0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
316
Okunma
Güneş henüz doğmamış, ama ben çoktan uyanıktım. Adım Minik - karınca olmak böyle, isimlerimiz de küçük oluyor. Aslında doğum belgemde "Minikus Çalışkanicus" yazıyor ama kim okuyacak ki o kadar uzun ismi?
Yuvanın derin koridorlarında süregelen hareketlilik beni uyandırmıştı. Komşu karınca Hüseyin yine horlamasıyla tüm koridoru inletiyordu. Bu adam geceleri öyle sesli uyuyor ki, bazen deprem sandığımız oluyor. Kraliçemizin emirleri gelmeye başlamıştı bile: "Bugün de büyük görev var, yiyecek aramaya çıkacaksınız."
"Aman Tanrım," diye geçirdim içimden. "Her gün aynı iş. Keşke karınca doğmasaydım da penguen doğsaydım. Hiç olmazda buzlu limonata satardım."
Yoldaşlarımla birlikte yukarı çıktık. İlk tanıştığım Güçlü’ydü. Bu adam bizim mahallatin şampiyonu sayılır. Vücut geliştirme yapmış galiba önceki yaşamında. Arkasından Cesur geldi - adı üzerinde, bu herif öyle cesur ki, bazen köpek burnuna çıkıp kokusunu almaya çalışıyor. Deliler kervanına dahil olan benim işte.
Toprak koridorları geçmek, biz karıncalar için her zaman bir maceradır. Nemli toprak bazen çamur olur, patilerimiz kayar; bazen de öyle kurudur ki, nefes alamayız neredeyse. Bu sabah toprak biraz nemliydi - dün gece yağmur yağmış olmalı. İyi, çünkü kuru toprakta yürümek, çöl kumlarında yürümek gibidir bizim için. Bir de üstüne Güçlü’nün ayak kokusu eklenince... Vallahi penguen olmak istediğim zamanlar oluyor.
Bahçeye çıktığımızda ilk zorluğumuz hemen karşımıza çıktı: büyük çimen yaprakları. İnsanlar için yeşil halı gibi görünen çimenler, bizim için Amazon ormanları gibidir. Her çimen yaprağı, bizim boyumuzun beş katıdır. Aralarından geçmek, King Kong filmindeki gibi dev ağaçlar arasında koşuşturmak gibi.
"Sağa git!" diye bağırdı Güçlü. "Orada daha kolay bir yol var." Ama yanıldı. Bu adam yol tarifi konusunda berbat. Geçen seferinde "Şurada kestirme yol var" demişti, çıkan yolda iki saait dolaştık, sonunda başladığımız yere geldik.
O yolda dev bir örümcek bekliyordu. Neyse ki zamanında fark ettik ve geri döndük. Örümcekler bizim en büyük düşmanlarımızdandır. Bu sefer karşımıza çıkan "Zehra Hanım" denen bir dişi örümcekti. Bu kadın o kadar sinirli ki, sanki sürekli menopozda. Her şeye sinirlenyor, herkese saldırıyor. "Benim bölgemde ne işiniz var lan?" diye bağırıyor. Ay hanım, sakin ol biraz, sonuçta aynı bahçede yaşıyoruz.
"Bu kadın niye bu kadar gergin?" diye sordum Cesur’a.
"Kocası onu terk etmiş galiba," dedi. "O zamanda beri böyle. Her erkek karıncayı görünce saldırıyor."
"Vay canına, aşk acısı mı çekiyor?"
"Muhtemelen. Bir keresinde gece yarısı aglarken duydum onu. ’Ahmet, niye beni terk ettin?’ diye."
Sonunda evin önüne kadar geldik. Burası bizim için Everest Dağı gibidir. Evin bahçe kapısının altındaki küçük aralıktan içeri girmemiz gerekiyordu. Ama orası çok dar, tek tek geçmek zorundaydık. Ve sürekli dikkat etmek... Çünkü evin büyükleri bize karşı çok acımasız.
İçeri girdiğimizde ilk karşılaştığımız Hakan Abi oldu. Ev sahibinin en büyük oğlu, lise öğrencisi galiba. Bu çocuğun bizden korkması da ayrı komik. 1.80 boyunda, 80 kilo olan adam, bizim gibi 2 milimetre boyundaki karıncalardan korkuyor. Bizi görür görmez ayakkabısını kaldırdı. "Anneee, karıncalar yine gelmiş!" diye bağırdı. Sesinden anlaşılıyor ki sesini değiştirmeye çalışıyor, ama çok korktugu belli.
