0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
226
Okunma
Fırat’a ulaşmak zahmetli, zor ve yorucuydu. Eşek sırtına kabak ya da bakır maşrapalar, büyücek toprak testiler gibi su konabilecek ne varsa, iki yanlı, dört altı gözlü heybelere tepiştirilip bağlanır, saylakların ( hafif engebeli olup geniş alanlar kaplayan düzlük kayalık) düzlüğünde yol alarak, yaz boyunca kurumaya yüz tutup kokuşan, kurtlu yağmur sularının dibinde çamurlaştığı sarnıçları geçerek, beş altı yaşlarında olan Recep; ağası (abisi) ile, Fırat’a kıyısı olan ‘Ayni’ köyüne doğru yollanırlardı. ‘Ayni’ köyünün hemen dibinden Murat (Fırat) nehri geçer, yaz sonu, sonbahar mevsiminden kış yağışlarına kadar daha durgun, daha da arınmış akardı. Bahar aylarının çamurlu, çağıldayan azgın nehrinin yerini; daha da uslanmış, suyu azalmış, mavi yeşil arası renkte, neredeyse her dönemeçte, her oyukta, ortaları içe doğru konik güçlü girdapların oluştuğu dev bir nehir alırdı. Ülkenin en uzun ve geniş akarsularından biriydi. Denirdi ki; ta Munzur dağları civarlarından doğup, üç bin kilometre yol alıp, Basra körfezinin Irak yanından denize kavuşurdu. Bilinip görülürdü ki; dana büyüklüğünde yayınlar, kuzu büyüklüğündeki şabıt balıklarının, baltalarla parçalanarak satıldığı köylülerce anlatılırdı. Ayaklarını basıp dengede duracak kadar, düzlük kayalardan taşların ve suya uzanmış söğüt dallarının üzerinden eğilinir, kuru oyuk kabaklarla kapları doldurur, üç beş eşeğin katırın oluşturduğu kervan ile, küçük zikzaklı, taşlı, kayalık yoldan tepelere, geliş yoluna doğru uysal uysal çıkar, kuşluk vakti olmadan köyleri Cibin”in yolunu tutardılar. Haftada iki üç tekrarladıkları bu su taşıma işi sıkıcı ve yorucuydu. Ne çare ki, zorunluydu. Çok eskilerden kalma oldukları söylenen tarihî oda büyüklüğündeki kayadan oyulmuş serniçlere (sarnıçlara); yağmur suyu çizgi çizgi, incecik oluşturulmuş kanallarınca suyu biriktirilip, kış ve bahar süresince ağzına kadar doldurulan, üzerleri iri taşlarla kapatılıp yaz başlangıcından sonra sırasıyla açılarak, köylünün su gereksinimleri sağlanırdı. Yaz ayları cehennem gibi sıcak olurdu. Toprak; koyu kırmızı, ele ayağa bulaşmaz, düz kayalıklardan arta kalan yerlerde ise bu topraklarda bölgenin en iyi üzüm bağları, çeşitli üzümlerinin yanı sıra fıstıklıklarında Antep fıstıkları yetiştirilirdi. Az da olsa bu yıllarda geçimlerini sağlayacak ürünler ile susuz yetişebilen her ne varsa ekip dikerlerdi köylüler. Ak darılar, küncü(susam), arpa gibi sadece bahar yağmurlarıyla yeşerip hasada evrilen hububatlar. Sonrası dayanabildikleri ölçüde taban suyu olmadan verime giden bitkiler.
