Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Halil GÜLEL
Halil GÜLEL

YABANDA GEÇİRDİĞİM EN MUTLU GÜNÜM

Yorum

YABANDA GEÇİRDİĞİM EN MUTLU GÜNÜM

( 1 kişi )

2

Yorum

5

Beğeni

5,0

Puan

307

Okunma

YABANDA GEÇİRDİĞİM EN MUTLU GÜNÜM

YABANDA GEÇİRDİĞİM EN MUTLU GÜNÜM

YABANDA GEÇİRDİĞİM EN MUTLU GÜNÜM

Mustafa, Toros eteklerinde, dağların rüzgârla konuştuğu, keçilerin sabahları çan sesleriyle vadilere selam gönderdiği bir köyde doğmuştur.

Anası Hatice Ana, tandırın başında sıcak yufkaları katlarken, babası Mahmut Ağa sabahları hayvanlara yem verdikten sonra, at arabasıyla bağa, bostana giderdi. Kendi yağlarıyla kavrulan orta halin biraz altında bir yaşantıları vardı.

Mustafa’nın çocukluğu toprak kokusu, gübre buharı, yağmur sonrası çıkan gökkuşakları ve sabahları Pavarotti tarzıyla horozların verdiği konserlerle geçmişti.

Her sabah, köyün doğusundaki küçük derenin kıyısında duran “Kırat”ı severek başlardı güne. Tüyleri gün ışığında parlayan bu at, adeta onun en içten sırdaşı ve arkadaşıydı. Bazen dağa giden babasının ardından boynunu uzatıp kişner, bazen de köyün çocuklarıyla yarış yaparken Mustafa’nın altında Pegasus gibi kanatlanıp uçardı.

Yanında sadık dostu, beyaz tüylü, gözü pek köpeği “Karabaş” vardı. Karabaş, ne zaman Mustafa kırlarda yuvarlansa hemen yanına koşar, yüzünü yalar, sonra da tıpkı bir ağabey gibi başucunda beklerdi.

Evin damındaki kediler, kümesteki civcivler, tarladaki inekler hepsi birer dost olmuştu onun için. O, doğayla adeta bir bütünleşmiş bir kalpti.

Ama bir gün, yazın sonunda köy kahvesinde bir haber dolandı: “Almanya işçi alacakmış.”
Babası sessizce sigarasını yakarken, Mustafa’ya şöyle dedi:

“Oğlum, toprağın kıymetini bilirsin. Ama el kapısında ekmek daha büyük belki. Git bir bak bakalım. Belki yoksulluğu yenip bahtımız açılır.”

Bu sözün üstüne böylece Mustafa, bir sonbahar sabahı, ardına dönüp son kez evin taş duvarına, Karabaş’ın ağlamaklı gözlerine, Kırat’ın hüzünlü kişnemesine bakarak yola çıktı.

Almanya…

Adını dahi doğru söyleyemediği bu ülke, bambaşka bir yerdi. Fabrika boruları sabahın köründe bile duman tütüyordu. Gökyüzü hep gri, rüzgâr metal ve kömür kokuyordu. Her şeyin saati, adımı, çizgisi belliydi. Sabah kalk saat altı, akşam iş bitimi saat dört. Güler yüz az, yorgunluk çok ağırdı.

İlk aylar susarak geçti. Mustafa, makinelerin diliyle konuşmaya çalıştı. Dönen çarkların ve makina seslerine alıştı ama içinden geçenleri anlatabileceği kimsesi yoktu. Herkes telaşlıydı. İçindeki çocukluk resimleri, günbegün tozlu raflara kalkıyordu.

Ama bir gün, bir pazar sabahı, tren garına yakın bir kasaba ormanına doğru yürümeye karar verdi. Elinde termosuna koyduğu Türk çayı, cebinde annesinin ördüğü yünden bir çift eldiven… Güneş ürkekçe ağaçların arasından süzülüyor, kuşlar bilinmeyen dillerde ötüyordu. Çimlerin üzerinde sabah çiyi vardı.

Bir çam ağacının gövdesine sırtını yasladı. Derin bir nefes aldı.

