1
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
311
Okunma
Adalılar sıcakkanlı insanlardı, bir şey anlatırken sürekli gülen yüzleri kızarırdı. Yeni bir şey öğrendiklerinde ise yüzleri aydınlanır, şaşırır ve heyecanlanırlardı. Adalılar deyip geçmemek lazımdı zira kalabalık bir aileydi. Ağabey kardeş, eşleri ve çocuklarıyla adada yaşıyor, geçimini tarım ve hayvancılıktan sağlıyorlardı. Yavuz Dedeleri ile dostlukları uzun zaman önce bu yazlığı aldıklarında başlamıştı. Büyük ağabey Yusuf ve karısı Reyhan boş zamanlarında onların küçük bahçesinin bakımına yardım ediyorlardı. Dün telefonda konuşmuş, yazlığa geldiklerini öğrenmiş ve hasret gidermek için yemeğe davet edilmişlerdi. Yavuz dede anılarını uzun uzun anlatmayı pek sever, doludizgin geçmiş yıllarının verdiği bilgi birikimini onlara aktarırdı.
Yavuz dede 80 yaşındaydı fakat cesur ve tutkulu karakteri dolayısıyla yaşam enerjisi yüksek bir adamdı. Geçen sene kendine yeni bir motosiklet almış, İstanbul’da şöyle bir turlamıştı. Eğlenceyi ve adrenalini sevdiği kadar eşi Bereket Hanımı da severdi. Onun yüzüne baktığında yumuşayan sert mizacı, eşinin de içini ısıtıyordu. Sanki sadece ikisinin bildiği büyük bir sırrı saklıyor veya tutulması zor bir sözü uzun zamandır tutuyor gibiydiler. Gerçek aşk, böyle bir şey miydi? Sonsuz bir güven duygusu mu yoksa yıllar geçse de değişmeyen bir koşulsuz sevme hali miydi? Jale’nin babaannesi Bereket Hanım da en az eşi kadar saygı duyulan, el üstünde tutulan bir kadındı. Bereket’in ürküten koyu mavi gözlerinin ve dudaklarının etrafında yakından bakmadıkça görünmeyen ince çizgiler vardı, onu tanımayan biri yetmiş beşinden fazla olmadığını düşünürdü. Aile içerisinde ona “Bereket Ana” denirdi. Emekli bir tiyatro sahibiydi, ömrünün geri kalanını yazlığında geçirmekte kararlıydı. Yazlığa temelli yerleşmeden önce, Yavuz’la beraber İstanbul’daki evlerinde yaşamaktaydılar. İkisi de hayat dolu insanlardı bu nedenle evlerinden cana yakın misafirler, saatlerce süren koyu sohbetler ve kahkaha sesleri asla eksik olmazdı. Bereket Ana’yı sadece arkadaşları değil, tek oğlu Hikmet ile eşi Feride de özledikçe ziyarete gelir, onu görmek için özel günleri veya bayramın gelmesini beklemezlerdi. Kurban bayramı zamanı her sene ailecek adaya gelir, kurban keser fakir fukaraya dağıtırlardı.
Bereket Hanım, Reyhan’a döndü, “Reyhan kuzum, ceviz ağacımız bu sene pek güzel yeşillendi. Bir ara olgunlaşan cevizleri toplayalım da hep beraber yiyelim.” dedi. Reyhan “Olur Bereket Ana. Sen iste, yarın toplayalım. Toplamak için sizin gelmenizi beklemiştik. Cevizleri olmuş, geçen bahçeyi sularken bakıvermiştim.” dedi. Feride, Jale’ye dönüp, “Kızım, kaşıyıp durma omzunu. Ay! Bakıyım ne olmuş böyle, kızarmış orası… Hay Allah!” dedi. Jale “Örümcek ısırmış olmasın? Ben de şimdi fark ettim… Sen söyleyince…” dedi. Jale başını indirip kızaran yeri bir süre incelemeye koyuldu. Annesine dönüp gösterdi, “Sende buraya sürebileceğimiz krem gibi bir şey var mı?” dedi. Reyhan o esnada Jale’ye döndü ve ona sır veriyormuş gibi kısık bir ses tonuyla, “Biz böcek ısırığına limon süreriz.” Sağ bileğini havada kıvırıp dizinin üzerine yerleştirmeden önce Jale’yi dirseğiyle dürttü, “Bak! Limonun suyunu sık, kızaran yerin üzerine sür, bir iki haftaya kızarıklığı da şişliği de iner. Biz hep öyle yaparız, eczane şehir merkezindedir. Buradan uzakta, arabayla yarım saatte anca gidersiniz. Hava karardı artık. Eczane kapanmıştır, bu saatte boşuna uğraşmayın.” dedi. Jale’nin dikkati dağılmıştı, Reyhan’ın el hareketine bir anlam yüklemeye çalışırken ona bakıp şaşkınlıkla karışık, onu anladığını gösteren bir yüz ifadesiyle gülümsedi. Reyhan’ı küçüklüğünden beri tanıdığından olsa gerek, bu hareketini cana yakın buluyordu ama her defasında şaşırmaktan da kendini alıkoyamıyordu. Jale’nin babası Hikmet, “Kızım inanma böyle şeylere, bunlar eski köy efsaneleri… Yarın eczaneye gider, oraya danışıp gerekli ilacı alırız.” dedi.