1
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
232
Okunma
„Aydınlatmak,
vede koruyup korkudan kurtarmak
için İnsanı
ateşi gökten çalan
Promete adlı bir Kahraman
-yarı tanrı olduğu söylenirsede ben inanmam-
cezalandırılır 2 bin yıl boyu babası Baş Tanrı Zeus tarafından.
-böyle uydurur Antik Yunan Söylence‘leri, anlasın diye insan-
El ve ayaklarında pranga
sürülür Promete Kafkas Dağları‘na.
Her gün gelir
bir Kara Kartal;
Gözü keskin-mi-keskin gagası sivri-mi-sivridir,
karnını yarar,
Promete’nin karaciğerini deşer,
akşam yer, güdüz iyileşir ciğer!
İnsan şimdi aydınmı,
kardeşçe kaynaştp barıştı mı
bu Ateşin ışığında?
Onu-bunu bilmem ben ama,
bildiğim şey; Nankör insan unutkandır!
Ateşi gökten çalan, hayatını insanlığa adayan
Promete bir-kere-daha cezalandırılır
insanoğlu-insan tarafından.
Günler, aylar, yıllar, asırlar geçer
gün-be-gün değişir dünya.
Homer’in İlyada Destanı‘ndaki yer
„Binbir Pınarlı Cennet İda“
-bugünki Kaz Dağları’nın en yüksek tepesi Gargara’da-
dayanmış ak sakallı bir ihtiyar bastonuna; ve;
" Haksızmıydı ceza,
yoksa Zeus’un gücü yittikçe
bitmişmiydi etkisi ve süresi?" diye
hem yürür,
hem düşünür.
Aydınlatmak
vede
barış içinde, kardeşçe kaynaştırmak
için insanı, gökten ateşi çalan Promete,
karın-deşen, çiğer-yiyen kartalıyla
çıkar-gelir böylece
birgün Gargara’ya;
-nede olsa efsane-
" Ateş?" diye sorar ihtiyara;
„ Barutu-dinamiti buldu bilge,
çaldığın ateş ile yaktı,,
ondan silah-bomba yaptı,
Mermi, raket, gülle
olarak attı rakiplerinin üstüne,
Senin yüzünden katil oldu, öldü yüzbinler!"
" Ya aydınlatan ışığı?"
" Daha çok, daha ucuz ve daha temiz
enerji üreteceğiz.”
Diye atomu parçaladı,
böldü Uran’ı düşünmeden.
Açığa çıkarttığı radyo-aktif ısısı ile
-öldürücü çöpünü neresine sokacağını bile bilmeden-
ulaştı sonsuz enerjiye;
Döndürdü türübünleri, paraya-para kattı artık,
senin yüzünden aç-sefil oldu insanlık.
İlkin; Bu atomdan bomba yaptılar,
-barışı korumak bahanesiyle-
Hiroşima ve Nagazaki’ye attılar,
senin yüzünden Radyo-Aktif-Işın ile
yanarak öldü suçsuz milyonlar!
Sonra;
1986 yılında
patladımı birde Ukranya’da
bir atom enerji üretim santralı Çernobyl’de;
Zehirlendi ilk defa bitki ve hayvanlar,
özürlü doğdu çocuklar,
insanlar kanser olup öldü,
senin yüzünden gömüldü
güzelim doğa ebediye.
2011 yılı Japonya-Fukishima’da bir zelzele’de
3 Atom Enerji Unitesi patladı;
Sel- su-sunami ile
radyo aktifli soğutma suyu denize aktı,
senin yüzünden deniz-doğa-insanlık
bir daha katledildi yazık!"
" Ya ısısı,
hani koruyup-kaynaştıracaktı insanı?"
" Suyu ısıtıp buhar,
buharı piston içine soktular,
ittiler bu kuvvetle makinaları,
sömürdüler Afrika’yı.
-işsiz kalan kalana-
Çözüm diye, emek gücünü köle yapıp sattılar,
-zengin olan olana-
senin yüzünden aç ve sefil kaldı insanlar.“
" Peki ya bilim, us, insanlığın onuru?"
" Ha, o mu?
Petrol bulundu, oda unutuldu!