Ve işte o an…

İçindeki Kırat kişnedi. Karabaş kuyruğunu salladı. Horozlar öttü sanki. Birden doğduğu köy, binlerce kilometre öteden kalbine doluverdi.

Çantasından bir parça beyaz peyniri, bir avuç zeytini çıkardı. Yanında getirdiği ekmeği yavaşça çiğnedi. Her lokmada memleketi yuttu sanki. Kuşlar onunla yarış edercesine şarkılarını söylüyorlardı. Ürkek bir sincap gelip yanına kadar sokuldu. Mustafa gözleri dolu dolu fısıldadı:

“Bugün yabanda geçirdiğim mutlu bir günüm.”

Ürkek bir şekilde yaklaşan sincaba ekmek ve peynirinden uzattı. O da küçük pembe dilini çıkarıp sanki teşekkür etti ve yemeğini alıp gözle kaşın arasında yandaki ağaca tırmandı.

Çünkü o an doğayla, geçmişiyle, çocukluğuyla yeniden buluşmuştu. Fabrikaların arasında kaybolduğunu sandığı insanlığını, bir ormanın içinde, bir kuş ötüşünde, bir çimenin üstünde bir sincabın içten bakışıyla tekrar bulmuştu.

Mustafa için o gün, Almanya’nın griliğinde yeşil bir anı oldu. O anı, tekrar tekrar yaşamak için; her pazar sırt çantasına koyup ormana götürüyordu. Çünkü bazen bir insan, vatanını bir karış toprağın kokusunda, bir sincabın gözlerinde bulabiliyordu.

Mustafa, Almanya’ya geldiğinden beri neredeyse bir yıl geçmişti. O, fabrikadaki ağır işlerin arasında, sesini ve ruhunu kaybetmek üzere gibiydi. Tüm vücudu, demirin su gibi aktığı dökümhanede erimişti sanki. Ellerinde izler, sırtında yorgunluk, ama en çok da aklında, köyü, annesinin masal gibi sesini, babasının her sabah aynı şekilde bağırarak kalkmasını özlüyordu.

Arbeiterwohnheim (yani işçi barakaları) günleri geçirdiği yerdir. Barakaların duvarları kalın, pencere kenarlarında buz kristalleri bekliyordu. Burada her dilden, her renkten, her ülkeden insana rastlamak mümkündür, Türklere, Polonyalılara, Faslılara, İspanyollara, Yunanlılara, Yugoslavlara, Portekizlilere, İtalyanlara…

Hepsi, aynı amaçla, aynı güdülerle bir arada yaşıyorlardı. Kimi gülüşleriyle, kimi ise sessizce sabahları gözlüklerini takarak işlerine gidiyordu.

İlk başta Mustafa, kimseyle pek sohbet etmemişti. Kendi kendine düşüncelerini toparlamak için çalışıyordu.

Ama sonra, barakada bir gün, Fas asıllı Halim ile karşılaştı. Halim, birkaç hafta sonra ona Almanya’nın gündelik sırlarını anlatmaya başlamıştı. İkisi, bir sabah kahvesini içerken konuştuklarında Halim’in yüzündeki yorgunluğu fark etti.

“Uykusuz musunuz bugün, Halim?” diye sordu Mustafa, her sabahki gibi garip bir şekilde Almanca aksanıyla.

“Hah, uykusuz değilim aslında, sadece her şey bir duvara çarpmış gibiyim…”

Tatiller ve hafta sonları geldiğinde Mustafa’nın içi daha da daralırdı. Diğer günler, hiç olmazsa ellerini meşgul eden bir işi vardı; sabahın köründe kalkıp o gürültülü fabrikaya gitmek, demirle uğraşmak, terlemek, yorulmak… Tüm bunlar, düşüncelerinin önüne bir perde çekiyordu. Ama pazar günleri o perde kalkıyor, geride kalan manzara, hüzün dolu bir boşluk oluyordu.

Barakada sabahları daha geç uyanır, pencere camlarının buğusunu silip gri gökyüzüne bakardı. Bazen ince bir yağmur, bazen sulu kar, bazen sis… Ne zaman gökyüzü kararsa, içindeki sesler de daha derinden konuşurdu.

