Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
hattab
hattab

İnsanlığın Otopsi Raporu... Cinayet mi? İntihar mı? -2-

Yorum

İnsanlığın Otopsi Raporu... Cinayet mi? İntihar mı? -2-

0

Yorum

1

Beğeni

0,0

Puan

187

Okunma

İnsanlığın Otopsi Raporu... Cinayet mi? İntihar mı? -2-

HÂKİKATİN YİTİĞİ – GÖNÜLDEN KAĞIDA DÖKÜLEN İNSAN
“İnsan, hakikatten koptuğu kadar kendine benzer; kendine benzediği kadar da yabancılaşır.”


Bu bölüm, artık yalnızca samimiyeti değil; insanın kendisini, köklerini, irfanını yitirmesini konu alır. Kalbin sustuğu, gönlün silindiği; vicdanın terk edildiği bir çağda insan, neye benzer? Hangi yüzle aynaya, hangi kalple duaya, hangi hakikatle hayâya yaklaşabilir?
Burada hakikatin yitirilmesi yalnızca bireysel bir zafiyet değil; millî ve manevî bir çöküştür. Çünkü hakikat; bir milletin mayasında, bir medeniyetin ruhunda, bir insanın istikametindedir. Ve bu istikametin bozulması, sadece samimiyetin değil; cemiyetin de, cemâlin de, cihânın da istikbaline dairdir.


Hakikat Nedir? Fıtrat, Vahiy ve Vicdan Arasında Bir Köprü Hakikat, yalnızca doğru bilgi değildir. O, ruhun özüdür. Fıtrattan gelir, vahiy ile taçlanır, vicdanla yaşanır. Eski ulema hakikati tarif ederken “kalbin Hakk’a uygun hal üzere olması” derdi. Bugün ise hakikat, güçle; algıyla; görünürlükle tanımlanmakta… Oysa hakikat, görünmez bir duruş; seyr ü sülûkta bir istikamet; kelâmdan evvel bir haldir.“Hakikat, ne gözle görülür ne dille anlatılır. O, sâdece hissedilir. Ve hissedilmeyen hakikat, hâl olamaz.”

Bu yüzden fıtratla vahiy arasında sağlam bir rabıta vardır. Vicdan, bu rabıtanın sesi gibidir. Lakin çağımızda fıtrat bozulmuş, vahiy terk edilmiş, vicdan ise algoritmaya bağlanmıştır. İnsanın içindeki ses, artık ilham değil; reklam sesiyle karışmıştır. İşte orada hakikat susar. Sokrat’ın “sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” sözü, tam burada anlam kazanır.

Çünkü sorgusuz yaşanan bir hayat, hakikate değil; gösteriye, taklide ve başkasının onayına mahkûmdur. İbn Rüşd’ün dediği gibi:“Hakikat, aklın ve naklin birlikte yol aldığı yerde doğar.” Bu yol kesildiğinde, kalp kuru bir kuram, akıl ise hedefsiz bir hesap makinesine döner. Ve hakikat, yalnızca slogan olur.“Bir çağda hakikat sloganlaşmışsa, o çağda kimse artık hakikati yaşamaz; sadece sunar.”

İnsanın Kendi Hakikatinden Uzaklaşması – Ferdiyetçilik, Sanallık ve Nefsin Tâbutu

İnsan, kendi özüne yabancılaştıkça daha çok konuşur, daha çok gösterir, daha çok tüketir. Oysa fıtraten insan, sükûtla yükselir, mahviyetle yücelir, hakikate yönelerek kemâle erer. Günümüzde bu istikamet ters yüz edilmiştir. Artık ferdiyetçilik, sahte özgürlük maskesiyle hakikatin yerine ikame edilmiştir. Sanallık ise, insanın iç hakikatine en büyük perde olmuştur. Nefis ise bu çağda yalnızca kışkırtılmakta, kontrol edilmemekte; onun iştiyâkı, bir tüketim motoruna dönüştürülmektedir.