Bu kara yağı buğulaştırarak yaktılar,
sıkıştırıp çelik silindir içinde patlattılar,
böylece ittikleri piston kuvvetiyle
tepip-çekip tekeri döndürerek
ulaştılar bu hızla halkı fakir, toprağı zengin ülkelere;
‘Yardım ediyoruz!‘ diyerek
daha da sömürdüler,
ezip-öldürdüler.
Senin yüzünden kul-köle oldu insanlık.
yazık!"
„ Ya bilim, medeniyet, teknik?“
„ İlkin uçağı ve pervaneyi keşfettik
Denizi ve göğü feth ettik.
Sonra füze, uzay-labor, satalit,
bastık ayak Ay‘a, Jubiter’e gittik.
ulaştık Mars’a, Venüs’ün resmini çektik,
-falan, filan, feşmekan-
böylece kontrol ediyor şimdi oradan
insanı insan-oğlu insan."
" Yani, özgür değilmi şimdi onlar,
eşitlik ve medeniyetten anlamıyorlarmı daha,
niçin dört-nala, dolu-dizgin koşmazlar,
uygar olmaya?"
" Anlayanlar var..."
Diye iç çekti ve
devam etti ihtiyar;
" Günün birinde
YASEMİN yeli
kuzey Afrika’dan esti,
hemen bir karışıklık çıkarttılar ardı-ardından,
körükle gittiler bu yangını söndürmeye!
Söndüreceğine,
-yada söndürüyoruz diye-
kargaşa, yalan ve safsatadan
benzin-ile-yağ döktüler bu ateşin üstüne!
’Terörist, ayırımcı, dindar!’ diye küfrettirdiler birbirine.
Halk oyuyla seçilse bile,
-yada ihtilal ile gelse de-
Mısır’da Musi, Irak’ta Saddam, Libya’da Kaddafi giden-gidene. "
Deyince,
hiçbirşey anlamadı
anlatılanlardan Promete,
ama yinede sormadı.
Parlak siyah tüylü Kara Kartal;
„ Ya Baş Tanrı Zeus ve diğer tanrılar?
Diye sorunca ihtiyara;
“ Onlara inanır senin gibi kuş kafalılar!”
Cevabını verdi ihtiyar.
Gagası sivri-mi-sivri, gözü keskin ve yuvar
Kara Kartal
dayanamadı bu küfüre,
kuvvetli pençeleriyle uçtu hiddetle,
ihtiyarın kafasına kondu
ve kızarak tekrar sordu;
" Ya Baş Tanrı Zeus ve öbür tanrılar?"
Başında Kara Kartal’ıyla,
benzi uçuk ihtiyar,
korkudan titreyerek,
-hemde özür dileyerek-
şöyle cevap verdi bu soruya;
" Bugün bu tanrıların ismi çeşit-çeşittir,
ama tek’tir.
Mitolojik Tanrı değil, Yaratan’dır şimdi onlar.
Her dinde de bir temsilcisi var."
Diye
Eveleye-geveleye,
evirip-çeviren ihtiyarın ak saçına
attı Kara Kartal bir sivri gaga daha;
" Be ihtiyar! Nerede oturur bunlar?"
" Biri petrol zengini Saud-i Arap Kırallığı’nda,
diğeri Roma-Vatikan’da Papa,
Kudüs’te İsrail Oğulları,
Wall-Strett’te Amerikan soyları,
Rusya’da Çar olanı
Türkiye’nin Erdoğan’ı,
Hindistan’da Buda,
birde Çin’de Tibet var."
Dedi ihtiyar.
Gagası sivri-mi-sivri,
gözü keskin ve yuvar,
çelik pençeli, parlak tüylü Kara Kartal da
anlatılandan hiç-bir-şey anlamadı.
Uçtu Promete’nin omuzuna,
kondu usulca
ve hiç bir şeyde sormadı bir daha.
İhtiyar devam etti sözüne;
" Promete!" diye;
„Ne cezan yaradı sana, nede çaldığın ateş bize!
Kamaştırdı insanların gözlerini bu ışık
senin yüzünden kör oldu insanlık!"
„ Sonra?“
„ Sonrasını hiç sorma!
Yarı tanrı Promete gün-be-gün karıştı insanlar arasına
ve
böylece
insan oldu.
İnsan olarak başka bir ateş buldu,
ve adınıda‘Byt‘ koydu.
