu:
Bir isim.
Ama sadece dudakları kıpırdıyor, sesi duyulmuyordu.
Sanki o isim, geçmişin ateşiyle mühürlenmişti.
Taşın ruhuna yazdığı bu harfler,
belki de bir sevdanın,
belki de bir ihanetten doğmuş doğruluğun iziydi.
Kadın, kendi bedenine döndüğünde
elleri hala sıcaktı.
Ve göğsünün altında
o ismi taşıyordu artık.
Kimin olduğunu bilmeden..
IV – Mahzenin Aynası
Dördüncü gece, kadın taşı bulduğunda
ay yoktu.
Sanki gökyüzü bir sırrı saklamak için
ışığını geri çekmişti.
Taşa dokunduğu anda
soğuk bir rüzgar indi boğazına—
ve dünya, içine çöken bir mahzene döndü.
Bu kez, bir kapı yoktu.
Bir aynanın karşısında buldu kendini.
Tozlu, çatlak, yorgun bir ayna.
Ama içinde yansıyan yalnızca kendi sureti değildi.
Çocuk sesi geldi aynadan:
“Ben buradayım, senin ilk sessizliğinim.”
Kadın irkildi.
Aynanın içindeki çocuk hâli,
bir şey saklıyordu ellerinin arkasında.
Utangaç bir suç gibi.
Hatırlamak istemediği bir gecenin
kırık lambası,
kilitli kutusu,
yarım kalan duası gibi.
Kadın eğildi,
aynadaki çocuğa dokundu.
Ellerin ardında ne varsa
anladı birden:
Sakladığı şey, kendi sustuğu ilk yalandı.
O an taşın içinde bir şey çatladı.
Bir ses yükseldi içinden:
“Gerçek, saklandığı yerde çürür.
Ama sen onu bulduğunda,
kendi gövdene döner.”
Kadın doğruldu.
Ayna buharla kaplandı.
Ve ortasında bir kelime belirdi:
“Affet.”
V – Sonsuzun Eşiği
Beşinci gece geldiğinde
taş sessizdi.
Kadın da.
Ne bir soru taşıyordu içinde
ne de cevap arıyordu artık.
Yalnızca bir varlık,
bir bekleyişti içindeki derin gölde duran.
Taşın üstünde eski bir işaret belirdi
zamanın diliyle kazınmış
bir spiral gibi
kendine dönen.
Kadın eğildi,
parmaklarıyla izledi kıvrımı:
Her çizgi bir hataydı,
her kıvrım bir öğreniş.
Ve merkezinde
tek bir kelime vardı:
“Ben.”
Ağlamadı.
Korkmadı.
Kaçmadı.
Sadece sustu.
Çünkü sustuğunda
taş dile geldi:
“Yol bitti.
Artık taş, senin değil.
Sen taşsın.
Yazılan, yaşandı.
Okunan, sendin.”
Ferdaca
5.0
100% (6)