"Koştuk hemen, saklandık dolabın altına. "Bu çocukta ne var ya?" diye sordum arkadaşlara.
"Geçen sene kulaģına karınca girmiş," dedi Güçlü. "O zamandar beri travması var."
"Kulaģına kim girdi?"
"Bizden Deli Recep. O kadar meraklı ki, her delikti girmek istiyor. Çocuğun kulağına girdi, çıkamadı. Sonunda doktor çıkardı onu."
"Vay be, Deli Recep yine iş yapmış."
"Adam işte... deli deli. Geçen hafta da köpeğin burnuna girmeye çalıştı."
Mutfağa doğru ilerledik. Orası bizim hedefimizdi. Duvarlara yapışarak yürüyoruz, çünkü yerden yürürsek ezilme tehlikemiz çok yüksek. Duvardan yürümek de kolay değil tabii. Sürekli yukarı çıkmak, aşağı inmek... Bacaklarımız kasılıyor, yoruluyoruz. Bir de duvarın yapısı var. Bu evin duvarları öyle pürüzlü ki, sanki dağcılık yapıyoruz.
"Ulan bu duvarı kim boyamış?" diye sordum.
"Ev sahibi kendisi yapmış galiba," dedi Cesur. "Adam boyacı değil, öğretmenmiş. İşin ehli değil yani."
"Belli oluyor zaten. Elinin körü gibi boyamış."
Tam mutfağa girdiğimizde Ayşe Teyze - ev sahibi kadın - bizi fark etti. Bu kadın bizim için tam bir felaket. "Yine karıncalar gelmiş!" diye çığlık attı. Elindeki süpürgeyi kaldırdı, bizi temizleyecekti. Koştuk, kaçtık, saklandık buzdolabının altına.
Bu kadının bizden korkması da ayrı bir konu. Sanki dev canavarlar görmüş gibi çığlık atıyor. Halbuki biz sadece yiyecek arıyordık. Bir gün cesaret edip ona seslenmeyi düşündüm: "Hanımefendi, biz zararsızız, sadece ekmek kırıntısı istiyoruz!" Ama sonra vazgeçtim, anlamazki.
Buzdolabının altında beklerken arkadaşım Cesur fısıldadı: "Şu küçük kız farklı ama. O hiç incitmiyor bizi." Doğruydu. Zeynep denen küçük kız, ailenin en küçüğü, bizi hiç incitmezdi. Hatta bazen bizim yuvamızın yanına oturur, bizi izlerdi. Bu çocuk gerçekten farklı. Sanki bizim dilimizi anlıyor.
"Bu kız neden böyle ya?" diye sordum.
"Sanırım hayvan sever," dedi Güçlü. "Geçen gün bir kediyi besliyordu. Çok şefkatli."
"Keşke tüm insanlar onun gibi olsa."
"O zaman işimiz kolay olurdu tabii."
Nihayet fırsat bulup mutfak tezgahına çıktık. Tırmanma süreci tam bir spor. Ben spor salonuna gitmem, çünkü zaten her gün böyle tırmanıyorum. Doğal spor center burası bizim için.
Orada ekmek kırıntıları vardı. Aman Tanrım, bizim için bu büyük hazine demekti! Her biri bizim vücudumuzun iki katı büyüklüğünde kırıntılar. Bir de yanında peynir parçaları vardı. Gözlerim parladı!
"Jackpot!" diye bağırdım. "Burası tam bir büfe!"
"Sakin ol," dedi Güçlü. "İlk önce güvenliği kontrol ederiz."
Bu adam askeri disiplinli. Her şeyi planlıyor. Ben daha çok "ateşe atla, sonra düşün" tipiyim.
İşte burada karınca sistemimiz devreye girdi. Güçlü en büyük parçayı aldı - bu adam gerçekten güçlü, adı hakkını veriyor. Ben ve başka bir arkadaş ikinci büyük parçayı birlikte kaldırdık. Diğer arkadaşlar da küçük parçaları topladılar. Herkes kendi kapasitesine göre yük almıştı. Bu bizim en büyük özelliğimizdir - birlik. İnsanlar da böyle yapsa, dünya ne güzel yer olur.