Modern çağda ferdiyetçilik, yalnızca bir bireysellik değildir; cemiyetin, ahlâkın, vicdanın ve hakikatin inkârıdır. Artık insan, yalnızca kendini önemser. Kendi çıkarı, kendi imajı, kendi hazzı dışında hiçbir gerçeklik kıymet ifade etmez. Oysa insan, hem nefsini hem nefsinin ötesini idrak ettiğinde hakikate yaklaşır. “Kendini putlaştıran, hakikati kurban eder. Nefsini merkez eden, hakikati mezara gömer.”
Bugünün insanı kendini aramaz; kendini kurar. Öz’ünü inşa etmez; imajını tasarlar. ‘Ben kimim?’ sorusu yerine ‘beni nasıl görsünler?’ sorusu sorulur. Bu kayma, yalnızca bireysel bir kriz değil; hakikatle savaşın başlangıcıdır.

Dijitalleşme bu krizi derinleştirmiştir. Sanal dünya, insana kendini ifade ettiğini sanırken aslında kendinden uzaklaştırır. Birey, kendi suretine âşık olur; kendi profilinde yabancılaşır. Sanallık, aynaya değil; ekranlara mahkûm eder. Her tıklama, biraz daha içe kapanmaya; her paylaşım, biraz daha öz kaybına dönüşür. “Gerçek olanın sesi bastırıldığında, dijital suret hakikatin yerini alır. Ve insan, kendi gölgesine secde eder. ”Nefis ise bu çağda tâbut hâline getirilmiş, içindeki vicdan, hırsın ve arzunun altında boğulmuştur. İnsan, nefsine hizmet ettiği ölçüde‘özgür’sanılmakta; oysa esâretin en koyusu nefse mahkûm olmaktır. İbnü’l-Cevzî’nin dediği gibi: “Nefs, serbest bırakılırsa yılan olur; terbiye edilirse nur.” Bugün o yılan, pazarlanmakta; nur ise terk edilmektedir.

Ferdiyetçilik, insanı yalnızlaştırmaz sadece; hakikatsizleştirir. Sanallık, yalnızca gerçekliğin yerini almaz; hakikatin de rengini soldurur. Ve nefis, yalnızca bireyi kışkırtmaz; toplumu da çürütür.nSâdi-i Şîrâzî şöyle der: “Kendini bilen kişi, dünyaya değil; Hakk’a yönelir.” Oysa günümüzde insan kendini unuturken ekranlara yönelmekte; fıtratın sesini değil, trendlerin gürültüsünü işitmektedir. “Ferdiyetçilik, nefsin rızâ görünümlü tuzağıdır. Sanallık, iç hakikatin suretle zehirlenmesidir. Nefis, hoyratlaştığında, ruh göç eder.”

Nurettin Topçu, “hürriyet, nefsin arzusuna göre yaşamak değil; hakikatin emrine girmektir” der. Bugün insanlar, arzularına kölelik ettikleri hâlde ‘özgür’ olduklarını sanmaktadır. Bu yanılsama, yalnızca bireysel bir kandırmaca değil; toplumsal bir cinnettir.

Cemil Meriç’in ifadesiyle: “İnsan, hakikati arayan bir mahlûktur.” Bugün hakikat, tıklanma oranlarına; içeriklerin estetiğine; suretin çekiciliğine göre tanımlanmakta. Ve bu çarpıklık içinde, insan kendi kendisini kaybetmekte, aramakla da meşgul olmamaktadır.

“Kendisini unutanın aradığı her şey, sahte olur. Çünkü kendini kaybeden, her şeyi yanlış yerde arar.”Bir çağ düşün ki insan, özünden

o kadar uzaklaşmış ki kendi suretine âşık, kendi hakikatine düşman olmuş. Herkes kendi ‘ben’ini pazarlıyor; herkes kendi nefsine tanrılık atfediyor. Ferdiyetçilik, vicdanın düşmanı olmuş; sanallık, fıtratın katili. Nefis ise bir tahtta oturmakta, bütün değerleri köle yapmakta. İnsan kendini tanımak yerine kendine rol yazmakta. Kalbin değil, profilin önemi var. Ruh değil; görünüm hüküm veriyor. Ve bu hükümde hakikat yargılanmakta, içtenlik idam edilmekte, samimiyet sürgün edilmektedir. İnsanın kendine ettiği bu hıyanet, sadece kendini değil; bütün bir toplumu da karanlığa mahkûm ediyor. Her bireysel gösteri, kolektif bir hakikat kaybı demektir. Her sanal zafer, bir gerçekliğin cenazesi demektir. Ve nefsin her tatmini, ruhun bir azap çağrısıdır.