Dört-beş kilometre uzaklıktaki bu su yolu, çaresiz içme suyu gereksinimlerini karşılamak için aşılmaya zorunluydu. Analar, getirilen suları büyük toprak küplere aktarırlar, oradan da taslarla testi ya da maşrapalara koyup yeme içmelerde, kimileyin de el yüz yıkamada kullanırlardı. Babaları, onlar daha küçük birer çocukken ölmüş, Yedi çocuk yetim kalmışlardı. Anaları erken zamanlarda yedi çocuğuyla dul kalmış, geçimleri için dört erkek çocuk çevre köylerde küçük yaşlarda iş tutar olmuşlardı. 1920 ile 1950 li yıllarda köylünün geçim kaynağı genellikle çevre köylerden alış verişlerle sağlanırdı. Kömürcülerin katır sırtlarında getirip bıraktıkları odun kömürü çuvalları hayvanlara yüklenilir, akşamı hava kararıncaya değgin, çevre köylerde köy meydanlarına varıp, kimine peşin, kimine parasını sonra vermek üzere, kimilerine de karşılığı buğday, nohut mercimek, arpa gibi ölçü taslarıyla ölçüp, dolusunu torbalara koyup, heybelere yerleştirip, köylerinin yolunu tutardılar. Başkaca önemli bir iş kolları daha vardı. Çok eski birErmeni-Türk köyü olan Cibin köyü (sonradan adı Cibin İslâm Köyü, daha sonra Saylakkaya köyü) Ermenilerle Türklerin bir arada uzun yıllar yaşadığı ve farklı beceri, zenaatların oluşup kaynaştığı yerleşim yeriydi. İlginçtir; yöredeki köylerden bazılarının Türk-Kürt, bazılarında ise sadece Kürtlerin yaşadığı köylerdi. ‘Kurunun yanında yaş da yanar’ atasözünün anlamlı örneklerinden biri olarak; Osmanlının son dönemlerindeki birinci dünya savaşı yıllarında Ermeniler, yer yer Ruslar ve batılı emperyalist ülkelerce özellikle İngilizlerce kışkırtılıp Hınçak, Taşnak gibi çoğunluğu ülke toprakları dışında oluşturulan savaşçı ağır silahlı Ermeni gruplar (çeteler) oluşturulmuş, Anadolu’nun pek çok yerinde, özellikle Doğu Anadolu taraflarında insanlar birbirlerini vahşıce kanlı biçimde katletmişlerdi. Bu çeteleşip ele geçirme, toprak elde etme iç savaşı sonucu; Osmanlı devleti, ‘tehcir’ kanununu çıkarıp(1915), zorunlu olarak Ermenileri Anadolu’nun dışına sürmüşlerdi. Bu köydeki aileler ise ergen, erişkin kız çocuklarından bir kısmını, yollarda başlarına kötü bir şeylerin gelmemesi amacı ve düşüncesiyle, köydeki Türk komşuları veya dostlarına emanet ederek (belki döneriz umuduyla), Suriye’nin çeşitli büyük şehirlerine doğru küçük kervanlarla yol alı,p göç etmişlerdi. Bu kız çocukları daha sonra Türk ailelerce sahiplenilip, kendi çocukları ile evlendirilmiş ve yuva kurarak çoluk çocuğa karışmışlardı. Annesi bu kızlardan biriydi ve babası ile evlendirilip müslüman yapılmış, çoluk çocuğa karışmışlardı. Elbette ki çok zor, çok acımasız, çok başıboş yıllardı.
Bu değişik kültürlerden edinilen mesleklerden biri, şimdilerde ekmek paralarını elde ettikleri yün ve yapağı kök boyama işiydi. Tek taşıma araçları yine eşeklerdi, atlardı, katırlardı. Bu kez köyün orta yaşlı ve yaşlı kadınlarından bazılarıyla boya malzemeleri, karıştırma sopalarıyla heybelere yüklenir köylerde gezinilir ve o köylerde sanki zamanı, kuralları konmuşçasına kazanlar kurulur, altına çalı çırpı veya odunlar yakılarak, renk renk belirlenmiş olan kazanlara yün çileleri banıp, kaynatılıp iplere, tellere asılırdı. Bundan ötesi işi yaptıran köylülere aitti. Renk renk giysilerin, kilimlerin ham ipliklerinin hazırlanışı, bu alışverişler ve emekler sonrası oluşturulur. Köylerindeki ev tezgahlarında dokunarak mamul duruma getirilirdi.
Evet yokluk vardı, ama çok güzel dostluklar da vardı. Hatırlar sayılırdı. Kimse kimsenin malına, cebine, namusuna kolay tenezzül etmezdi. Yoksulluk ve yoksulca yaşamak çok fazlaydı, ancak; edebiyle, saygılı, yaşam ilişkilerinin insanın insana muhtaç olduğunu bildikleri yıllardı. Erken ölümler oldukça çoktu. Hastalıkların sağaltımı, uzaktaki Berecik (Birecik) ilçesinde yapılıyordu. Halfeti’ye ‘Halfet’ denirdi ve o zamanlar nahiye (bucak) idi. Ulaşım; önceleri eşek, katır, at sırtında, sonraları da sabahları doluşulup, akşamları dönülen, Fırat kıyısından döne döne kıvrılıp tepelere tırmanılan toz toprak yollarda ve benzinli kamyonların kasalarında, güneşin alnında, havadar yapılırdı. Bir olay, bir haber, kulaktan kulağa, çoğu kez şekil değiştirerek ulaşırdı. Bu tür dıştan gelen haberlerin pek çoğunu, seyahat edip de komşu illere işi gereği gidip gelenlerden duyarlardı, sonra da merak edip soranlara, kendilerini de olayların kıyısına iliştirip, yayarlardı. Gazete bir lükstü. Radyo falan yoktu. Yazılanların tarihi geçmiş de olsa oldukça kıymetliydi. İletişimin zor sağlandığı, araçların kıt kanaat olduğu dönemlerdi.