Türkçe „Bit“ okunur ki;
Bilgisayar denen ateşli kutunun en küçük birimidir,
„bilgesiyle insanlığı aydınlatı!” denir.
„Peki, parlak tüylü, çelik pençeli
gözü keskin-mi-keskin, gagası sivri-mi-sivri,
karın-deşen,
ciğer-yiyen,
Kara Kartal’a ne oldu?“
Diye mi bana soruyorsunuz;
" Ha, o mu?
Onunda karnını yardılar,
kokmasın diye içini sirkeyle yuğup-yıkadılar,
tuzladılar-yağladılar, balmumuna daldırdılar,
tıka-basa içine pamuk doldurdular
ve yoldaşları ile
Atina Olimpiya Dağı Tepesi eteğinde
"Antik Çağlar Müzesi"ne koydular!"
( oguz can hayali . HOMER 10 şiiri. Edebiyatdefteri.com)
Phillipp geceledikleri otelin en üst katında, her yanı camlı terastaki muhteşem bir kahvaltı masasında dün gece gördüğü bu rüyayı hatırlayarak kısık bir sesle;
“ Hayırdır İnşallah!”
Diye iç çekti. Yanında oturan ve gidecekleri yeri elindeki haritada kontrol etmekte meşgul olan Helen, başını kaldırarak;
" Hayır ola Phillipp?"
" Dün gece garip bir rüya gördümde..."
" Anlat istersen."
" Hele önce bir kahvaltı edelim..."
Cevabıyla yerinden kalktı ve çevreye bakınarak servis yapan kızı etrafta aradı;
" Sonra anlatırım."
Diyerek Helen‘in arzusunu böylece geçiştirmiş oldu.
Dün sıcak bir banyo yapıpbir güzel uyuduktan sonra günboyu dinlenmiş olan Helen’in bu sabah neşesi yerindeydi. Bu yüzden Phillipp’in bu kaçamak cevabına aldırmadı. Kocasının ona hediye ettiği esansı çantasından çıkararak burgusunu açtı ve işaret parmağının ucuna tıklatı. Çevreye yayılan koku onu tüm şüphelerinden ansızın arındırıverdi. Parmak ucundaki damlayı; Her iki kulağının arkasına dek, tek- tek sürüp yayınca, yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi ve böylece içinde yeniden tatil yapmak arzusu doğdu. Phillipp ise bu ara servis yapan kıza gelmesi için el sallamaktaydı;
" Lütfen bakarmısınız?"
Garson kız elindeki tabak ve bardakları mutfağa götürürken başını gülerek salladı ve duyduğunu belli etti. Yeniden sandalyesine oturan Phillipp; Bir yandan servis yapan kızı bekliyor, öte yandanda dün akşam gördüğü rüyayı düşünüyordu. Peçetesini dizlerine yaydıktan sonra, zevkle döşenmiş kahvaltı masasına yöneldi. O ara garson kızda yanlarına gelmişti;
" Buraya bir kül tablası verebilirmisiniz?"
" Olur."
Diyen kız uzaklaşınca, masaya yeniden dönen Phillipp’in burnuna ansızın tılsımlı bir susam kokusu çarptı. Şimdi onun gözleri önünde; Sıcak buğusu içinde tüten, derisi kızarmış, kavuniçiye kaçmış, kara-minik susamlı pideyi görünce, dayanamayıp;
" Ben Başlıyorum..."
Dedi ve pideyi ortasından parmaklarıyla yardı;
" Sen başla., ben çaylar gelene dek kitabımı bitirmek istiyorum. "
" Nasıl istersen."
Güneşten kavrumuş kara-kuru buruşuk derisiyle okşamaya değer güzel Edremit Zeytini kahvaltı tabağında kendi yağı içinde limonun ekşi sevdasıyla mayışmış bir şekilde ışıl-ışıl „Ye beni!” der gibi yatıyordu. Ya yanında sele-serpe uzanmış Isparta Gül Reçeli’nin ten kokusu? Bu pes-pembe buruk sevda burnuna değince, bir bahar duygusu ruhunu okşadı. Çan Yaylası’nın ağaç yayığında dövülmüş yonca sütünün yüreğinin yağını eriten kaymağımsı sevecenliği, Çanakkale Peynir Tatlısı‘nın damağı gıdıklayan tadıyla sarmaş-dolaş olunca Phillipp’in başı döndü ve sanki ayakları yerden kesilir gibi içi bir hoş oldu“
Şimdi siz bana;
" Haydi canım bu kadarda abartma! Kahvaltıda böyle şeyler olurmu?"