Ama dönüş yolu daha da zordu. Çünkü şimdi yüklüydük. Ekmek kırıntısını taşıyarak duvardan inmek, akrobatik bir hareketti neredeyse. Sirk artistleri bizden öğrensin. Güçlü yardım etti bana - bu adam gerçekten iyi arkadaş. "Dikkat et Minik, düşme!" dedi. "Buradan düşersen, domates püresine dönürsün."
"Vay canına, ne hoş benzetme."
"Gerçeği söylüyorum. Geçen hafta ahmak Ali buradan düştü, iki gün hastanede yattı."
Karıncalar olarak birbirimize hep sahip çıkarız. Bu konuda insanlardan farkımız yok aslında. Belki de daha iyi.
Tam dışarı çıkacaktık ki Mehmet Abi - ev sahibinin ortanca oğlu - bizi gördü. Bu da ayrı bir tip. Sürekli oynuyor oyun, çizgi film izliyor. Bizi görünce oyun karakteri gibi davranmaya başladı.
"Baba, karıncalar yine ekmek çalmış! Süper karıncalar bunlar, organize suç örgütü kurmuşlar!" diye bağırdı.
Koştuk hemen. Bu çocuk en azından eğlenceli. Bizi suçlu gibi görüyor ama eğlenerek yapıyor. Hakan Abi gibi korkmyor en azından.
Ama yüklü koşmak çok zor. İki kez tökezledim, düşmek üzereydim. "Bu ekmek parçası benim boyumdan büyük ya!" diye şikayet ettim.
"Dayanaçağın," dedi Cesur. "Ev atletiği yapıyorsun şimdi."
"Atletizm değil bu, işkence!"
Dışarı çıktığımızda rahatladık biraz. Ama asıl zorluklar şimdi başlıyordu. Çimenlerin arasından yuvaya dönmek, yük taşıyarak... Her çimen yaprağı bizim için büyük engel. Amazon ormanında yürümek gibi. Üzerinden geçemiyorsanız, altından geçmek zorundasınız. Bazen yükünüzü başka arkadaşa verip tırmanmanız, sonra yükü havance etmeniz gerekiyor.
"Bu işi niye yapıyoruz ya?" diye sordum yorgunluktan.
"Çünkü karıncayız," dedi Güçlü. "Bu bizim işimiz."
"Keşke tembel hayvan doğsaydık. Koala filan."
"Koalalar da çalışır."
"Panda o zaman. Onlar sadece bambu yer, yatar."
"Sen karınca dogdun, kaderini kabul et."
Yolda bir de böcek kavgası çıktı. Büyük bir kara böcek bizim yolumuzu kesti. Bu böceğin adı "Kara Ahmet" - mahallenen kabadayısı. Sürekli kavga çıkarıyor, herkesi rahatsız ediyor. "Bu benim bölgem, buradan geçemezsiniz!" der gibiydi. Tipik mahalle kabadayısı işte.
Güçlü öne çıktı, ona karşı koydu. Bu iki erkek birbirine girdiler. Sanki western filmindeki gibi. Sadece müzik eksikti.
"Sen kimsin ya?" dedi Kara Ahmet.
"Ben Güçlü, karınca mahallesinden. Sen de kimsin?"
"Ben buranın ağasıyım. Buradan geçmek istiyorsan haraç ver."
"Ne haracı ya? Bu herkesin yolu."
Kavga çıkacaktı ama biz diğerleri yavaş yavaş böceğin çevresinden dolandık. Bazen savaşmak zorunda kalırsınız, bazen akıllıca kaçmanız gerekir. Diplomasi işte.
Sonunda Güçlü de kavgadan sıyrıldı. "Bu Kara Ahmet her defasında aynı şeyi yapıyor," dedi.
"Niye birisi ona ders vermiyor?"
"Kim verecek? Adam tank gibi."
"Birleşip verebiliriz."
"Şiddet çözüm değil Minik. Tolere etmek lazım bazen."
En büyük sürprizimiz yuvanın girişine yaklaştığımızda yaşandı. Küçük Zeynep oradaydı, bizi bekliyordu! Sessizce oturmuş, bizim yuvamızı izliyordu. Bu çocuk gerçekten meraklı. Sanki belgesel çekiyor.