Bir sabah yatağında kıvrılmış yatarken, kapısı usulca aralandı. İçeri, kalın kaşlı, güler yüzlü bir adam girdi.

“Mustafa, kalk hele! Kahvaltını ettin mi?” dedi Hasan, barakanın alt katında kalan Konyalı işçi.
Mustafa başını hafifçe kaldırdı, gözlerinde yorgunluk vardı.

“İştahım yok Hasan Abi. Dünden kalan ekmeği biraz ıslattım, onu yedim.

Hasan, onun bu haline alışkındı. Fakat artık sabretmeyecekti.

“Hadi kalk giyin, seni Köln’e götüreceğim. O koca katedrali bir gör. Diyorlar ki, göğe en çok orası yakınmış. Belki moralin yerine gelir.”

Mustafa, ilk başta ayak diredi ama Hasan’ın ısrarı karşısında “Peki” dedi.

Trene bindiler. Yol boyunca Hasan memleketten, ekmekten, Konya ovasındaki düğünlerden bahsetti. Mustafa, dinledikçe yüreği ısındı.

Köln’e vardıklarında, katedralin göğe uzanan kulelerini görünce olduğu yerde durdu.

“Bu ne koca ve yüksek bir yapı böyle… İnsan baktıkça küçüldüğünü hissediyor.”

“Aynen öyle,” dedi Hasan. “Bizim köyde çınar ağacı vardı, gövdesi sekiz adam sarardı. İlk onu görünce böyle hissetmiştim. Ama burası başka bir şey.”

Mustafa, ellerini cebine sokup başını kaldırdı. O an o karanlık günlerin içinde bir yıldız gibi parlayan bir his doldu içine. Katedralin önünde birkaç dakika sustular. Sonra Mustafa sanki içini dökmek ister gibi fısıldadı:

“Bazı yapılar insanın içine suskunluk salar Hasan Abi. Burada kendi köyümü düşündüm. Minareyi… Anamın sesi, toprağın kokusu… Hepsi birden gelip içime oturdu.”

O günden sonra birkaç hafta Mustafa biraz toparlandı. Hasan’la beraber başka yerlere de gitmeye başladı. Ren Nehri kıyısında oturup çay içtiler, tren garında insanları izlediler, bazen Türk bakkalından alınan sucukla kahvaltı yaptılar.

Ama…

Ne zaman hava kapansa, yağmur başlasa, gökyüzü kararsa, Mustafa’nın içindeki renkler yine solardı.

Penceresinden dışarı bakarken bazen şöyle derdi:

“Bizim oralarda yağmur böyle hüzün getirmezdi. Yağmur rahmetti. Toprak sevinirdi, ağaçlar silkelenir. Buradaysa, sanki gökten yorgunluk yağıyor.”

Hasan bu sözleri duyunca omzuna dokunur,

“Dayan Mustafa kardeşim, bu günler geçer. Bak ben on yıl oldu buradayım. İlk beş yılım bir rüyaydı, kabus mu desem, özlem mi… Ama sonra alışıyor insan. Çünkü bir dostun, bir yoldaşın varsa bu topraklarda, burası da bir nebze yuva olur.”

Mustafa, derin bir nefes aldı. Her şey gri de olsa, bir dostluk varsa içinde, bir sıcak çay, bir memleket şarkısı yankılanıyorsa uzaklardan… Belki de bu gurbet, tamamıyla karanlık değildi.

Aynı işçi yurdunda kalan İtalyan arkadaşı hafta sonları kaldıkları barakada hiç görünmüyordu. Mustafa merakla hafta sonları ne yaptığını sordu. O da çiftliğe gidiyorum deyince merak etti.

Mustafa’nın içine yerleşen o merak, İtalyan arkadaşı Paolo’nun her hafta sonu işçi yurdundan kaybolmasıyla iyice büyüdü. Cumartesi sabahları, barakadaki herkesin uykusu henüz açılmadan, Paolo çoktan sırt çantasını omzuna almış, kapıdan çıkıp gitmiş oluyordu. Sessizdi ama yüzünde bir huzur vardı.