Demeyin sakın! Bu hissi yaşayabilmeniz için sizin Çanakkale’de güneşli bir günün sabahında temiz, küçük ve güzel bir otelin her yanı camlı, soğuk havalandırmalı kahvaltı terasında; Kaz Dağı‘nın 1001 Pınarı’ndan fışkıran sağlıklı suların beslediği bostanlardan gelmiş sebze ve meyvaların körpe, serin kokusunu içinize sindirmiş olmanız gerekir!
Çünki; Çırıl-çıplak kabuğundan soyunmuş salatalığın yanında açık-saçık yatan domatesin bakire kıvamı sizi baştan çıkarabilir. Tadmadan zevkine varamıyacağınız türlü-çeşitli biberlerinin acı, tatlı, buruk cilvesi, yumurtaya bulanı unda ağdalaşarak kızarmış kabak ve dolma biberinin masum sevecen daveti, sarımsaklı yoğurdun sevdasına yanmış közleme patlıcanın şehveti, haşlandıktan sonra sirkeye yatırılmış havuçun damaktaki insanı baştan çıkaran tadı... Hepsi ama hepsi birbirine karışınca, benden söylemesi, bu sevecen kahvaltıda zevkten kaybolup-erimemeniz için çok dikkatli olmanız gerekir.
Kaz Dağları’nın yem-yeşil ovalarında yaylayan semiz koyunlardan sağılmış yonca sütünün yayıkta dövülü mis kokan tereyağını Phillipp elindeki pidenin içine sürereken, Helen‘de kitabını bitirip masanın üstüne koymuştu;
“ Çok güzel bir Kitap!”
Elini bir türlü kitabın üstünden ayıramıyordu. Phillipp’in ona baktığını görüncede;
“ Kasandra.”()
Diye ekledi. Phillipp elindeki pide dilimini tabağına geri koyduktan sonra;
“ Biliyorum. Zamanım olunca okuyacağım. Ama bence herkesce bilinen ve alışılagelmiş bir konu...”
Onun bu küçümsemesine alınan Helen.;
“ Kitabın adı; Aşil, Hektor yada Paris olunca, daha mı ilgi çekici oluyor sence? “
“ Onu kasdetmedim.”
“ Kasandra’nın Kral Priyam’’ın hayatta kalan tek kızı ve öldürülmeyen tek aile ferdi olduğunu unutuyorsun galiba! ”
“ Sende lütfen; Kocasını aldatıp-kaçan yada Truva Prensi Paris tarafından kaçırılan Kraliçe Helen’in uğruna Truva’nın yok olduğunu!”
“ Hayda!”
Yankısı Helen ile birlikte aynı anda başka bir ağızdan çıkıntığına şaşıran Helen, bunu Phillipp’in söylediğini sandı. O ise, kucağından kaymış olan peçetesini yerden almak için masanın altına doğru eğilmişti;
“ Sanırım bu tenkidine kendind bile inanıyorsundur!”
O ara peçetesini almaya çalışan Phillipp’in sesini yine taklit eden Akçe;
“Niye?”
Kinayeli sorusu ile sze karışınca, taartışmayı kızıştırmak niyetinde olduğunu anlayan Phillipp, peçeteyi masanın üstüne koyarken onun kızmış bir şekilde baktığını farketti;
“ Mesele; Hileli Tahta At, namus, vatan ve savaş gibi erkeklerin kahramanlığını anlatan şey olunca önemli oluyorda, konu Kadın Hakları olunca önemsiz mi oluyor sizin niçin?”
Diye sözüne devam eden Helen’e;
“ Herşeyi kadın-erkek ayrıcalığı ile açıklama lütfen.”
“ Sende erkeklerin kahramanlığı ile!”
“ Erkeksiz, böyle bir eşitliğe ulaşmanın zor olduğunu sende biliyorsun.”
Helen’in kitabını masadan alıp yanındaki boş koltuğun üstüne koyaraken;
“ İlkin kısıtla yada yok et, sonrada...”
Kısa bir an sustuktan sonra;
“ Gel yardım edeyim, de!”