Bizi gördüğünde gülümsedi ama bize zarar vermedi. Sadece izledi. Bu çocuk bizim dostumuz gerçekten.
"Bak anne!" diye bağırdı sonra. "Karıncalar ne kadar çalışkan! Hep birlikte yiyecek taşıyorlar. Hiç şikayet etmiyorlar, hep çalışıyorlar. Üstelik çok organize, planla hareket ediyorlar!"
Anne Ayşe geldi, biraz şaşırdı. Bu kadın bize karşı çok sert, ama kızının söylediği doğru. "Doğru kızım, çok çalışkanlar gerçekten. Ama evde olmasını istemiyoruz onların. Hijyen problemi yaratiyorlar."
"Ama anne, onlar sadece yaşamaya çalışıyorlar. Bizim gibi... Ve çok temizler aslında. Bak, hiç kirletmiyorlar etrafı."
Bu konuşmayı dinlerken çok şaşırmıştım. Küçük kız bizi savunuyordu! Bizim de yaşamaya çalıştığımızı, ailemizi beslemeye çalıştığımızı anlıyordu.
"Bu çocuk cidden farklı," dedim arkadaşlara.
"Büyüyünce iyi insan olur bu," dedi Güçlü.
Yuvaya girdiğimizde tüm koloni bizi karşıladı. Kraliçe Annemiz çok memnundu. Bu kadın - pardon, kraliçe - çok ciddi tip. Sürekli emir veriyor, planlar yapıyor. CEO gibi bir şey.
"Çok iyi yapmışsınız!" dedi. "Bu günün kahramanlarısınız. Özel ödül alacaksınız."
"Ne ödülü?" diye sordum heyecanla.
"Yarın da aynı göreve gideceksiniz."
"Bu mu ödül?"
"Tabii, güvenilir ekibimizi tekrar görevlendiriyoruz."
İşte gözde olmak böyle... Başarılı olunca daha çok iş veriyorlar.
Yiyecekleri depoya yerleştirdik. Böylece yüzlerce kardeşimiz beslenecekti. Depodaki şortlu Köksal, her şeyi dikkatli kaydediyordu.
"Güzel gömü bugün," dedi. "Ekmek, peynir, biraz da şeker var sanırım."
"Şeker nerede?" diye sordum.
"Şurada, küçük kristaller."
"Vay be, tam oldu yani."
"Aynen, bugün bayram menüsü olacak."
Akşam yuvanın derinlerinde dinlenirken düşünüyordum. Bugün ne kadar zorlukla karşılaşmıştık! Topraktan çıkmak, çimenlerin arasından geçmek, evin büyüklerinden kaçmak, böceklerle uğraşmak, yük taşımak... Her adım bir mücadeleydi.
Komşu Hüseyin yine horluyordu. "Bu adam geceleri niye bu kadar ses çıkarıyor?" diye sordum Güçlü’ya.
"Burnunda poliп varmış," dedi.
"Niye ameliyat olmuyuo?"
"Karınca sağlık sistemi öyle gelişmemiş."
"Vay be, bizde de sorunlar varmış."
Ama vazgeçmemiştik. Çünkü biliyorduk ki, ailemiz bize güveniyordu. Kraliçe Annemiz bize güveniyordu. Yüzlerce kardeşimiz aç kalmayacaktı bizim sayemizde.
Ertesi gün yine çıkacaktık. Yine aynı zorluklar olacaktı. Evin büyükleri yine bizi kovalayacak, böcekler yine bize saldıracak. Ama biz yine gideceğiz, çünkü bu bizim görevimiz.
Peki günler sonra fark ettim ki, küçük Zeynep değişmeye başlamıştı. Artık daha çok çalışıyordu. Odasını topluyordu, ödevlerini aksatmıyordu. Bir gün annesi ile konuşurken duydum:
"Anne, karıncalar hiç şikayet etmiyorlar. Ben de artık şikayet etmeyeceğim. Onlar o kadar küçükler ama hiç vazgeçmiyorlar. Üstelik hep birlikte çalışıyorlar, kimse tembellik yapmıyor."
