0
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
320
Okunma

Sabahlar bazen yalnızca uyanmak değildir,
Bazen bir kuş sesiyle sızar hayat içeri.
Gözlerinizi değil, kalbinizi açmanız gerekir,
Ve bir çocuğun sessiz bakışı anlatır her şeyi.
Cuma… Haftanın son iş gününe uyanmak, yorgun bir ruhun sabaha direnmesidir. Uyku, göz kapaklarını ipek bir perde gibi örterken, ayaklar inadına geri geri gider. Şehir henüz uyanmamışken, motor homurtularının arasından süzülen kuş seslerine kulak kesildim. Betonun, dumanın ve koşuşturmanın arasına sıkışmış bir doğa nefesiydi bu. Cıvıltılar, gri bir sabaha cennetten sızan fısıltılar gibiydi.
O sabah gecikmenin telaşıyla, asansör aynasında düğmelerimi ilikledim.
Şehir uyanacaktı,
Ben uyanabilirsem
İnsan akışını izliyor, varlığın nabzını dinliyordum. Gökdelenler gökyüzünü kesmiş olsa da güneş, bir yolunu bulup göz kırpıyordu.
Belediyenin reklam standındaki sular şırıl şırıl akarken, onların sesi bile bu sabahın en kıymetli melodisiydi. Her yol bitmeye mahkumdu. Ve kapının eşiğinde beni her sabah bekleyen, gözleri çakmak çakmak bakan kahverengi tüyleriyle minik dostum Ponçik vardı. Martılar, gökten süzülen ekmek parçaları uğruna kendi izdihamlarını yaratırken, ben çiçeklerle donatılmış köşemizin önünde bir anlığına nefeslendim. Sanki botanik bir rüyanın içindeydim. Her sabah olduğu gibi, kapının önünde sahibini sadakatle bekleyen küçük köpek yavrusu, manzaranın en dokunaklı tamamlayıcısıydı.
İş yerimizin duvarları, her gün onlarca hayat hikâyesine tanıklık ediyor. Kimi zaman gözyaşı, kimi zaman kahkaha; bazen öfke, bazen hüzün… Ama hepsi hayata dair. Bir molada, kapının önüne çıktık. Orada, boyundan büyük su şişelerini taşıyan bir çocuk belirdi: Mert. Sekiz yaşlarında, fakat bakışı, bir dağın sabrını taşıyordu. Terbiyeli, ölçülü, usulca konuşan bir çocuktu. Sanki vakitsiz olgunlaşmış bir meyve gibiydi; dalında bekleyememişti.
Mert’in hikâyesi, kalbimize dokundu. Anne ve baba ayrı; babası bir apartmanda kapıcılık yapıyor. Mert, onların yükünü omuzlamak için su satıyor, kendi harçlığını çıkarıyor. Ama hayali büyük: bir bisiklet.
Ve sonra, o sabahın en unutulmaz anı geldi.
Mert’in sevinci, bize günün en güzel hediyesiydi. Sıra ondan su almaya gelmişti. Yanına yaklaşarak minik bir ricada bulundum:
"Bugün senden su almak istiyorum ama... bu defa fiyatı ben belirleyebilir miyim?"
Şaşkın gözlerle yüzüme baktı.
“Nasıl yani?” dedi.
“Öyle işte,” dedim, gülümsedim.
Minik parmaklarıyla su şişelerini zorla kavrarken, gözlerindeki o masumiyetle bana bir bir uzattı.
O an elimde tuttuğum su, yalnızca su değildi. İçinde emek vardı, çaba, sabır, hayal ve umut vardı. O küçük bedende kocaman bir ruhun taşıdığı dünya... Şimdiye kadar içtiğim en özel sudur o.
Ve biz, artık onun elindeki emeğe talip olduğumuzu söyledik. Bu sadece bir alışveriş değil, vicdanla yapılan bir anlaşmaydı.
Birlikte bir plan kurduk. Gizlice aramızda para topladık, bisikletini aldık ve balonlarla süsledik. Ona sürpriz yaptık.
Gözlerindeki ışığı, kalbindeki çarpıntıyı tarif edecek kelime hâlâ yok lügatımda.
“Annemle babam tekrar birleşecek,” dedi usulca. “Onlar için uğraşıyorum. Üçgen bahçesi olan bir evimiz olacak. Ve mutlu olacağız.”
Bir çocuğun duası gibiydi bu sözler; yalın, içten, sarsıcı.
Mert’i, hayalleriyle birlikte uğurlarken, içimizde bir yerlere bir şey yerleşti. O gün sadece bir çocuğa değil, belki kendi insanlığımıza da dokunduk.
Ve biz, başka Mert’lerin kalbine dokunmak için bu günü, yarına emanet ederek kapattık.
Ve bir çocuk geçti yüreklerimizden,
Ne bir ağırlık bıraktı ne iz,
Sadece bir su şişesinde
Koca bir dünyanın yükünü…