Diye mırıldandığını duyunca;
“ Yani hiç uzlaşılamıyacak mı?”
Sorusuna;
” Yalnızca iki eşit değerin uzlaşmasının mümkün olduğunu sende biliyorsun!”
Phillipp’ten bu haklı eleştirisine cevap gelmeyince, o sözüne devamla;
“ Aksi halde birinin adı; Boyun eğme, diğerinin ise hükmetmektir. Ayrıca Bilici Kasndra’nın o gün için söylediği tüm sözler bu gün içinde harfi-harfine geçerli. Bu gün bile kadınların sözüne inanan bir bilge yok.”
“ Mesela?”
Sorusu yine Akçe’den gelmişti. Phillipp; Masaya dayadığı kolunun el içine çenesini dayamış ve dudaklarını; İşaret parmağının orta ekleminden büktüğü kıvrımına dayadığı için, bu soruyu onun sormadığını yine far edenemişti. Helen’den kinayali bir;
“Afiyet olsun!"
Cevabı gelnce, Phillipp yenilgiyi kabul edip, tartışmaya girmekten kaçınarak;
"Teşekkür ederim."
Dedi ve sustu.
Kahvaltı tabağında açık-seçik yatan pideye tekrar bakınca ağzının suyu aktı. Beyaz peyniri, çövenli pastırmayı, baharatlı sucuğu, fıstıklı salamı teker-teker pide-içi sünger yatağına üst-üste istifledikten sonra, dilim-dilim kesti. Çatalıyla alıp, sabırsızca açılmış dudakları arasından ağzına soktu. Bu çıtırımsı cilveyi dişleri arasında zevkle çiğnedikten sonra, yutmadan önce; Yudum-yudum lezzetine vararak ağız boşluğunda döndürdü, dil ucuyla usulca yakaladı, sarıp-sarmalayarak damağına bastırıp yice sıvayarak yaydı. Bu doyumsuzluğu, bu ağız boşluluğunda gittikçe büyüyen tadı, bu ruhunun en derinine işleyen sevdayı tükürüğü ile yumuşatarak evirdip-çevirerek öğüttü ve sindirircesine huşu içinde yutkundu;
" Bana tuz ve karabiberi uzatabilirmisin
" Buyur."
Diyerek Helen’e herikisini uzattıktan sonra gözlerini yumup, biraz önce;Dudak kenarına asılı kalmış sevecen tad artığını, dilinin ucunu dışarı çıkararak yakaladı, yalayarak ağız içine çekti ve bir kere daha demine vararak yutkundu.
Kül tablasını getirip masanın üstüne koyan garson kızın elindeki tepiside fıkır-fıkır oynayan demli çayları gören Helen’in;
„ Ben bir çay alabilirmiyim?“
Ricasını duyan Phillipp kendine geldi ve gözlerini açarak boş bardağını uzattı;
" Bana da lütfen."
Masaya 2 çay koyan garson kız, boş bardakları tepsisine aldı ve her ikiside teşekkür ettiler.
Çay bardağını boğumlu belinden kucaklayan Phillipp’in avcunu; Tavşan Kanı gibi demli bir su ısısı kaplayınca, kanı kaynar gibi oldu. Huşu içinde gözlerini tekrar yumarak; Bu kıp-kırmızı burukluğu, dudaklarına değdirip nefsine yudum-yudum sindirdi. İçine damla-damla akan şeker tadıyla ağdalanmış bu tılsımlı sevecenlik ile, damağında arta kalan lezzet senfonisini yuğdu-yıkadı ve doyumsuzluğun doruğuna vararak tekrar bir kere daha yutkundu.
Kahvaltısını böylece bitiren Phillipp, midesinde kayan ve tüm vucudunu saran mutluluğu, bir sigara dumanıyla pekleştirmek için masa üstündeki pakete uzanırken, gözleri Helen’e takıldı. Bakışlarından, onu uzun bir süre gözlediği belli oluyordu;
“ Ne var?"
" Hiç! Kahvaltı yaparken yüzünde beliren sevecen görünüşü ben bir yerlerden anımsıyorum da."
" Kıskançlık, aşkın düşmanıdır Helen!"
Diyen Phillipp paketten çektiği sigarasını dudakları arasına yerleştirdi ve;
" Ben güzel olan herşeyi severim!"