Mustafa bu durumu birkaç hafta gözlemledi. Sonunda bir Cumartesi sabahı, barakanın mutfağında çay içerken dayanamadı, gülümseyerek sordu:

“Paolo, sen hep nereye gidiyorsun hafta sonları? Seni cumartesiden pazartesiye kadar hiç görmüyoruz.”

Paolo, bir yandan çayını karıştırırken bir an durdu, başını kaldırdı ve tebessüm etti:

“Fattoria. Çiftliğe,” dedi yavaş bir Almancayla.

“Küçük bir yer. Ahır var, tavuk var, birkaç keçi… Bir Alman kadınının çiftliği. Gönüllü çalışıyorum.”

Mustafa’nın gözleri parladı. O anda çocukluğu gözünün önüne geldi.

“Çiftlik mi? Gerçekten hayvanlar falan var mı?”

“Evet! Tam senlik, Mustafa. Toprak, sessizlik, ağaçlar, temiz hava…”

“Sen neden gönüllü gidiyorsun?”

“Çünkü, ruhum orada dinleniyor, Mustafa. Ben şehirde doğdum ama orada nefes alıyorum. Hem yardım ediyorum, hem karşılığında peynir, ekmek, bazen de taze süt veriyorlar. Güzel insanlar var orada.”

Mustafa bir an düşündü. O dökümhanedeki boğucu havayı, işçilerin her gün aynı saatte aynı çizgide yürüyüşünü, barakaların içindeki yorgun sessizliği hatırladı. Sonra başını kaldırdı:

“Beni de götürür müsün bir gün?”

Paolo sevindi.

“Tabii! Yarın sabah 7’de tramvay var. Çiftliğe yakın bir durakta iniyorum. Gelmek istersen çizmelerini giy, biraz çamur olur ama değecek.”

Ertesi sabah Mustafa, uzun zaman sonra ilk kez sabah ezanı vaktinde uyanır gibi heyecanla kalktı. Eski botlarını giydi, ceketini aldı ve Paolo ile tramvay durağına yürüdü. Yol boyunca Paolo, çiftliğin sahibinden, oradaki işlerden, keçilerden, sabahki süt sağımından bahsetti. Mustafa hem heyecanlı hem tedirgindi.

Çiftliğe vardıklarında, yemyeşil bir vadinin içinde kurulu küçük bir yerleşim yeriyle karşılaştı. Tavuklar avluda özgürce geziyor, uzakta beş altı keçi oynaşır gibiydiler.

Yaşlıca bir kadın gülümsedi, elleriyle Mustafa’yı selamladı. Paolo onunla Almanca konuşurken, Mustafa çevreye bakıyordu. Burnuna toprak, saman, gübre ve taze ot kokusu gelmişti. Annesinin köydeki ahır kapısını açtığı anı hatırladı.

O gün keçi güttü, tavuklara yem verdi, bir ağacın gölgesinde dinlendi. Akşam olunca, çiftlik evinin camlı sundurmasında, ev yapımı ekmek ve keçi peyniriyle çay içtiler. Mustafa, yüzünü batmakta olan güneşe döndü ve iç geçirdi:

“Sanki çocukluğum geri geldi.”

Paolo, hafifçe gülümseyerek omzuna dokundu:

“İşte bu yüzden buraya geliyorum her hafta. Hepimiz biraz kayboluyoruz bu yabancı ülkede. Ama doğa, insanın içindeki evi hatırlatıyor.”

Mustafa o akşam barakaya döndüğünde yorgundu ama yüzünde uzun zaman sonra görülen bir sakinlik vardı. Gözlerini tavana dikti, içinden geçirdi:

“Haftaya yine gideceğim.”

Paola, Mustafa için çiftlik sahibiyle konuştu. Artık Mustafa hafta sonları bir atın tımarından tutun da gezdirilmesine kadar parasız bakımını üstlendi. Artık o günden sonra Mustafa da İşçi yurdunda tatil ve hafta sonları görünmez oldu.