"Çok güzel kızım," demişti annesi. "Onlardan çalışkanlık dersi alabilirsin gerçekten. Ama evde kalmasınlar yine de."
"Tamam anne, ama onları incitmeyeceğim. Çünkü onlar da bizim aibi yaşamaya çalışıyorlar."
İşte o zaman anladım ki, bizim yaşadığımız zorluklar boşuna değilmiş. Küçük Zeynep bizden bir şeyler öğreniyordu: çalışkanlık, sebat, vazgeçmemek, birlik olma...
Belki de biz küçük karıncalar, büyük insanlara örnek olabiliyorduk. Belki de bizim günlük mücadelemiz, onlara hayatta nasıl durulması gerektiğini gösteriyordu.
Bir gün Zeynep’i bahçede ağlarken gördük. Okulda arkadaşları ile kavga etmiş galiba. Biz yuvadan çıkıp yanına gittik. Tabii anlayamadı bizi geldiğimizi, ama sanki hissetti.
"Karıncalarım," dedi ağlayarak. "Sizin hiç arkadaşlarınızla kavganız oluyor mu?"
Keşke cevap verebilsek! "Tabii ki oluyor," derdim. "Geçen hafta Deli Recep ile kavga ettik. Ama sonra barıştık. Arkadaşlık böyle işte."
Sonra gülmeye başladı. "Siz çok şanslısınız. Hep birliktesiniz, kimse kimseyi incitmez."
Eh, o kadar da değil. Aramızda drama olayorlar da oluyor. Geçen ay Güçlü ile Cesur kız konusunda kavga etmişlerdi. İkisi de Zarife’den hoşlanıyordu. Sonunda Zarife ikisini de kokladı, Cesur’u seçti. Güçlü kırıldı tabii, ama sonra başka birini buldu.
Artık her sabah daha da gururla çıkıyordum yuvadan. Çünkü biliyordum ki, biz sadece yaşamıyorduk, aynı zamanda öğretiyorduk da. Küçücük karıncalar olarak büyük dersler veriyorduk.
Ve Zeynep? O artık bizim en büyük dostumuzdu. Bazen yiyecek bırakıyordu bizim için bahçeye. "Karıncalarım aç kalmasın," diyordu. Hatta bir keresinde küçük bir ev yapmıştı bize - karton kutuda küçük bir barınak. İşte gerçek dostluk bu olsa gerek.
Bir gün Zeynep’in odasında ders çalışırken gördük onu. Zorlanıyordu matematik ödevinde. Biz pencere kenarına çıktık, ona cesaret vermek için. Sanki anladı bizi.
"Siz de zor işler yapıyorsunuz ama vazgeçmiyorsunuz," dedi. "Ben de vazgeçmeyeceğim."
Ve gerçekten vazgeçmedi. Saatlerce çalıştı, sonunda problemleri çözdü.
Bir karıncanın günü böyle geçer işte. Mücadele, çalışma, birlik, sebat... Ve sonunda hem yaşamak, hem de başkalarına ilham vermek.
Bu gece yine huzurla uyuyacağım. Hüseyin’in horlamasına rağmen. Çünkü biliyorum ki yarın da çıkacağım, yine çalışacağım, yine mücadele edeceğim. Ve bu mücadelenin anlamı olduğunu da biliyorum artık.
Belki yarın yine Kara Ahmet ile karşılaşacağız. Belki yine Zehra Hanım saldıracak. Belki Hakan Abi yine çığlık atacak. Ama artık önemsiz bunlar. Çünkü bir dostumuz var - küçük Zeynep. Ve o bizden öğrenmiş ki, hayat kolay değil ama vazgeçmemek gerekir.
Böylece bir karıncanın günü sona erer. Ama hikâye devam eder, her yeni güne... Ve kim bilir, belki bir gün tüm insanlar bizden bir şeyler öğrenir. O zaman dünya çok daha güzel bir yer olur.
Şimdilik iyi geceler. Yarın yine erken kalkmalıyım. Çünkü işim var - yaşamak ve öğretmek!
"P.S: Eğer bu hikayeyi okuyan bir insan varsa, lütfen bizi ezmeyin. Biz sadece yaşamaya çalışıyoruz, tıpkı sizin gibi. Ve arada bir ekmek kırıntısı bırakırsanız çok seviniriz. Teşekkürler! - Minik"