İnsanın kendine dönmediği her çağda, toplum içi boş maskelere bürünür. İşte bu çağda, hakikatin öldüğü yere bakma; herkesin en çok konuştuğu yere bak. Çünkü hakikat sessizdi. Onu konuşan değil; hissedenler yaşatırdı.

“Kendinden kaçan, hakikate varamaz. Ferdiyetçiliğin mezarında, ruhun taşı; sanallığın içinde, kalbin feryadı; nefsin tahtında, hakikatin kefeni vardır.”

Hakikatin Propagandaya Yenildiği Zamanlar: Sözde Değerler ve Algı İmparatorluğu
Her çağın kendine has yalanı vardır. Lâkin bu çağın yalanı, hakikat kılığında gezmektedir. Sözde değerler, hakikatin tahtına kurulmuş; propaganda, düşüncenin yerini almıştır. Gerçek, görünene teslim; görünmeyen, yok sayılmıştır. Algı, yalnızca duygularla değil, sahte değerlerle, dijital imajlarla, sloganlaşmış kelimelerle örülmüştür. Ve bu imaj imparatorluğu, hakikatin cesedini parlatıp vitrine koymuştur. “Bu çağda hakikat susturulmaz; konuşuyormuş gibi yapılır. Susturmanın en rafine hâli, konuşur gibi yapmaktır.”

Modern insan, artık hakikati aramaz. Ona sunulanı, sorgusuz sualsiz benimser. Medya, eğitim, sosyal mecralar; hepsi hakikati değil, onaylanmış görüşü, pazarlanabilir söylemi, çoğunluğun alkışladığını besler. Bugün düşünce üretilmiyor; onay kodları dolaşıma sokuluyor. Oysa hakikat, çoğu zaman azınlıktır. O, susturulanın, alay edilenin, dışlananındır.

Platon’un mağara alegorisi, bugün ekranlarda ete kemiğe bürünmüştür. İnsanlar gölgeleri gerçek zanneder; ışıktan

ürker. Çünkü ışık yakıcıdır. Gölgelerse tanıdık, konforlu, kolay tüketilirdir. Ve bugün, konfor; hakikatin önüne geçmiştir.“Gerçeği değil, hoş olanı ister olduk. Hakikati değil; haz veren yalanı.”

Algı imparatorluğu, yalnızca yalanı değil; sahte değerleri de kutsar. Vicdan, sadece bir kampanya etiketi; adalet, bir protesto sloganı; ahlâk, bir dizinin repliği hâline gelir. Kavramlar, içeriğinden boşaltılır, yalnızca ses efekti gibi kullanılır. Sözde değerler, reklam metnine, tweet malzemesine, PR stratejisine dönüşür.

George Orwell, “Gerçek, yalanın içinde boğulacak kadar değil; ‘doğruymuş gibi görünen’in içinde kaybolacak kadar mahkûmdur” der. Bugün tam da bu mahkûmiyet yaşanmakta. Sözde değerler, hakikatin suretini taşır ama ruhunu gasbeder. “Kutsal kelimeler, sahte maksatlara hizmet ettiğinde, hakikat sömürülür.”


Cemil Meriç’in “Kavramların içi boşaltıldığında, milletin hafızası silinir” sözü, bugünün tam da merkezine düşer. Çünkü bu çağda yalnız hakikat değil; hafıza da kayıptır. Unutmak kolaylaştırılmış; hatırlamak suç sayılmıştır.

Alev Alatlı’nın uyarısı da ibretliktir: “Tarihin en büyük kıyımı, kavramların içeriklerinin boşaltılmasıyla yapılır.” Adalet, özgürlük, insan hakları... Hepsi tabelada yazmakta; ama içlerinde ne hak kalmış, ne hukuk, ne insaf.“Bir kavram içeriğinden koparıldığında, yalnızca sesi kalır. Ve o sesle hakikat boğulur.”