Paolo, Mustafa’nın o ilk ziyaretinden sonra, onun gözlerinde parlayan ışığı hemen fark etmişti. Sanki yıllar süren gurbetin ve betonun altında ezilmiş o köylü çocuğu, bir anlığına yeniden doğmuştu. Mustafa’nın elleri keçilerin sırtında gezinirken titrememişti; samanla dolu çuvalları sırtlarken iç çekmemişti. Tam aksine, her hareketinde bir tanıdıklık, bir ev hali vardı.

Ertesi hafta, Paolo sessizce çiftlik sahibi Erika ile konuştu.

“Erika, Mustafa, hafta sonlarında burada kalmak istiyor. Bir de tatillerde mümkünse eğer.., O da toprağın çocuğu. Güvenilir biridir. Para istemiyor. Sadece nefes almak, toprakla konuşmak istiyor.”

Erika, kırışık ama sevecen yüzüyle başını salladı.

“Baksana Paolo, hayvanlar onu sevdi. Bu yetmez mi? Bırak gelsin, istiyorsa haftaya atı da ona bırakırım. Tımar etsin, gezdirsin. Ruhu biraz daha yumuşar.”

O gün, barakaya döndüklerinde Paolo haberi verdi:

“Artık seni bekliyorlar, Mustafa. At da senin sorumluluğunda olacak. Adı “Bruno.” Usul usul bir attır, ama zamanla seni tanır.”

Mustafa’nın gözleri doldu, belli etmemeye çalıştı.

“At mı dedin? Gerçekten mi?”

“Evet. Ama önce onu yavaş yavaş tanı. Korkutma, sabırlı ol.”

O hafta sonu Mustafa, tramvayla sabah erken yola çıktı. Normalinde bisiklet ile de gidilirdi… Elinde küçük bir bohça, içinde sadece ekmek, biraz peynir ve anasının Almanya’ya gelişinden önce ördüğü eski yün atkı.

Çiftliğe vardığında, Bruno onu bekliyor gibiydi. Gözleriyle onu süzdü, yavaşça yaklaştı. Yelesini ve boynunu okşayıp alnına elinin sıcak ayasıyla dokundu.

“Selam Bruno arkadaş… Ben geldim.”

Artık her hafta sonu Mustafa oradaydı. Sabah erkenden gelir, Bruno’yu tımar eder, sonra onu tarlaya doğru gezdirirdi. Bazen bir ağacın altında birlikte dinlenirlerdi. Bruno kafasını Mustafa’nın omzuna yaslar, Mustafa da çocukken köydeki doru ata anlattığı masalları anlatırdı:

“Bizim oralarda dere kenarında gezerken, tarlanın içinden geçerken annem uzaktan seslenirdi: “Oğlum, yemeğini unutma! Ama şimdi kimse seslenmiyor, Bruno. Neyse ki sen varsın.”

Çiftlik sahibi Erika, uzaktan onları izlerken Paolo’ya fısıldadı:

“O çocukta bir şey var. Atla sanki konuşuyor. Dilleri başka ama kalpleri aynı.”

Zamanla barakadaki işçiler merak etmeye başladı.

“Mustafa nereye kayboluyor her hafta?”

“Bir kız ya da karı peşinde mi yoksa?”

“Yok yahu, çiftliğe gidiyormuş. At bakıyormuş, keçilerin sütünü sağıyormuş.”

Kimisinin aklı ermedi, kimisi gülüp geçti. Ama Mustafa artık hafta sonları işçi yurdunda görünmüyordu. Gri duvarlar, rutubetli koridorlar ve demir kokan barakalar onun için geride kalmıştı.

Bruno ile toprakla, sessizlikle buluştuğu o çiftlik, onun gurbet içinde bulduğu bir cennetti.
Bir gün Paolo, Mustafa’ya dönüp sordu:

“Peki şimdi hafta sonları daha mutlu musun?”

Mustafa gözlerini Bruno’ya çevirdi, atın yelesini düzeltti, sonra gülümsedi:

“Ben artık hafta sonlarını gurbet günü olarak saymıyorum Paolo. Çünkü sonunda beklediğim günler değil, beni bekleyen bir dostlar var.”

