0
Yorum
5
Beğeni
0,0
Puan
278
Okunma
Bazen bir kadın, bir devlete karşı tek başına yürüyormuş gibi bakar hayata. Bir isyanı alnında taşır, bir suskunluğu dudaklarında büyütür. Frida Kahlo, işte öyle kadınlardan biridir.
O, acıyı resmeden bir ressam değildi. Acının ta kendisiydi. Ruhu, yüzüne çizdiği kaşlar kadar keskin, gözlerinin içindeki yalnızlık kadar kadimdi.
Bir otobüs kazasında kırıldı vücudu. Ruhundaki yarıksa daha önce açılmıştı zaten. Bir kadının doğduğu anda içini sızlatan o görünmez kırık… Ailesinin gölgesinde, bir erkeğin adının ardında, bir toplumun sessizliğinde hep biraz eksik bırakılmış kadınlar gibi...
Frida, kırık kaburgalarından bir tuval yaptı. İçine bakmaya korkanların gözlerinin önüne içini serdi. “Beni böyle görün” dedi. Kanla, çamurla, çiçekle… Kırık dökük ama dimdik. Eksik ama tam.
Aşkla beslendi. Acıyla mayalandı. Diego’yu sevdi, onu defalarca terk etti, sonra yeniden sevmekten vazgeçemedi. Çünkü Frida’nın aşkı, sahip olmak değil yanmakla ilgiliydi. Sevdiği adama tapar gibi değil, onunla hesaplaşır gibi sevdi. En çok da kendini terk etmedi.
Bazı insanlar ölmez. Sadece canlarının acısını boyaya, söze, bakışa dönüştürürler. Frida, ölmeyen kadınlardan biri. Çünkü onun acısı, bizim de içimize değdi.
Bedeni Yatakta, Ruhu Ayakta
Doktorlar yatağa mahkûm ettiğinde, Frida içindeki sokağı büyüttü. Dışarı çıkamayanlar için pencere bir duvar, onun içinse bir devrim alanıydı. Boyaları eline aldığında, dünya onun gözbebeklerinde şekil değiştirmeye başladı. Çünkü beden kapanabilirdi, ama ruh kapatılmazdı.
Omurgasındaki çivi, kalbindeki sızının yanında önemsizdi. Zira onu asıl yaralayan şey, kadın olmanın dayattığı sessizlikti. Frida susmadı. Kırık kalçalarının üzerinde doğrulup, resmetti susmamayı. Kendini çıplak bıraktı tuvallerde. Yarasını gösterdi, utanmadı. Kadınlığını saklamadı, tam tersine başkaldırdı.
“Ben devrimim,” dedi bakışlarıyla. “Ve bu devrim, ağrılarımla boyandı.”
Bir kadın düşün, yatağa bağlı ama direnç içinde dimdik. Her fırça darbesiyle kuralları yıkıyor, her çizgide bir zinciri kırıyor. Hasta yatağında Marx okuyor, Troçki’yle kahve içiyor, devrimden, aşktan, ihanetten ve kaderden konuşuyor. Çünkü ruhu gezgin, ruhu tutkulu, ruhu başkaldıran…
Bazı insanlar yaşarken mezarını taşıyanların gölgesinde kalır. Frida kendi mezarını kendisi kazdı ama içine hiç girmedi. Her resminde bir parçasını bıraktı hayata. Ve her parçası, yaşayan bir manifesto oldu.
Gövdesi çatırdayarak yürüdü hayatta. Ruhundaki çığlık, onun bastonuydu. O çığlığı hiç susturmadı. Ne zaman bastonu yere vursa, dünya biraz daha sarsıldı.
Kadın olmak zordu. Frida olmak daha da zordu. Çünkü o, kadın olmaya razı olmadı. O, kendi kadınlığını yeniden yarattı. Ne anneler gibiydi ne eşler gibi… O, kendi doğumunun tanığıydı.
Ve biz şimdi onun resimlerine değil, o resimlerin içinden bize bakan o direniş ruhuna hayranız.
Aşk Diye Bir Yangın Vardı
Diego...
Bir ressam, bir devrimci, bir çocuk…
Ve Frida’nın hem ilacı hem zehri oldu.
Onunla büyüdü Frida, onunla yandı, onunla eksildi… ama yine onunla tamamlandı.
Aşk dediğimiz şey bazen bir sığınak değil, bir savaş alanıdır. Frida’nın aşkı tam da böyleydi. Kendini ona adadı ama kendi kendinden de vazgeçmedi. Sevdiği adamı tapınak gibi görmedi, ona secde etmedi. Onu yere düşürdü, affetti, terk etti, geri döndü. Her dönüşte biraz daha güçlendi. Her affediş bir direnişti aslında. Çünkü affetmek, unutmak değil, anlamaya çalışmaktır.
Diego ona ihanet ettiğinde bile, Frida resim yapmaya devam etti. Çünkü onun sadakati bir adama değil, hayata karşıydı. Hayat onu ne kadar yaralarsa yaralasın, o hep içinden resim çıkarabildi. Aşkın en ağır hâlini yaşadı: sevmeye devam edip dayanmaya çalışmak.
“Hayatımda iki büyük kaza yaşadım,” dedi bir gün,
“Biri otobüs kazasıydı, diğeri Diego.”
İkisi de omurgasını kırdı. Ama o, her kırığın içinden yeni bir Frida çıkardı.
Bedeninden yeni bir tablo, kalbinden yeni bir cümle doğurdu.
Çünkü Frida’nın aşkı bir varoluş biçimiydi.
O, sevmeyi bir inanç gibi yaşadı.
Diego’yla sevişirken değil, ondan uzaklaştığında bile sevmeye devam etti. Çünkü Frida için aşk, tenle değil ruhla ilgiliydi.
Ve en çok, insanın kendini terk etmemesiyle...
Yalnızlık ve Efsane
Son günler geldiğinde, Frida’nın bedeni iyice yorgun düştü.
Ama ruhu, o derin ruhu, hâlâ savaşçıydı.
Yataklar, hastaneler, ağrılar…
Hiçbiri onu tam olarak esir edemedi.
Kendiyle olan hesaplaşması en keskin biçimde sürdü.
Kimdi o, bu kırık ve delik dünyada?
Sadece bir kadın mı, bir ressam mı, yoksa bir devrimci mi?
Hepsi ve hiçbiri.
Frida efsaneye dönüştü.
Ama efsane olmak, yalnızlıkla gelen bir yük…
Onun yalnızlığı, kimsenin anlayamayacağı bir ağıttı.
Sevdiği adam, ailesi, ülkesi…
Hepsi birer gölgeydi onun hayatında.
Ama o gölgelerin içinden kendi ışığını yaratmayı bildi.
“Ayakta kalmak, yürümek, sevmek, resim yapmak…”
Bunlar onun direnişinin kelimeleriydi.
Ve biz, onun bıraktığı o kırık aynaya baktığımızda, sadece bir kadın değil,
acıyan, direnen, yeniden doğan bir insan görüyoruz.
Frida Kahlo.
Yaşamı kısa, sancılı, tutkulu…
Ve bu yüzden unutulmaz.