İkinci dünya savaşının tüm dünyaya getirdiği yokluk ve kıtlık yıllarıydı. Türkiye; tam sınırlarında bir yerde, ipten dönen ülkelerden biri gibiydi. Ancak; kendi yağında kavrulan, temel gıdaların karne ile kişi başı hesaplanarak dağıtımının yapıldığı zamanlardı. Bazı varlıklı ailelerin o zamanları anlatışları, yönetimin sıkı uygulamalarına karşı, müthiş propaganda içeriyordu. Evlerinin bir damında sakladıkları tahıl, kuru üzüm, fıstık, pekmez, pekmezli gıdalar, bakliyat gibi gıda ürünlerinden oluşan çuvallara, denklere, halka dağıtılması için el konulduğunda, feryat figanlar içerisinde karşı çıkıp, her çeşit bedduaları ediyorlardı varlık sahibi insanlar. Belki de haklılardı. Ancak; insanlar açlıktan kırılırken, bir kısım insanların stok yapıp kendini koruma altına alması, yağmalara ve katliamlara yol açabilirdi. Diğer yandan köylüler sessizce, göz çukurları gıdasızlıktan çökük biçimde olanları seyrediyor, dinliyorlardı. Bu; hemen her kıtlık dönemleri öncesi ve sırasında olan gereksinimlerinden çok daha fazla, gıda ürünlerinin bencilce biriktirilip, kendileri için saklanması olayıydı. Kimse varlığından varlıksıza ödün vermezdi. Geleneksel yardımlaşma ve iyi niyetin yerini, varlıklı olmanın bencilliği alırdı. Bu, dünyanın her yerinde, her zaman aynı olan şeyler değil miydi?..
Büyük ağabey, şiddetli bir burun kanamasından sonra Berecik’e katır sırtında yetiştirilemeden göçüp gitti başlarından, aralarından. Aile; üç kız, üç oğlan, bir de anaları, bir başlarına kaldılar. Her yanı taşlık olan köylerinde kışın sokak araları çamurdan geçilmezdi. Evler çoğunlukla tek katlı taş yapılı, üzerleri her yıl bahar ve sonbaharlarda silindir taş loğlarla loglanıp, yağmur suyu geçirgenliğini önlemek amacıyla sertleştirilirdi. Hemen tüm taze ürünler damlarda güneş ısısıyla kurutulur, yaz aylarının gece sıcaklarını savuşturmak için damlara tahtlar ya da Kızılderili çadırlarına benzeyen etrafı üzüm bağı yapraklı dallarıyla sarılı ‘haymalar’ kurulur, oralara yataklar serilip uyunur ve erkenden gün ışımadan kalkılır, tarlaya, bağa, fıstıklıklara gidilirdi. Kış ayları; sıkış tepiş bir arada, bir odada sadece su küpünün yakınındaki ocağa çalı çırpı veya bağ, fıstık odunu konup yakılarak ısınılırdı. Aynı odanın hem dış, hem iç arka yanındaki kapıdan ahıra girilir, inek ve danaların bakımı da öylece yapılarak hep birlikte yaşanırdı. İnsanlar; kapalı ayrı tuvalet yerine, ağıl dedikleri üstü açık, her yanı sıkça, eski-yeni dışkı ve çiş birikintileriyle kaplı, boş buldukları yere çömelip gereksinimlerini giderdikleri yıkık dökük ağıllar vardı.. Üzerine yağmur yağar, kar yağar, yazın kara sinekler, kışın yağışlar ne kadar temizleseler de açık hava, her şeyin yerlerde yayılık olduğu ağıl tuvaletine insanları zorunlu kılardı. Köy yerleşim yeri elle kazılacak kadar yumuşak toprak değildi. Zor zahmet deşilebilen taşlık, kayalık arazi yapısıydı. Zaten bahar ve yaz ayları, ‘yazıda’ (kırsala verilen ad) geçerdi ve her yere çömelinebilinirdi.
Cumhuriyet kurulmadan önce Osmanlı döneminde, çocuklara; köyün iki üç ayrı yerinde sağlık, İngilizce, Arapça gibi eğitim veren odaların olduğu söylenirdi. Bunlardan birinin Amerikan koleji bünyesinde eğitim verdiği de bilinirdi. Ermeni tehciri sonrası sadece Türklerin yaşadığı köyde, cumhuriyetin ilk yıllarında gönüllü eğitmenlerin verdiği Türkçe konuşma ve yazma ile matematik gibi derslerle, köylü kendi çabalarıyla, bir aydınlanma dönemine adım atıyordu. Meraklı ve ilgiliydiler. O yıllarda evin büyük oğlu olarak sorumlu kalan Recep, bu eğitimi veren eski kiliseden bozma papaz odacıklardan birinde köylülerinden Kâhko amcadan üç yıl veya beş yıl sürebilen ilk eğitimini aldı. Pek çok çocuk ve genç, okuyup yazabiliyor, hesap işlerini yapabiliyorlardı. İnsanlar yaşamlarını şekillendirecek uğraşlar içinde debelenip, çabalıyorlardı. Duyumlar ışığında büyük bir atılımın yürütüldüğü dönemin içindeydiler. Yoksulluğun üstesinden gelmenin ne denli zor olduğunun bilincindeydiler. İnsanlar güneşe dönüp ısınır gibi, devlet kapısına yönelik aç kalmama, iş edinme, üretme gibi kaygıları taşıdıklarından, bu eksende çalışıp didiniyorlardı.