Mustafa, izne çıkacağı sabah çiftliğe uğramış, vedasını sessizce yapmıştı. Bruno’nun yelesini tararken, atın gözleri gözlerine takıldı. Derin, sabırlı ve biraz da kırgın bakıyordu. Elini atın alnına koydu, alnını yasladı:

“Gidiyorum be dostum. İki ay… Söz, döner dönmez yine buradayım. Senden başka doğru dürüst vedalaşacak kimsem yok. Köyde anam var ama burada sen varsın.”

Köpek Lupo kuyruğunu yere vura vura yanına sokulmuştu. Keçi Mimo da öbür yandan Mustafa’nın paçasını kemirir gibi çekiştiriyordu.

“Siz de mi anladınız? İnsanın konuşmasına gerek yok ki bazen…”

Paolo, tren garına kadar onu uğurlamıştı. Mustafa trenin penceresinden dışarı bakarken içinden geçirmişti:

“Bıraktığım yalnızca bir şehir değil. Bir çiftlik. Birkaç hayvan dostum. Ama en çok içimdeki sevgimi bırakıyorum.”

Mustafa gittikten sonra çiftlik sessizleşti. Erika, sabahları Bruno’yu ahırdan çıkarmak için kapıyı açtığında, at birkaç adım atıp duruyor, başını çevirip kapıya bakıyordu. Paolo geldiğinde Lupo hemen yanına sokuluyor, onu kokluyor ama beklediği kişi olmadığını anlayınca hüzünle geri çekiliyordu. Keçi Mimo ise Paolo’nun bacağını dürtüp “nerede o diğer adam” der gibi meleyip geçiyordu.

Erika bir gün Paola’ya döndü, samanlıkta çalışırlarken:

“Hayvanlar alışmış ona. Bruno sabahları artık aynı hevesle dışarı çıkmıyor. Bir şeylerin eksikliğini hissediyor.”

Paolo başını salladı, iç geçirdi.

“Eksik olan Mustafa. Sessizdi ama hepsiyle ayrı ayrı konuşurdu. Keçiye masal anlatırdı, Lupo’ya türküler mırıldanırdı. Atla da… sanki başka bir dilden konuşuyordu.”

Bir pazar sabahı, Bruno ansızın ahırın kapısına gelip durdu. Kapı kapalıydı ama burnunu sürtüp bir ses çıkardı. Ardından başını yukarı kaldırıp kısa bir kişneme bıraktı. Lupo, avludan havlayarak geldi. Mimo da uzaktan meleyerek yaklaştı.

Erika pencereden onları izledi. Gülümsedi ama gözlerinde bir buğu oluştu.

“Paola… O çocuk bu hayvanlara sadece yem vermedi. Kalbini verdi. Onlar da onu bekliyor şimdi.”

Paolo gülümsedi.

“Dönecek. Hem de daha güçlü, daha mutlu. Çünkü artık bu gurbetin içinde bir kök buldu kendine. Ve o kökün adı: dostluk.”

Mustafa, gurbetin ağır gri sokaklarına yeniden adım attığında, üzerinde memleketin güneşi, burnunda köyün toprağı, dilinde anasının son duası vardı. Ama bu kez dönüş, iç sıkıntısıyla değil, içten bir kavuşma hissiyle doluydu.

Çalışmaya başladığı hafta boyunca sabahları işine gitti, ama aklı cuma günündeydi. Cuma öğle paydosunu beklerken, kalbi güm güm çarpıyordu.

Zil çalınca hiç vakit kaybetmeden iş kıyafetlerini değiştirdi. Barakadaki küçük odasında köyden getirdiği şalvarımsı pantolonunu, eskimeye yüz tutmuş ama hâlâ annesinin kokusunu taşıyan yeleğini giydi. Bisikletini baraka duvarından alıp yola koyuldu.

Her pedal çevirdiğinde, kalbi biraz daha hızlandı. Yol kenarındaki ağaçlar, birden daha yeşil göründü gözüne. Ufukta çiftlik görünmeye başladığında derin bir nefes aldı. Rüzgarın taşıdığı saman kokusu, ona çocukluğundaki tarlaları, yaylaları, sabah serinliğini hatırlattı.