Bugünün insanı, hakikati temsil edenleri değil; hakikati pazarlayanları alkışlar. Hakikatin kendisi değil; etkileyici sunumu esastır. Bu sebeple filozoflar, düşünürler, gerçek ârifler değil; ekran yıldızları dinlenir. Çünkü bu çağ, anlamı değil; anlatımı kutsar. Bir çağ düşün ki, hakikat hayattadır ama herkes onun heykelini taşır. Gerçeğin sesi susturulmuş; onun yerine yankı odalarında üretilmiş alkış sesleri konmuştur. Vicdan, yalnızca trendlere uygun olduğunda çalışır. Adalet, yalnızca slogan olduğunda rağbet görür. Ahlâk, yalnızca performans biçiminde alkışlanır. Ve hakikat, yalnızca

etkileyici konuşmalarla karikatürleştirilir. Kavramlar, sahte kutsallıklarla zehirlenmiştir. Herkes ‘doğru’yu savunduğunu zannederken; aslında herkes ‘onaylanmış yalan’ı yüceltmektedir. İşte bu, bir medeniyetin çöküşüdür. Gerçeğin değil; gerçeğe benzer olanın egemenliğidir bu. Çünkü insanlar, artık hakikati hissetmiyor; yalnızca ‘hakikat gibi duran’ı beğeniyor. Her beğeni, hakikate bir darbe; her sahte slogan, içtenliğe bir hançer. Her alkış, hakikatin tabutuna bir çivi. Ve en sonunda, insanlar hakikati değil; onun simülasyonunu yaşar hâle gelir. O zaman artık hakikat değil; propaganda hüküm sürer. Ve orada artık ne vicdan kalır ne fikir; yalnızca onay, korku ve taklit kalır.

“Hakikatin suretiyle hükmedenler, hakikati mezara koyan cellatlardır.”

Millî ve Manevî Hakikatin Tahrifi – Kültürün Estetikle Ticarete Kurban Edilmesi
Bir milletin ruhu, onun hakikatle kurduğu bağda yatar. Bu bağ, dilinde, musikisinde, mimarisinde, ahlâkında, edebiyatında, ibadetinde; velhâsıl tüm varoluş tarzında kendini gösterir. Lâkin bu asırda millî ve manevî hakikat, gösterinin estetiğine, piyasanın meta anlayışına, reklamın sunum tekniklerine kurban edilmiştir. Kültür artık bir ruhun tezahürü değil; bir pazar ürünüdür. Millîlik, marka; maneviyat, mecaz olmuştur.“Medeniyet inşa ederdi bir vakitler insan; şimdi ise, insanı biçimlendiren medyadır.”

Geleneksel kültür unsurlarımız, artık ruh taşımaz. Çünkü taşıyıcıları yok edilmiştir. Tasavvuf bir kalbî eğitim değil, fon müziği yapılmıştır. Hat sanatı, tefekkür vesilesi değil; duvar süsüdür. Kıssalar, hikmet barındıran ibret metinleri değil; çocuklaştırılmış içeriklere dönüştürülmüştür. Mevlid, düğün programına, ezan, melodiye; cami, dekoratif ögeye dönmüştür. Ve bu dönüşüm, kültürümüzün hakikat merkezini yitirdiğinin göstergesidir.
Cemil Meriç, “Kültür, insanın iç dünyasını mamur etmesidir” der. Bugün içi boş bir ‘kültürleme’ furyası yaşanmakta. Herkes kültürden bahseder; ama kimse kültürün mayasını bilmez. Çünkü o maya, hamur değil; haz nesnesine dönüştürülmüştür. “Kültür, estetikle cilalanınca satılır; ama satılan şey, kültür değil, onun cesedidir.”

