0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
354
Okunma
Aylardan kasımdı. İstanbul’un hırçın rüzgârlarının pencere kenarlarında ıslık çaldığı o günlerden birinde, Galata Kulesi’nden şehre bakarken gördüm onu ilk kez. Boğazın sularının mavisiyle gri arasında gidip geldiği bir günde, bakışları Kız Kulesi’ne dalmış, elindeki kitaptan ara sıra başını kaldırıp şehre gülümseyen o kadın, hayatımın geri kalanını ele geçireceğini bilmiyordu henüz.
Gözleri vardı, Boğaziçi’nin akıntısı kadar huzursuz ve derin. İnsanı içine çeken, bir kez baktığında asla kurtulamayacağını anladığın türden bakışlar... Saçları, Karaköy’ün loş sokaklarında yağmur sonrası parlayan kaldırım taşları gibi parlıyordu güneş vurduğunda. Yüzündeki ifade ise tıpkı Üsküdar sahilinde gün batımı izleyen yaşlı bir adamın hüznü ve huzuru gibiydi – zamanın izlerini taşıyan ama anın güzelliğini kaçırmayan.
Ona yaklaşmak, Beyazıt Meydanı’nda uçan güvercinlerin ürkek kalabalığına adım atmak gibiydi. Her an kaçabilir, her an uçup gidebilirdi. Kelimelerim Ortaköy’deki balıkçının oltasına takılan çılgın balıklar gibi çırpınırdı yanında. Dizlerim Bebek sırtlarında yorulan bir yolcununki gibi titreyerek taşırdı bedenimi.
İlk konuşmamız, yağmurlu bir akşamüstü Kadıköy vapurunda gerçekleşti. Omzunda İstanbul’un tüm bulutlarını taşıyor gibiydi. Elinde tuttuğu çantasından bir kitap çıkardı – tam da benim haftalardır aradığım o nadir basım. Cesaretimi Rumeli Hisarı’nın surlarından topladım, yaklaştım ve hayatımın en saçma cümlesini kurdum. Gülümsedi. İşte o gülümseme, Emirgan Korusu’ndaki erguvan ağaçlarının baharın ilk günlerinde açması gibiydi – ani, beklenmedik ve insanın içini ısıtan cinsten.
Sevdim onu, Çamlıca Tepesi’nden İstanbul’u seyretmenin verdiği o muhteşem hisle sevdim. Adalar’a doğru bakan gözleri denizin mavisini kıskandıracak kadar derin ve huzurlu. Yürüyüşü Sultanahmet’in zarif minareleri kadar vakur ve kendinden emin. Sesi, Yerebatan Sarnıcı’nın kuytusunda yankılanan su damlalarının o büyülü tınısı gibi... Öylesine içime işliyor, öylesine sarıp sarmalıyordu ruhumun en gizli köşelerini.
Ona olan sevgim Ayasofya’nın kubbesi kadar genişti; içine tarih, acı, sevinç, hüzün, her şeyi alabilen bir sevgi. Belgrad Ormanı’nın sessizliğinde yürürken elini tuttuğumda hissettiğim o titreme, sanki Kanlıca’da bir yalının iskeleye çarpan sandallarının ahşapta bıraktığı izler gibiydi – görünmez ama orada, derinde bir yerde.
Kahveyi şekersiz içerdi hep, tıpkı hayatı olduğu gibi kabul etme biçimi gibi – acı ama gerçek. Ben ise onun yanındayken Pierre Loti Tepesi’nden şehri seyreden bir seyyah gibiydim, yabancı ama büyülenmiş, uzak ama içinde.
Sevdim, Kapalıçarşı’nın labirent sokaklarında kaybolmak gibi sevdim – nerede olduğunu bilmediğin ama yine de her adımda yeni bir hazine bulduğun türden bir sevdaydı. Öyle delice sevdim ki, Haliç’in iki yakası gibiydik – aynı suya bakarken hep karşı karşıya, hep ayrı, ama aynı manzaranın parçaları.
Ama olmadı işte. Haydarpaşa’dan kalkan son tren gibiydi sevdamız, raylar aynı yönü gösterse de varmak istediğimiz istasyonlar farklıydı. Ben ona Kuzguncuk’un dar sokaklarındaki eski bir Rum evinin samimiyetiyle yaklaşırken, o Nişantaşı’nın şık vitrinleri ardında başka hayaller kuruyordu belki de.
Hislerim, Sepetçiler Kasrı’nın yıkılmış duvarları gibi hâlâ ayakta, eksik ama ihtişamlı. Sevgim, Moda sahilinden gün batımını izleyen ihtiyar balıkçının umutlu bekleyişi gibi – belki bugün olmaz ama yarın, kim bilir?
Şimdi, Çiçek Pasajı’nda tek başıma oturmuş, bardağımın dibindeki son yudumu düşünürken, İstanbul’un tüm surlarını içimde taşıyorum. Yıkık, paramparça ama heybetli. Ve biliyorum ki, Sirkeci Garı’ndan kalkan trenlerin ardında kalan bir çift göz gibi, ne kadar bakarsam bakayım, giden geri gelmiyor.
Yine de her Balat sokağının köşesinde onu görür gibi oluyor, her Moda çay bahçesinde onun kahkahalarını duyar gibi hissediyorum. İstanbul’u onunla sevdim, onunla keşfettim ve şimdi İstanbul’un her köşesinde onu buluyorum – varla yok arası, hüzünle mutluluk arasında bir yerde, tıpkı Haliç’in suları gibi, bulanık ama içinde bin türlü hayat barındıran.
Sevdim, Rumelihisarı’nın burçlarından boğazı seyrederken hissedilen o tarifsiz duygu gibi sevdim – görkemli, korkutucu ve sonsuza dek baki kalacakmış gibi. Ve şimdi, sevdamın enkazında, tıpkı Tarihi Yarımada’nın her yerinde karşımıza çıkan antik sütunlar gibi, bir zamanlar ne kadar muhteşem bir şeyin parçası olduğumu hatırlatan kalıntılarla yaşıyorum