Kulaktan kulağa yayılan duyumlar; kasabalarda, köylerde, özellikle ergen aklı başına henüz gelen çocuklarda, gençlerde bir heyecan yaratıyordu. Bazı illerde yeni yeni okullar açılıyordu. Bünyelerine kabul ettikleri çocukları, yedirip, içirip, giydirip, her türlü eğitimi verip üretken yapıp Anadolu’nun her yerine, köylere ya da köylerine bilgi saçan eğitmen ve öğretmen yetiştiren, yepyeni okullardı bunlar. Elbette ki ilgili olarak hemen her yurttaş, bu konuyu irdeleyip araştırma yoluna gittiler. Duyumlarının doğru olduğunu, bu kurumların Anadolu’da yaygınlaşarak artacağı vurgulanıyor, büyük bir heyecan ile çocukların düşlerine giriyor, istek ve arzuları kabarıyordu. Bu arayış; kim bilir açlığı yok etmek mi, üst baş giyinip dış şartlardan korunma mı, öğrenip meslek erbabı olarak para kazanma mı, hizmet ederek ulusu, devleti ayağa kaldırmak mı gibi gibi duyguları içinde, köy çocuklarınca eğitim merkezleri soruşturuldu, araştırıldı ve en yakın ‘ Köy Enstitüleri’ bulunup kararlar kılındı.
Kahverengi takım elbisesi; kruvaze yakalı ceketi, kömür ütüsüyle çizili pantolonlu, sarışın mavi gözlü, heyecan dolu yüreğiyle göğsü kabarık bir öğretmenin anılarına dokunmak, ele geçmez öyküleri dinlemek demekti. Yıllar sonra kutsal bir amaç olan memleket kalkınması uğruna eğitimlerini almış, her yana bilgi ve eğitim vermek amacıyla dağıtılmış bu insanlar, ülkenin yoğunlaşmış heyecanlı dönemlerinde, özellikle köylülere üretkenlik, iş yapabilirlik, iyi yaşam koşullarını öğretmeye, aşılamaya başlamışlardı. Aşı tutuyordu. Yaprak yaprak, çiçek çiçek, ürünler toplanmaya başlıyor, kalkınmanın, köylerden kentlere doğru bir plan üzerinden yürütüldüğü zamanlar, ülkelerine yurttaş olmanın verdiği hırs ve sevgiyle görevlerini huzur içinde yerine getiriyorlardı. Geride bıraktıkları zorlu dönemlerin izlerini, yalnız kaldıkları her yer ve zamanda belleklerinde yaşıyor, eş, dost ve aile bireylerine aktarıp, nasıl o yolları aştıklarını, gözleri uzaklara dalarak anlatıyorlardı:
“Köyden ilk çıkışımdı. Diğer köylerden katılımlarla büyüklü küçüklü, beş altı kişi olmuştuk. En yakın Köy Enstitüsü, Malatya iline bağlı ‘Akçadağ Köy Enstitüsü’ydü. Uzakça bir yerdeydi. İki yüz elli, üç yüz kilometre kuzeyde olan, Malatya ilinin Akçadağ ilçesine gidip okula kayıt yaptırarak, kabul görüp okumaları gerektiğine kanaat getirip bu düşünce ile birleştiler. Yollara koyulma zamanını belirleyip, aralarında ulaklarla sözleştiler ve gidecekleri günün düşlerini kurmaya başladılar. Yaklaşık bin dokuz yüz kırk iki yılıydı. Üstte yok, başta yok örneği, salt yaşamımızı sürdürecek kadar ekmek ve azıcık katık ile besleniyor, üst baş yırtık pırtık, yamalı, torba gibi olan ince çuval bezi gibi malzemelerin kumaşından elle dikilmiş pantolonlarımızın beli çoğunlukla çaput veya ince kendir urganıyla bağlıydılar. Çubuk desenli, yakasız keten köyneklerimiz (gömlek) ile yamalı ceketlerimiz ya da analarımızın ördüğü bezelmiş, yıpranıp delinmiş, yün kazak, hırka gibi üst başlarımızla kapağı okula atacak, devlet kapısından medet umacaktık. Duyulup, konuşuluyordu oraların yaşam biçimi. Kararlaştırıp Halfeti’de buluştuk. O gece oradan birilerinin evinde misafir olup sabah erkenden yola koyulacaktık. İçimizden abi sayılacak birinin rehberliğiyle yollara düşecek, kâh bulduğumuz yerde at arabalarına, kâh uzunca yollardan yaya geçerek erişecektik okula. Hepimizin biricik dileği; okula yazılmaktı.