Millî kıyafetlerimiz defilede; millî yemeklerimiz fast food zincirinde; millî müziğimiz jingle’a dönüştürülmüştür. Bu bir tesadüf değil; sistematik bir ‘mana tahrifi’dir. Çünkü artık mana değil; gösteriş kıymetlidir. Ruh değil; ambalaj makbuldür.
Seyyid Hüseyin Nasr’ın ifadesiyle: “Maneviyat, yalnızca ibadetlerde değil; mimarîde, musikîde, davranışta, hatta susuşta bile tezahür eder.” Bugün bu tezahürler susturulmuş; yerine görüntü, ses, efekt konmuştur. “Medeniyet, mimarîyle değil; manayla kurulur. O mana kaybolursa, en görkemli yapı da harabedir.” Milli değerlerin reklam kampanyalarına alet edilmesi, millîliği tüketim objesi yapar. Maneviyatın sponsorlu içerik olması, dinî derinliği afişe indirger. Bugün bir Ramazan programı, reyting kovalayan bir gösteri hâlindedir. Oruç, içerik teması; teravih, fon görüntüsü; sahur, talk show unsuru olur.

Alev Alatlı’nın şu sözü bu manzarayı özetler: “İnanç, reklam yüzü olursa; ruh çekilir, sadece imaj kalır.”
Medeniyet, yalnızca geçmişe ait bir nostalji değil; bugünde yaşanması gereken bir hakikattir. Bu hakikat yaşanmadığında, yalnızca imgeleri kalır. Her kandil programı, bir ekran süsüne; her millî gün, bir tüketim fırsatına; her manevî miras, bir turizm ögesine dönüşür. “Bir millet, kültürünü kaybettiğinde değil; kültürünü ticarete kurban ettiğinde ölür.”

Kültür, bir milletin hafızası; maneviyat ise ruhudur. Hafıza silinirse millet unutkan olur; ruh giderse ceset kalır. Bu çağda ise hafıza, reklam arşivine; ruh, pazarlama stratejisine hapsedilmiştir. Millî hakikat, artık bir satış cümlesidir. Maneviyat, izlenme nesnesidir. Eskiden Allah için yapılanlar, şimdi takipçi için yapılmakta. Eskiden millet uğruna ölenler vardı; şimdi millet temalı içerikle kazananlar var. Kültür, artık bir ruh taşımaz; yalnızca dekor taşır. Rumi, fon müziğidir; Yunus, bir reklam temasına sıkıştırılmıştır. Hacı Bektaş, afiş yüzü olmuş; Hattat Hamdullah, marka logosu. Ve bu pazarın en büyük malı: maneviyattır. Çünkü en hızlı tüketilen şey, anlamdır. Ruh satılmaya başladığında, cemiyetin mezarı kazılmıştır. Hakikat,
artık parlatılmış bir ürün; estetikle cilalanmış bir cesettir. Ne Mevlid kaldı özde; ne ilâhi kaldı niyette. Hepsi program başlığı oldu. İşte orada, hakikat örtülür. Çünkü herkes görünene bakar; kimse içeriğe inmez. Ve bir gün gelecek; kültür, yalnızca satılan şeyin adı olacak. O gün, biz artık millet değil; marka oluruz.

“Hakikat, fon müziği olduğunda; millet, sahne süsüdür artık. Ve maneviyat satılıyorsa; ruh, mezardadır.”

Hakikatin Sessizleştiği Cemiyet: Mahremiyetin Yok Oluşu ve Ailenin Gölgesi
Aile, yalnızca bir sosyal kurum değil; hakikatin toplumsal suretidir. O, sükûtun hürmetiyle, mahremiyetin zarafetiyle, sadakatin kalıcılığıyla kurulur. Fakat bu çağda mahremiyet, “gizlilik”le karıştırılmış, aile ise “kontratlı birliktelik” seviyesine indirilmiştir. Evvela ifşâ kültürüyle mahremiyet bozulmuş; ardından hakikat, evin içinden dışarı sürülmüştür. “Mahremiyetin çöktüğü yerde, hakikat barınmaz. Aile gölgelenirse, toplumun ruhu söner.” Bugünün dünyasında artık kimse mahrem olanı korumaz. Evlilikler paylaşılır, çocuklar vitrine konur, sevinçler bile sansürsüz sergilenir. Sosyal medya, ailenin içini dışarıya; dışarıyı içeriye taşır. Bu da ailenin kendine özgü manevi iklimini yok eder.