Çiftliğe yaklaştıkça garip bir şey fark etti. Bahçenin ortasındaki meydanda Bruno, Lupo ve Mimo onu bekliyordu. Sanki biri onlara “bugün Mustafa gelecek” demişti. Bruno, başını kaldırmış uzaklara bakıyor; Mimo inatla taşların üstünde zıplayarak meleyip duruyor; Lupo kuyruğunu yere vuruyordu.

Mustafa, bisikletini kenara bırakıp ilk adımını toprağa attığında dizlerinin bağı çözüldü. Eğildi, avucuyla bir avuç toprak aldı.

“Selam sana, kara toprak… Özledim seni.”

Bu sırada Bruno kişneyerek ona doğru geldi. Mustafa, iki kolunu açtı, at yaklaştı ve başını Mustafa’nın göğsüne yasladı. O an hiçbir söz gerekmedi. Lupo havladı, dönüp dönüp Mustafa’nın etrafında koşmaya başladı. Keçi Mimo da gelip paçasını çekiştirdi.

Mustafa gözlerini kapadı.

“Döndüm arkadaşlar… Vallahi döndüm.”

Çiftlik sahibi Erika hanım, uzaktan onları izledi, elinde bir kahve tasıyla Paolo’ya dönüp gülümsedi:

“Demiştim sana. Onlar duyar. Kalpten giden her şey bir şekilde duyulur.”

Mustafa o günün sonunda, çiftliğin arkasındaki tepenin yamacına çıktı. Toprağın üzerine bir mektup bıraktı. Küçük bir taşla üstünü örttü. Mektubun üstüne tek bir cümle yazmıştı:

“Siz susarak beklediniz, ben koşarak geldim.”

Akşam olduğunda Mustafa camlı sundurmada otururken, Lupo ayaklarının dibine kıvrıldı, Bruno ahırda huzurla yemini çiğniyordu. Mimo ise hâlâ inatla verandanın basamağında uyumaya çalışıyordu.

Mustafa gülümsedi, başını göğe kaldırdı:

“Burada bir evim yok belki. Ama yuvam var. Yuvanın duvarı olmaz. Kalp varsa, dost varsa, orası yuvadır.”

Sevgi yüreklendirir, gerçek seven dil, din, milliyet, cinsiyet, insan ve hayvan ayırmaz. Sevgi hiçbir ücret istemez ve karşılıksızdır diye düşündü Mustafa.

Çiftlik sahibesi Erika, bu durumdan çok etkilenir ve Mustafa’nın tavrını beğenir. Onu çiftliğin bakımı için ve kendisiyle hayvanlarına candan bir dost olarak görür ve yanına alır.

Mustafa çiftliğe her gelişinde biraz daha oraya ait olmaya başlamıştı. Artık sadece Bruno’yu tımar etmiyor, sabah erken kalkıp hayvanların yemini hazırlıyor, Erika’yla birlikte çiftlik muhasebesini bile yapıyordu. Dürüstlüğü, işine olan bağlılığı, sessizce ama derinlemesine konuşan hâli çiftliğin her köşesinde hissedilir olmuştu.

Erika, bir akşam camlı sundurmasında oturup çay içerken şu sözleri söyledi:

“Mustafa… Senin gibi iyi kalpli bir insan çok az bulunur. Sevgi sende laf değil, hayat olmuş. Ne hayvanları ne de insanları ayırdın. Hiçbir karşılık beklemeden sessiz sedasız işini yaptın. Bu çiftlik senin de yuvan artık.”

Mustafa gözlerini kaçırdı, hafifçe başını salladı.

“Ben hep huzurlu bir yer aradım. Ama buraya kalbimle yerleştim, Erika Hanım.”

Erika başını salladı, gözleri dolmuş gibiydi.

“Sevgi yüreklendir, Mustafa. Gerçek sevgi ne din tanır, ne dil, ne de cinsiyet. Sevgi, yalnızca içimizdeki insana bakar. Sen bunu bana ve bu hayvanlara gösterdin.”