Sabah erken saatlerde uyandırılıdık. Bulgur çorbası yapmışlardı. Islatılmış yufka ekmekle sıcak çorbayı kaşıkladık, karnımız tok yollara revan olduk. Evlerimizden temin ettiğimiz azıklarımızı küçük omuz heybeleriyle sırtlanıp, tepedeki evlerden Fırat’ın kıyısındaki sallara vardık. Yer yer nehir kenarlarında karşıya geçmek isteyen insanlarla, yük arabalarının nakliyesi, bir para karşılığı, çoğu pazarlık yapılarak salcılarca yapılmaktaydı. Ustalaşmış bu salcıların küreğe benzer uzunca sopalarıyla, salın iki yanından akıntıya göre ileri geri manevralarıyla karşı yakaya yol alınırdı. Kışın oldukça zorlanırdı bu yol. Diğer aylarda Fırat’ın durgun akmasıyla daha kolaylaşırdı salcıların işi. Murat veya Fırat boyunca pek çok yerleşim yerinde salcılık yapılırdı. Salların kimi korkuluksuz, kimi kenarları korkuluklu diz seviyesinde, altları dallar, tahtalar ve direklerle beslenen orta büyüklükte taşıma araçlarıydı bunlar. Nehir boyunca hemen her yerleşim yerinde bu tür sallar ve salcılar vardı. Doğal olarak büyük yerlerin, ticareti daha fazla olan yerlerin salları ve salcıları daha da profesyonel olurlardı. Karşıya geçirildik. Büyükler önde, bizler arkalarında, kimileyin tepelerden, kimileyin ormanlardan, köylerden, dağ yollarından, çoğumuz çıplak ayaklı, bir iki kişide çarık tarzı pabuçları ile yola koyulduk. Epeyce dere tepe ormanlar tepip akşamı ettik ve yorulup büyük bir mağarada geceyi geçirmeye karar verdik. Abilerin aldığı kararlara hepimiz uyuyorduk. Karanlık bastırmadan yamaçlardaki ağaçların uğultusu eşliğinde birer parça ağ darı ekmeğine yağ sürerek karnımızı doyurduk. Kimi, biraz daha varlıklı olarak yufkadan peynirli dürüm yapıp yutkunarak, deri mataradan bir iki yudum sularımızı içerek yorgunlukla mağaranın kapıdan biraz içlerine doğru kıvrılıp ölü gibi uyuduk. Tuvalet gereksinimlerimizi yol boyunca bekleşerek, dağda,, kırda bayırda gideriyorduk. Sabah gün ağarıp da etrafı seçecek kadar gördüğümüzde toparlanıp, heybelerimizi yoklayıp, benzer yiyeceklerle birazcık karın tokluğuyla yeniden kuzeye, Akçadağ’a doğru yola koyulduk. İkinci gün de bu ve benzeri biçimde yorgunca sonlanarak bir köyün samanlığında misafir edildik. Sabah sıcak bazlama ile tereyağıyla ağırlandık. Üçüncü gün yürüyüşü biraz daha heyecanlı, dahaca moralli olarak sürüp geçiyordu. İkindi vakti okula varmayı planladılar abilerimiz. Akşam üzeri, eskiden Hamidiye Kışlası olan okulun avlusundan içeriye giriş yaptık.. Bizi bir yatakhaneye götürdüler. Teneke sularıyla yunup yıkanmamızı sağladılar, karnımızı doyurup sabaha okul yönetimiyle görüştürmek üzere bırakıp gittiler. Bunlar bir kısım büyük ağabeylerdi. Elleri yüzleri temiz, saçları kısa, üst başları alabildiğince düzenli ve yamalıksız giysilerle donanımlı, kültürlü, bilgili oldukları her hallerinden belli olan o gün görevli olan enstitü öğrencileriydi bunlar.”
Direkçi pazarının üst tarafında, yanı başından dere çağlayan ağaçlık loş, sandalye masa ve pencerelerinin boncuk mavisi boyalı olan kebapçının üst katındaki ‘aile’ yerine çıktılar. Birecik’in en iyi kebapçı esnaflarından biriydi burası. Çocukları ve hanımı ile köyüne gitmeden önce gücenmiş ve kırgın gönüllerini almak için kebap yedirerek bir nebze barışık varmış olacaklardı köyüne, anası gile. Sıkça küser, aynı evin, hatta aynı odanın içinde haftalarca konuşmadıkları uzun zamanlar olurdu. Hiç yoktan bazı basit şeylere bahaneler üretip, kimileyin karısını çocukların gözleri önünde fena biçimde dövüp hırpalayıp, kimileyin hızını ve hırsını alamayıp en büyük çocuğu olan oğullarını da pantolon kemeriyle döver ve küskünlük günlerini başlatırdı. Bir yandan görmüş olduğu üretim eğitimi, bir yandan korkulu geçen çocukluk yılları, bir yandan çok farklı köy kültürü ve okul eğitiminden sonra evlenip yuva kurduğu eşinin büyük geniş çevresinin; dinsel kültür yaşamını pompaladığı karmaşık kafa yapısıyla (belki elinden olmadan) önce merhametsiz olur, eylemlerin ardından pişmanlıklar duyar ancak, o sıkıntılı küs günlerini uzatır da uzatırdı. Eşi de bu uygulamaya çanak tutunca olan çocuklara bebelere olurdu. Genellikle aybaşları maaşını aldığında gönül alma yoluna gider, borç harçlar ödendikten sonra ufak tefek hediyelerle barış ve konuşma sürecine girerdiler. Kimseyle dertleşmez, içini asla kimseye açmaz, tüm sıkıntıları, söylenceleri içine atardı. Bu birikimleri taşıyamadığı için şiddet dolu, kırgınlıklar dolu zamanlarda sessiz sedasız stres ile geçip giderdi zamanları…
Sabah erkenden uyandırılıp temizlikleri yaptırıldı, karınları doyuruldu ve okul yönetiminin olduğu bölüme götürüldüler. Üç kişilik öğretmen ekibi onları tek tek içeriye aldırıp sorgulayacaktılar. Hani bazı anne köpeklerin peşine yavruları tek tek sıralanıp, takılıp yürürler de en sondaki başını önüne eğip, olacakları bilemeden peşleri sıra koşulsuz gider ya!.. Bu ortam tıpkı bu olaya benzer sürerek, içeriye alındılar, sorgulandılar, şartları yerine getirecek uygulamalardan geçip geçmedikleri sorgulanarak dışarıda beklemeleri söylendi. En sondaki Recep ise, koşulsuz gruptaki abilerin peşine takılıp üç günlük yorgunluğa katlanarak buralara gelmiş, bundan öte yaşamını şekillendirecek bu okula girip, ‘bir baltaya sap olacaktı.’ Yine birer bire içeriye alındılar. Çıkanlar; parlak, mutlu yüz hatlarıyla birbirlerine yanaşıp sessizce konuşup olanları aktardılar. Sıra en küçüklerine geldiğinde içeriye alındı ve tekrar sorgulandı. Sonunda güleç yüzlü olan biri ona; “ senin daha bir yılın var, yaşın tutmuyor” dedi. Anlamadı. Kekeleyerek sordu; “Eve mi gideceğim?” “Evet.” dediler ayrı ayrı. “”Gelecek yıl bu zaman gelirsen kaydını yapacağız ve okuyacaksın. Seni o taraflara giden birini buluncaya kadar, misafir edeceğiz.” Bir şey diyemedi. Bir gün daha orada kalıp abileriyle devrisi gün vedalaşıp, Ali isimli büyücek bir abiye teslim edilerek, iki yüz elli, üç yüz kilometrelik dönüş yolculuğuna başladı. Bu kez bir çift pabuç vermişlerdi. Çizgili yakasız keten gömlek ve yine annesinin verdiği ip ile belinden bağladığı haşıllı bir pantolonla Ali abisinin ardından geldikleri yoldan tekrar gerisin geriye yollara revan oldular. Dereler, tepeler, koruluklar, köyler geçtiler. İlk gece yine köyün birinde samanlıkta uyudular. Köylü ailelerden kimileri azık ve katık verdiler. Heybelerine koyup Fırat’ın karşı yakasına yakın- uzak yerlerden geçip, ikinci günü de savuşturdular. İlk gün köyden sonra Recep, eskimesin diyerek pabuçlarını heybeye koydu. Yola yine yalın ayak devam etti. Batan çakıl taşları dikenlere alışıktı, her ne kadar canı yansa da! İkinci günün akşam alaca karanlığında yoldaşı Ali abi, ileride çatallanacak yoldan sağa doğru gideceğini, kendisinin ise az kalmış olan yolu, Fırat kıyısındaki köye kadar yürüyüp, gece oralarda konaklayıp sabah Fırat’ı sallarla geçip karşı kıyıdan sora sora köyüne gidebileceğini söyledi.
El kadar çocuk! Kalakaldı bir başına. O zaman anladı ki, bilinmedik yerlerde ve emanet edildiği Ali abisi tarafından terkedildiğini… Hava kararmak üzereydi. İçgüdüsel olarak sol tarafa, ormanlık alanlara doğru yöneldi. Fırat o taraflarda bir yerlerdeydi. Nehri bulsa kıyılarını takip edecek, birilerine soracak, belki erkenden sanki kendi köyünün topraklarıymış gibi daha korkusuzca yürüyecekti. Ormana vardı. Ağaçlar biraz daha ortamı loşlaştırmıştı. Hava da iyice kararınca, büyük öbek bir makiliğin dibine oturdu. Geçip geldiği yerler iz yapılmış bir yol gibiydi. Onları takip etmiş, aynı izlerin devamına yakın, burada konaklamayı ister istemez düşünmüştü. Bir süre ağaçların uğultusunu dinledi. Ürperdi. Güz ayının hafif yelleriyle ısınmış olan küçük bedeni üşüdü.. Ağlamaya başladı. Heybeyi omuzundan indirmedi. Ondan güç kuvvet alıyordu. İçinde azık ve ayakkabıları vardı. Öyle ki, uzun süre hıçkırıklarla kısık sesle inleyip ağladı. Sonunda içi geçerek ve arada hıçkırıklarla başı önüne düşerek uyuklamaya başladı. Ta ki; yine çalılıkların arkasından gelen ses ile irkilinceye kadar. Kaba iri biri olduğunu düşündüğü ayak sesleri ile korkudan iyice pusarak görünmemeye çalıştı. Çalılığın dibine daha da sokuldu. Hıçkırığı zaman zaman tekrarlıyor, elinde olmadan burnunu çekiyordu sürekli. Gür bir ses;” Şşşt! İn misin, cin misin lan!” deyinceye kadar, yerinde mıh gibi çakılı kalan Recep, daha da korkulu iyice kapandı. Başını heybenin altına doğru sakladı. Korunma güdüsüyle daha da ufaldı. Ses yine biraz daha yüksek tonda ünledi; “ Lan! Kimsin? İn misin, cin misin?” Nefesini tuttu. Çalılığın hemen ardındaydı bu gür sesin sahibi. Koyuverdi tüm nefesini ve daha da hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Göz yaşlarının ardından bulanıkça yanı başında biten adamı gördü. Heybeyi kucağına aldı, ona sarıldı. Tek sarılacak şeyine sımsıkı sarıldı… Adam eğilerek elini çocuğun omuzuna değdirdi ve “ korkma lan, korkma!” diyebildi. Çok garip bir ortam oluşmuştu. Karanlıkta zor seçilen iki silüet. Biri nokta kadar kalmış, biri daha da heybetli görünmeye çalışarak irileşen biri. Bu karşılaşma uzunca sürdü. Ta ki, küçük çocuğun ağlaması kesilinceye kadar. Başını kaldırıp gök gibi gürleyen sesin sahibine doğru baktı. “ Okula yazılamadım. Köye dönüyorum amca!” diye çok çok özetledi durumunu. Adam yanına çömelip adının Mustafa olduğunu söyledi. Onun adını sordu. Öğrendi ve derin bir nefes alarak( ki, o da ürküp korkmuştu) “ormanın bitiminden biraz sonra köyümüz var. Gel hadi, birlikte gidelim.” Dedi yumuşacık bir ses tonuyla. Karanlık olduğu için zor seçip ağaçların arasından patika yoluyla ormanın içlerine doğru yürüdüler. Arada çocuk tökezleyip yere abanıyordu. Yine de heybeyi omuzundan indirmeyip, ona sıkıca tutunuyordu. Köyde Mustafa’ya ‘Mıstık’ diyorlardı. Mıstık, durumu fark etmiş olacak ki, heybeyi hiç ellemedi. Karanlıkta epeyce yol aldılar, ta ki köpek havlamalarının, ağaçların uğultusunu bastırıncaya, ağıl ve aş kokuları gelinceye değin. Yol daha sürecekti. Çocuk yürüyemez duruma gelince iri yarı olan adam, onu heybesiyle sırtına aldı. Bir zaman sonra köpek sesleri daha yakınlaştı, köylük yerin kokuları daha da kesifleşerek ormanı geçip bitirdiler. Recep omuzunda heybesiyle adamın sırtında uyuyakalmıştı. Köye vardılar. Diğer yanında bir kapıyı açıp içeriye süzüldü adam. Yine sessizce damın kapısını açıp usulca içeriye girdiler. Yarı uykulu gözlerle bu kez evin kadını gelen kocasına ve omuzundakine baktı. Orta yaşın üzeri bu iki insan yalnız yaşayanlardandılar. Adam geceye kalmıştı. Kadın ise beklemiş, Mıstık’ın gelmeyeceğini düşünerek, yatağını serip uykuya dalmıştı. Şaşırdı gördüklerine. Ağzıyla sus der gibi işaret etti adam. Hemencecik oraya bir minder yaydı kadın. Çocuğu heybesiyle indirdi sırtından, usulca. Gecenin erken saatleriydi. Gaz lambasının ışığını kısıp yandaki yataklarına uzanıp, hep birlikte uyudular.
Recep erken kalkmaya alışıktı. Ama, ev sakinleri daha da erkenden kalkmış bağa çubuğa gitmemiş, onun uyanmasını bekliyorlardı. Gözlerini güne açtığında, güzel bir odada olduğunu, iyi bir uyku çektiğini fark etti. Tereyağı kokusu sarıyordu her yanı. Çalı çırpının yakıldığı ocaktaki kalaylı sahanı gördü. Kayganaydı mis gibi kokan. Kadın, elinden tutup dışarıya çıkardı çocuğu ve ibrikle su döküp, peşkir uzatıp yüzünü yıkayıp kuruladı çocuk. Mıstık emmi sofra bezinin kıyısında diğerlerini bekliyordu. Sütlü sade kayganaya bazlama ekmeği bocaladılar, karınlarını doyurup sularını içtiler. Sonra kadın sordu, çocuk anlattı. Köyleri uzaktı ama biliniyordu. Adam kafasına göre düzenlemeler yapıp çocuğun köyüne evine varabilmesi için o günü ziyan edecekti. Recep, o günden sonra biraz heyecan, biraz sıkıntı hissettiğinde kekeleyerek konuştu.
Mıstık, çocuk ve heybesi Fırat’ın kıyısındaki bir köye doğru yollandılar. Yine yalınayak, yine heybesi omuzunda olarak. Öğlene doğru salların olduğu yere vardılar. Salcılarla kalabalık bir grup insan arasında pazarlıklar yapılıyordu. Karşıya mal (koyun, keçi) geçirilecekti. Mıstık oradakilerden bazılarını tanıyordu. Çocuğun öyküsünü basitçe anlattı. İki köylü sahip çıktılar. Birisi çocuğun köylerinin çok yakınına kadar gidip akraba ziyareti yapacağını söyledi. Gerekirse gidip ailesine teslim edecek kadar özverili konuştu. Recep’in başını okşadı ve köyüne götürmek üzere mallarla sala bindiler. Su durgun gibi görünüyorsa da girdaplı ve sesi ürkünç akıyordu. Karşıya geçtiler. Biraz daha genç olan amcayla, ta köylerine varıncaya değin dere tepe, saylak yürüdüler. Annesi ablaları ve diğer kardeşleri yazıdaydılar. Heybeden pabuçları çıkarıp baş ucuna koydu. Amca vedalaşıp gitti. Küçük çocuk, yüklüğün önündeki yer minderine kıvrılıp, uyudu.
Bir ulusal silkiniş öyküsünün tadına erinceye değin yudumlamak gerek o zahmetli zamanları. Öbek öbek çocuk oluşumlarının ışığa doğru göçlerini görmezlikten gelmeyip, gören gözler, hisseden yüreklerin ne denli çabalara aç olduğu, ülkenin ayağa kaldırılmasında ne denli özverili olunduğunun iyice bilinip, öylece o kuşakları anmak gerektiğine inanmak, çalışkan ulusların tüm kuşaklarının önünde saygı ile eğilmek değil midir ki insanı insan yapacak…
Yıllar yılları eskitti. Sonraki yıl tekrar uğraşlar verildi. Kabul edildiler edilmeyenler. Belki de onlardaki bu kararlığı gördüler eğitmenler, öğretmenler, yurtsever yöneticiler.
Bir gün sabah yoklamasında bir komut geldi yöneticilerden. Dendi ki; Fırat’ın kardeşi Dicle kıyılarında kuracağız yeni bir eğitim yuvasını. Ve, o bölgenin çocuklarını, o bölgenin genç kuşaklarını yağmur taneleri gibi yağdırıp bereketlendireceğiz hep birlikte Dicle havzasını.. Bir grubu gönderdiler Diyarbakır Ergani taraflarına. Yeni bir inşa için. Erinmek de ne, üşenmek de karşı çıkmak da ne? Olası mı hep birlik olup imar etmek varken yurdun her yanını. Ve bir grup Ergani’ye gittiler. Dicle’nin buz tutmuş yüzünü incitip kırdılar. Sular taşındı okulun avlusuna. Çöp samanlar taşındı, toprak taşındı avluya. Kardılar. Ayakları çıplak yoğurdular üç gün üst üste. Ne soğuğa ne zamana aldırdılar. Kerpiç döktüler kalıp kalıp. Sabırla beklediler kurumalarını. Sonra elden ele taşıdılar usta yapıcıların hünerli ellerine. Ahırlar, kümesler inşa ettiler. Ve yıllar sonra bir gün anlattı çocuklarına, öğrencilerine; “Kırdık ya buzlarını Dicle’nin. Kovalarla su taşıdık. Ayaklarımız üşüdü, aldırmadık. Kerpiçleri kalıplara döktük. Taşıyıp, duvarlar oluşturduk. Odalar oluşturduk. Söğüt , kavak direklerini taşıdık usta yapıcılarımıza. Damlarını örttük. Ve en önemlisi her öğrenciye ağaç çukurları kazdırdılar. İsimlerini verdiler sonra. Üç çukurum var benim, kayısı dikili. Seksene yüz.. Şimdi ne âlemdedirler bilemem. Ama umutlar göğe erişti iki üç yılda. Yedik içtik. Yediler içtiler. O yokluğun bereketine erişti insanlar.”
24 mart 2025 Denizli