Diyerek sigarasını yaktı. Bu haklı benzetmeye her ikiside güldüler;
" Böyle güzel söze bir Türk Kahvesi yakışır"
„ Falıma baktırmam ama...”
“ Mızıkçılık etme Phillipp!”
Karşı çıkmasıyla Helen ayağa kalktı ve servis yapan Bayana;
" Bakarmısınız?"
Diye seslendi. Müşterilerle vedalaşmakta olan garson kız el sallayarak duyduğunu belirtince, yerine oturdu;
„ Bunun bir oyun olduğunu biliyorsun!”
“Ama tehlikeli bir oyun!”
“ Lütfen?”
Akçe’yi bulduğundan beri onu hep; Geleceği planlanmış raslantıların yönettiğini hatırlayan Phillipp’in, kahve falından gelebilecek böyle bir kehanete şu an hiç ihtiyacı yoktu;
“ Fala vakit yok, acele etmemiz gerek.”
" Ama Phillipp yeteri kadar vaktimiz var, bu acelen niye?"
İçinden; “ Dikkatli olmalıyım. Akçe yine konuşmalarımızı yönetiyor.” diye yakınan Phillipp garson kızın getirdiği kahveyi hızla içti ve;
" Haydi sende içde gidelim.”
Diyerek ağağa kalktı.
" Ben el ve sırt çantarımız çoktan büronun önüne koydum ve hesabı kestim."
“ Ama Phillipp, ben ne dişimi fırçaladım nede saç tuvalertimi tazeledim...”
Sözünü kesen Philipp;
“Anahtarı oda temizlikçisine verdim bile. Sen onları ben Otobüs Garaj’ında. Ben biletleri almaya gittiğmde, bayan tuvaletinde yaparsın.”
İçinden;
“Bu adamın yine garipliği üstünde!”
Diye yakınan Helen, itiraz etmedi, kavesini içtikten sonra aşşağıya indiler ve büronun önünde duran Sırt ve el çantalarını alarak dışarıya çıktılar.
Phillipp bu serüvenin böyle mutlu bir şekilde bitmesine sevinmekteydi, ama; O bundan sonra başına gelecekleri bir bilebilseydi, sevinmekte bu kadar acele etmezdi.
Atina’daki Olympia Dağı Tepesi’ndeki tapınak kalıntıları arasından olanları izleyen tanrılar;
“ O H B E ! “
Yankılı sesiyle bağırıp-rahatlayarak bu karma-karışık romanın ilk bölümünün bittiğine böylece çok sevindiler. Tüm tanrılar derken; Baş Tanrı Zeus’un son oğlu ATOS’u da aralarında anmamız gerekir. Nedense gönümüze kadar unutulmuş, belkide unutturulmaya çalışılmış bu Savaş Tanrısı’nın adı Antik Yunan Söylenceleri’nde çok seyrek geçer;
“Delfi bilicilerine göre bu tanrı; Babası Zeus’un haksız yönetimine son verip onun yerine geçecek ve çok tanrı dönemine son verecektir. Hiç denecek kadar az bilinen bu ismin gizlenmesi yada önemsiz olarak öne çıkmamasının üç nedeni vardır.
Birincisi; Zeus’un haksızlıklarına, utanç verici çapkınlıklarına, çirkin öc alıcı kin serüvenlerine karşı olan tüm tanrılar, onsuz yaşamanın kendi sonları olacağını bildikleri için, aralarında birleşip serbest karar verme olanağını elde edememiş olmalarıdır.
İkinci neden ise; Zeus’un uzun zamandır yaptığı çapkınlıklarından dolayı karısı ile arasının iyi olmadığı gösterilir. Buna birde; Truva yanında bahse giren karısı Hera’yı yenik düşürmek için yaptığı ‘türlü yalan ve hileler” eklenince hem karısı ile arası açılır hemde diğer tanrılar arasında fikir ayrılığının doğmasına ve kutuplaşmaların başlamasına sebep olur.