Mustafa artık barakaya dönmüyordu. Erika çiftliğin arka tarafındaki eski ama sağlam taş evin bir kısmını onun için düzenlemişti. Tahta tavanlı, küçük pencereli, sobası sıcacık yanan o oda Mustafa’nın yeni evi olmuştu.

Zamanla Erika’nın tek kızı Karolina da çiftliğe daha sık gelmeye başladı. Üniversiteyi bitirmiş, şehirde yaşamıştır ama annesinin yanında huzur buluyordu.

Mustafa ile Karolina’nın ilk sohbeti hayvanlar üzerine oldu, sonra diller karıştı, kelimeler çoğaldı. Mustafa ona;

“Bruno ile konuşmak için kelime gerekmez” dediğinde Karolina gülmüştü.

Bu arada Mustafa, Karolina’ya Türkçe birkaç kelime öğretmişti.

“Merhaba, nasılsın?” deyince Karolina heyecanla tekrar etti:

“Mehaba, nası…sıhn?”

İkisi de kahkahaya gark olmuştu. Aralarında doğan o dostluk, zamanla daha da derinleşti.

Bir yaz sabahı Erika, sundurmada otururken Mustafa’yı çağırdı.

“Karolina ile konuştuk. Senin kadar böyle uyumlu, dürüst, sevgi dolu biri daha olmaz, dedi. Ben de kalbimi dinledim. İzin verirsen… seni artık gerçekten bu ailenin bir parçası yapmak istiyoruz.”

Mustafa söylenecek başka bir kelime bulamadı. Sonra yavaşça başını eğdi:

“Bana, gurbeti böyle unutturacak bir teklif duymadım. Yuvanız yuvam oldu. Aileniz de ailem olsun.”

Düğün sade ama içten oldu. Türkiye’deki köyünden gelen baba Mahmut Bey ile anne Hatice Hanım, Karolina’ya ellerini öptürdüler. Karolina da onlara Türkçe:

“Hoş geldiniz, annem, babam…” dediğinde Fatma Ana gözyaşlarını tutamadı.

“Kızım benim…” deyip Karolina’ya öyle bir sarıldı ki, kızın her hücresine kalpten gelen sevgiler geçti.

Zaman geçti. Karolina ve Mustafa’nın çocukları çiftlikte büyüdü. Kızları sabah Bruno’yu gezdirirken oğulları Lupo’yla dere kenarında koşardı. Mimo’nun yeni yavruları bile çiftliğin neşesi olmuştu. Mahmut Bey ve Hatice Hanım zaman zaman gelip torunlarına köy hikâyeleri anlatırdı.

Karolina da artık onlara Türkçe olarak “Çay koyayım mı?” diye sorardı.

Erika bir gün cam balkonda otururken Mustafa’ya döndü:

“Bu çiftlik eskiden yalnızca bana aitti. Şimdi seninle gerçek bir yuvaya dönüştü. Sevgiyle sulanmış bir toprak, her şeyi yeşertiyor Mustafa. En çok da insanı.”

Mustafa başını salladı, uzaklara baktıktan sonra;

“Sevgi, toprağa düşen yağmur gibidir Erika anne. Her yere eşit düşer, ama tutunacağı toprak yürektedir.”

Halil GÜLEL
Düsseldorf



Paylaş:
5 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

5.0

100% (1)

Yabanda geÇirdiğim en mutlu günüm Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Yabanda geÇirdiğim en mutlu günüm yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
YABANDA GEÇİRDİĞİM EN MUTLU GÜNÜM yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Etkili Yorum
neneh.
neneh., @neneh-
23.4.2025 23:23:47
Muhteşem bir hikâye.Bir kaç defa okudum.Sevgi, vefa ve duyarlı bir yaşam.Memlekete özlemi gurbette gidermenin yolu anlatılmış.Severek okuduk.Üstadı selamlıyorum.Sağlıcakla.Saygıyla.
Gönül Pınarı
Gönül Pınarı, @gonul-pinari
22.4.2025 05:55:14
5 puan verdi
Azmin ve sevginin gücü kutluyorum. Güzeldi.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL