3
Yorum
6
Beğeni
0,0
Puan
398
Okunma

Bizler o devasa modern şehirleri, medeniyetin en büyük göstergesi olarak kabul ederiz. Yüksek binaları, ışıl ışıl yolları, her an bir yerlere yetişen insan kalabalıklar, İlk bakışta da görüldüğü gibi oralarda hareketin hiç bitmediği o hayatın hız kesmediği bir dünya gibi görünüyor olması. Ancak bu devasa yapılar arasında kaybolmuş, bir noktadan diğerine savrulan o insanlar, aslında hiç olmadığı kadar yalnızdırlar.
Eskiden şehirler onda yaşayan toplulukların bir nevi ruhunu taşırdı. Dar sokaklarda yankılanan çocuk sesleri, kapı önlerinde yapılan sohbetler, birbirine karışan yemek kokuları bir aidiyet hissi yaratırdı. Şehir, insanın evi gibiydi. Şimdi ise dev gökdelenler arasında gökyüzünü göremeyen, birbirine selam vermeyi unutan insanların yaşadığı bir labirente dönüştü. Komşuluk ilişkileri öldü, sohbetler ekranlara hapsoldu, dostluklar ise vakit bulunamadığı için adeta zamansızlığa kurban gitti. İnsanlar artık sadece birbirinin yanındalar ama birbirinden uzak yaşıyor.
Şehirler büyüdükçe, içindeki insan küçüldü. Toplumun bir araya gelmesini sağlayan mahalle kültürü, yerini bireyselleşmeye bıraktı. Eski zamanlarda bir dostun kapısını çalmak doğalken, şimdi haber vermeden yapılan bir ziyaret rahatsız edici bulunuyor. Eskiden çeşme başında paylaşılan su, şimdi damacanalarla evlere kapanmış durumda. İnsanlar birbirine muhtaç olmadan yaşamayı bir başarı olarak görüyor, oysa belki de en büyük kayıp burada yatıyor.
Yolları genişlettikçe mesafeler sanki dahada uzadı, ulaşım kolaylaştıkça insani ilişkiler çok daha zorlaştı. Bugün şehirde belki bir çoğunun arabası var, ama neredeyse hiç kimseler birbirine ulaşamıyorlar. Binalar yükseldikçe insanın gökyüzüyle olan bağı koptu sanki. Bir zamanlar yıldızları izleyerek hayal kuran çocuklar, şimdi devasa reklam panoları arasında büyüyor. Teknoloji ilerledikçe iletişim koptu, herkes birbirine daha çabuk ulaşılabilir oldu ama kimse kimseye gerçekten dokunamıyor.
Şehir, insana başlangıçta sunduğu her şeyi birer birer geri alıyor. Onu daha güçlü kılarken, aynı zamanda en büyük zayıflığını yaratıyor: Yalnızlık. Kalabalıklar içinde kaybolmuş, yüzlerce insanla iç içe yaşarlar ama kimseyle derin bir bağ kuramayan bireyler yetiştiriyorlar. Şehir, insana kendince özgürlük sunduğunu vaat ediyor, ama aslında onları kalın beton duvarların içine adeta hapsediyor.
Peki çare ne, şehri terk edip köye dönmek mi, belki ama esas mesele, nerede yaşadığından çok nasıl yaşadığındır. Belki de esas unuttuğumuz şey bizlerin birbirlerimizin varlığına ihtiyacımız olduğu gerçeğidir. Kapılarımızı, gönüllerimizi, sözlerimizi yeniden birbirlerimize açmadıkça, şehir ne kadar büyürse büyüsün, içindeki insan hep eksik kalacak.
*
Mehmet Demir
2425