Üçüncü olarak; Homer’in Odysee ve İlyada destanlarının 400 yıl boyunca yazıya geçmemiş olması ve ağızdan-kulağa ağıt şeklinde anlatılması gösterilir. Çünki bu süre boyunca antik yunan medeniyetinde heykel, tiyatro ve ağıt dışında hiçbir sosyal iletişim olanağı olmadığı için o çağın insanları bu destan anlatılarından; Tanrıların çıkarları uğruna nasıl haksızlık yaptıklarını öğrenip-irdelemişler ve bu haksızlıklara karşı çıkarak “Filazof” denilen yeni kahramanların fikirlerini benimsemeye başlamışlardır.
Antik Yunan çağında “İlyada ve Odise Destanları’”kanalıyla yapılan bu ilk “Sosyal İletişim Olgusu”nu, günümüzdeki sosyal medya olanaklarıyla ve Fenomen Anlatıları’yla özdeşleyebiliriz. Böylece bu iki destanın yardımıyla insanların tanrılara karşı inancı azalır. Gittikçe artan düşünme ve yargılama serbestliği ışığında; Tanrıların gerçek olmadıkları, kıralların kendi çıkarları için bu tür efsaneleri uydurdukları anlarlar. Bilinçsiz halkın; Rahip ve biliciler tarafından uydurulan Tanrı Buyrukları’na karşı şüpheleri artar. Ama siz sakın günümüzdeki olaylarla İlyada Destanı arasında ilişki falan aramayın, “Rahip ve Bilici gibi yandaş kurumların bugün bile olduğunu vede cahil halkın bunlara inandığına” da asla-ve-asla iddea etmeyin! Çünki tarih hiçbirz aman olayların tekrarı değildir ve medeni insanların bundan ders almalarıda lüzumsuzdur.
Çok Tanrı’lı sistemine çıkarları dolayısıyla karşı olan bu Atos; Tüm tanrıların yetkilerini Demokrasi yoluyla kendinde toplayarak “tek bir Din ve tek bir Tanrı” fikrini yaygınlaştırır. Zaten cahil olan halkın bilinçlenerek güçlenmesiniemi önlemek içinde “din” postuna bürünerek; Yalan, rüşvet, sahtekârlık gibi hileli yollarla halka baskı yapar, onları yanıltır ve birbirlerine düşürüp güçsüz kılar. Kendi-kendini seçme ve yönetme sistemi olan Serbest Seçim olanaklarını kullanarak; "Yargı, yürütme ve kanun yapma” yetkilerini tek elde toplayarak Başkanlık Sistemi’ne(?) geçişi sağlar. “
Bu Savaş Tanrısı Atos’un; “İnsanlığı yönetmenin tek yolu kargaşadır!’ fikriyle yola çıkması ve tek tanrı adına dinler arası savaşlar çıkarararak gönümüze kadar başarılı bir şekilde gelmeyi başarması bir raslantı değildir. “Yaratana inanmayan insan kendini yaratan sanır!” tezi ile tanınan bu Savaş Tanrısı ATOS’un hikayesi de kısaca böyledir.”
Yukarıdaki; “Kısmen tarihi belgelerden alıntı yaptığım ve kısmende kendi buluntum olan” bu konu ikinci roman TROİA’da, “ZEUS’UN SONU” bölümünde yeniden ve geniş bir şekilde sizlere sunulacağı için, buraya bir nokta koyarak romanımızı tatlı bir şekilde bitirmek arzusundayız.
Bundan sonraki yaşantınızın bu romanda elinize geçen “AKÇE’” olgusunun kuvvet ve tılsımını kullanarak, düş gücünüzü dahada güçlendirip; Olağanüstü, şaşırtıcı, canlı, çok renkli, eleştirici, gerçek, adil, yılmadan-ödün vermeden tüm arzu ve hedeflerinize ulaşmanız dileği ile hoşçakalın.
B İ R İ N C İ R O M A N A K Ç E ’ N İ N S O N U
() Antik yunan söylenceleri’ne göre Kasandra’ya aşık olan Savaş Tanrısı Apollon ona ilkin “Olayları sezme ve doğru tedbirleri önerme” yeteneğini hediye eder. Fakat onun aşkını red ettmesinden dolayı da, bu hediyeyi geri almaz ve “Kehaneti doğru olsa bile kimse ona inanmayacaktır!” diye onu cezalandırmıştır. Bu caza; Felsefe, politik ve Piskoloji bilminde “Kasandra olgusu” olarak geçer ki; “Olacağı bilinen bir kehaneti göz ardı etme” anlamında kullanılır.
5.0
100% (1)