Eskilerde ev, ‘mabed’ idi. Şimdi sahnedir. Eskiden eşler birbirine ‘emanet’ti. Şimdi ‘içerik partneri’… Huzur, mahremiyetten doğardı; şimdi beğeni sayısından. Oysa huzur, hakikatin sessiz tecellisidir. Rumi şöyle der: “Aşkın ilk hâli sessizliktir.” Bu sessizlik, evvela gönülde; sonra hânede; sonra toplumda yankı bulur. Bugünse sessizlik, ihmal sayılır. Evlilik bile gösterilmeli, anlatılmalı, paketlenmelidir. O zaman sevgi kaybolur; çünkü teşhir, hissi ezer.“Sevgi paylaşıldıkça çoğalmaz; teşhir edildikçe mahvolur.”

Modern aile, birey merkezli bir sözleşmeye dönüşmüştür. Ortak irade değil; karşılıklı fayda esastır. Sadakat, mecburiyet; sabır, zayıflık; mahremiyet, eski zaman hastalığı sayılır. Oysa aile, hakikatin kalpten kalbe aktığı en saf mecradır. Aile çökerse, cemiyet yalnız birey değil; hakikat de yetim kalır.v Nurettin Topçu’nun şu cümlesi bu çöküşü özetler:“Aile, Allah’a giden yolun ilk kıblesidir.” Bugünse bu kıble, sosyal imaj için yön değiştirmiştir. Ebeveynlik bile gösterilmeli, belgelenmelidir. Her çocuğun sevinci değil, kamerası vardır artık. Cemil Meriç der ki: “Mahremiyetin olmadığı yerde medeniyet de yoktur.” Medeniyet, yalnızca görkemli şehirler değil; susulması gereken yerleri bilen kalplerdir. Şimdi herkes her şeyi bilmek ister; oysa hakikat, sınırlarla yaşar. “Mahremiyet, kalbin perdesidir. O yırtılırsa, hakikat çıplak kalır ve herkesin gözünden düşer.”

Aile, bir çağda çökerse yalnız ev değil; vicdan da yıkılır. Bugün aile değil; aile imajı yaşatılıyor. Evler var; ama yuva yok. Ebeveynler var; ama örnek yok. Çocuklar büyüyor; ama kök salmıyor. Çünkü mahremiyet, teşhirin işgaline uğramış.
Her sevinç gösteriliyor; her hüzün pazarlanıyor. Kalp yerine kamera, dua yerine içerik var. Ve bu içerikler, hakikatin tabutunu süslüyor. İnsanlar artık evlenmiyor; birlikte sunuluyor. Aile mahremiyeti, algoritmanın konusu olmuş. En kıymetli şey paylaşılmış; en kutsal olan sıradanlaşmış. Artık insanlar değil; profiller evli. Çocuklar oyuncak değil; içerik partneri. Ve bu cinnet içinde hakikat sessiz, samimiyet öksüz, aile gölgededir. Bir milletin kalbine ev açılmadıkça; o millet, sokakların hedefi olur. Mahremiyet yitirilince, haya yok olur. Haya yoksa hakikat yaşayamaz. O yüzden bu çağda aile değil; ailenin sureti var. Hakikat değil; onun vitrini…

“Aile gölgeye düşerse, hakikat karanlıkta kalır. Mahremiyet öldüğünde; sessizlik susmaz, ağlar.”

Hakikatin Diriltilmesi Mümkün mü? İçtenliğe Dönüşün Fıkhı ve Felsefesi
Her çağın bir çöküşü varsa, elbette bir diriliş ihtimali de vardır. Hakikat susmuşsa, konuşacağı vakit de gelecektir. Lâkin bu konuşma, sesin yükselmesiyle değil; özün derinleşmesiyle mümkündür. İçtenliğe dönüş, bir hareket değil; bir hâl, bir niyet, bir irfan işidir. Bu dönüş, yalnızca bilgiyle değil; bilgelikle, yalnızca gösteriyle değil; gayretle, yalnızca formülle değil; fedakârlıkla inşa edilir.“Hakikat, yeniden doğmak için gürültüye değil; sükûta ihtiyaç duyar. İçtenlik, süslenerek değil; sadeleşerek büyür.” Bugün her şeyin çöktüğü bu zeminde dahi hakikati diriltmek mümkündür. Ama bu, bir devrimle değil; bir arınma ile başlar. Ferdî niyetlerin kolektif ruha karıştığı, samimiyetin yeniden değer olarak kabul edildiği, niyetin neticeden üstün görüldüğü bir ahlâk inşası şarttır.

İmam Gazâlî’nin “kalbin tasfiyesi, fıkhın ötesinde bir farzdır” sözü, bu inşa sürecinin merkezine oturmalıdır. Çünkü bozulmuş olan kalptir; düzeltilecek olan da kalptir. Fıkıh, şekli düzenler; ama içtenliği ihyâ eden tasfiye, kalbin işidir. Felsefi
olarak bu dirilişin yolu, Heidegger’in deyimiyle “varlığın unutuluşu”ndan“varlığın hatırlanışı”na giden yoldur. İnsan kendini unutmuş, göstermeyi tercih etmişse; hatırlaması da mümkündür. Ama bu hatırlayış, gösteriye değil; içe dönüşe dayanır. “İnsan özüne dönerse hakikati bulur. Çünkü hakikat dışta değil; içte, en içeridedir.” Tasavvufun özü, bu içtenlik arayışıdır. İmam Rabbânî’nin dediği gibi: “Şekil güzelliğiyle uğraşan kalp, hakikati ancak uzaktan seyredebilir.” Günümüz insanının kalbi ise şekil güzelliğine bağımlıdır. İçtenliğe dönüş, bu bağımlılığın kırılmasıyla başlar. Bu çağda hakikat; gösterinin, samimiyet; riyânın, vicdan; algoritmanın gölgesinde kalmıştır. Bu gölgeyi kaldırmak için evvela karanlığın farkına varmak gerekir. Çünkü karanlığı fark etmeyen, ışığı arayamaz.

Nurettin Topçu der ki: “İnkılap, dışarıdan değil; içeriden başlar.” O inkılabın ilk adımı, kendini aramaktır. Çünkü kendini bulan, Hakk’ı arar. Hakk’ı arayan, hakikate kavuşur. Bir çağ hakikati unuttuğunda, onu hatırlamak en büyük cihattır. Ve bu cihadın silahı, gösteri değil; sükûttur. İçtenliğe dönüş, bir moda değil; bir hicrettir. Bu hicret, dıştan içe, gösteriden mahremiyete, süsten sadeliğe doğrudur.

İnsanlar yeniden niyetlerini sorgulamadan, içinden gelerek yaşamadan, mahremiyetin hürmetini öğrenmeden, hiçbir hakikat dirilmez. Her şeyin reklam, her duygunun içerik olduğu bir çağda, hakikate ancak gizlenerek varılır. Kalbin safiyeti, aklın keskinliğinden önce gelir. Ruh temizlenmeden fikir berraklaşmaz. O yüzden hakikatin dirilişi, ancak gönlün tevbesiyle başlar. Ve bu tevbe, yalnızca sözle değil; hâl ile, susuş ile, sabır ile olur. İçtenlik bir hâdisedir; ama aynı zamanda bir haldir. Bu hâl yaşanmadıkça, ne ekranlar hakikati gösterir, ne meydanlar sadakati diriltir. Çünkü samimiyet, izlenemez; yaşanır. Hakikat, anlatılmaz; gösterilmez; sadece hissedilir. Ve o hissin adı, yeniden diriliştir.

“Hakikatin dirilişi, ekranlarda değil; secdede başlar. İçtenlik, ses değil; sükût doğurur. O yüzden hakikat, önce kalpte dirilir.”


Otopsi Raporu:
İçtenliğin Dirilişi ve Hakikatin Kaybolduğu Cemiyet
Vaka Adı: Hakikatin Yitiği – Samimiyetin İnfazı Otopsi Yeri: Modern Zamanın Ruhsal Katmanları
Şüpheli: Gösteri kültürü, ifşa toplumu, ferdiyetçi bireycilik, dijital propagandalar
Tanıklar: Mahremiyet, tevazu, vicdan, kültürün ruhu

Bu bölümde, insanın hem bireysel hem toplumsal düzeyde hakikatten nasıl uzaklaştığı, ne şekilde gösteriye, reklama, algoritmaya ve taklîde mahkûm edildiği detaylıca işlenmiştir. Fakat sadece tahribat değil; aynı zamanda diriliş ihtimali de masaya yatırılmıştır. Aşağıda her başlığın otopsi notu yer almaktadır:

Hakikat Nedir? – Hakikat, bilgi değil; hâl, niyet ve ruh meselesi olarak yeniden tarif edildi. Fıtrat, vahiy ve vicdan arasındaki bağ koptukça, hakikat önce bulanıklaştı; sonra ticarileşti; nihayet gösteriye dönüştü.
İnsanın Kendinden Uzaklaşması – Ferdiyetçilik, sanallık ve nefse tapınma; insanın kendi özünü inkâr süreci olarak teşhir edildi. Dijital benliklerin ardında saklanan hakikat, nefis tahtında infaz edildi.

Propaganda Çağı – Algı imparatorluğunun, sözde değerleri nasıl kullandığı; hakikatin içini boşaltarak, ‘görüntüye’ tahvil ettiği gösterildi. Artık kimse hakikati yaşamıyor; yalnızca içini boşaltarak dillendiriyor.

Kültürün Ticarileşmesi – Millî ve manevî değerlerin süslenip vitrine konduğu; kültürün ruh değil, dekor olarak işlev gördüğü; maneviyatın reklam aracı olarak kullanıldığı ortaya kondu.

Ailenin Gölgesi – Mahremiyetin yok oluşuyla birlikte hakikatin toplumsal kökü olan ailenin nasıl erozyona uğradığı işlendi. Gölgeden ibaret kalan bir aile yapısında, hakikatin yaşayamayacağı vurgulandı.

Hakikatin Dirilişi – İçtenliğe dönüş mümkün mü? sorusu üzerine inşa edilen bu başlıkta, içe yöneliş, tevbe, sükût, mahremiyet ve niyetin yeniden ihyasıyla hakikatin tekrar yaşatılabileceği ümidi gösterildi.


Otopsi Sonucu:
Ölüm Sebebi: Mahremiyetin ifşaya, kültürün metaya, hakikatin slogana dönüşmesi.
Ölüm Şekli: Sinsice işleyen bir değersizleştirme süreci, gönüllü gösteriş ve onay bağımlılığı.
Tanıklıklar: Herkesin gördüğü ama kimsenin fark etmediği bir cinayet. Herkesin alkışladığı ama kimsenin yasını tutmadığı bir kayıp.

İkinci bölümün sonunda artık biliyoruz: Hakikat öldü. Ama bu ölüm sessiz olmadı. Her RT bir kurşundu; her reklam teması bir bıçaktı; her teşhir bir infazdı. Vicdan konuşamadı çünkü sesini algoritmalar bastırdı. Aile susamadı çünkü mahremiyet satılmıştı. Kültür yaşayamadı çünkü vitrinleştirilmişti. Maneviyat derinleşemedi çünkü sponsorluydu. İnsan içten olamadı çünkü kendinden çok gösterisini sevdi. Ve bu gösteride hakikat, rol bulamadı. Artık insanlar hissetmiyor, sunuyor. Yaşamıyor, gösteriyor. Sevmiyor, tasarlıyor. Her şeyin içi boş, dışı parlatılmış. İşte orada hakikat susar. Kalp konuşmaz. Göz gömülür. Ve sessizlik bile yapaylaşır. O vakit yeniden diriliş ancak içten gelen bir tevbe ile olur. Secdede başlar. Kalpte dirilir. Söz değil; hâl ister. Alkış değil; suskunlukla beslenir. İşte orada, hakikat yavaş yavaş ayağa kalkar. Ama unutma: Onu senin ekranın değil, senin gönlün diriltecektir.

“Hakikatin cenazesi alkışlarla kaldırıldı. Mezarını herkes kazdı. Fatiha’yı kimse okumadı.”

Yavuz KAYA
İnsanlığın Otopsi Raporu- Cinayet mi? İntihar mı? -2-

Paylaş:
1 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
İnsanlığın otopsi raporu... cinayet mi? intihar mı? -2- Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz İnsanlığın otopsi raporu... cinayet mi? intihar mı? -2- yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
İnsanlığın Otopsi Raporu... Cinayet mi? İntihar mı? -2- yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL