1
Yorum
3
Beğeni
5,0
Puan
481
Okunma
Yetmişli yıllarda ortaya çıkan, 1980-2010 yılları arasında hızla gelişip boy atan Türkiye’deki İslamcı çevreler ve cemaatler, sık sık kendi dinî gelenekçiliklerini haklı göstermek için yoğunluklu bir biçimde Japonya örneğini verdiler. Diğer bir deyişle Japonya’nın ileri bir ülke olduğunu ve bu ilerlemenin altında da dine ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı olmanın yattığını öne sürdüler. Dahası bu örneği vererek, “Japonlar; Avrupa medeniyeti denilen beşerî düzenlerle ve bir çeşit din düşmanlığı(!) olan Laiklik ve Sekülerlik gibi sosyopolitik inkılap ve anlayışlarla falan değil, tam aksine bunlara hiç itibar etmediklerinden böyle kalkınıp ilerlediler ve güçlü bir devlet hâline geldiler” demek istiyorlardı.
Oysa işin perde gerisi incelendiğinde, durumun kısmen öyle olmakla beraber, bambaşka bir kırılmanın veya yepyeni bir hamlenin tetiklediği büyük bir anlayış sıçraması ile yakinen ilişkili bir reform ve çağdaşlaşma sürecinin sonucu olduğu ortaya çıkıyordu. Japon halkının önemli bir kısmı, oranı gittikçe düşüş gösterse de başta Şintoizm ve Budizm olmak üzere çeşitli din ve inanışları, samimi ve tutkulu bir biçimde yaşadığı doğruydu. Ama bütün bunların yanında çok önemli bir gerçeklik kasten ya da bilgisizlik sebebiyle görmezlikten geliniyordu. O da şuydu; Japonya’da bütün dinler ve inanışlar, kesinlikle kişilerin kendi iç dünyalarında, ibadethanelerinde ve evlerinde yaşanıyor, asla devlete veya resmî işleyişe sokulmuyordu. Dolayısıyla Japon devleti ve halkı, dinlerini ve inanışlarını siyasete, kamuya ve halk sosyolojisine müdahale eden bir aygıt olarak kullanmıyordu. Barışın, hoşgörünün, sevgi ve saygının kutup başı rolünü oynayan bazı geleneklerin ise zaten Japon ahlak ve karakteri ile bütünleşmiş bir değeri bulunmaktaydı. Bu nedenle resmî, tüzel veya toplumsal; hemen her ortamda yaşatılmasının hiçbir sakıncası olmadığı gibi daha devlete birçok faydaları vardı.
Bu konuda kıymetli dostum Kâmil Kanat Bey’in Kaan Koru’dan alıntılı bir Facebook paylaşımı, bana çok önemli bir kitabın elektronik izini sürmeme ve çarpıcı bilgilerle dolu bir içeriğe erişmeme sebep oldu. Orijinal başlığı “Shımajı Mokuraı And The Reconceptıon Of Relıgıon And The Secular In Modern Japan” olan ve “Shımajı Mokuraı ve Modern Japonya’da Dinin ve Sekülerliğin Yeniden Kavramlaştırılması” şeklinde bir anlam taşıyan bu kitap, 2015 yılı Haziran’ında ABD’nin Hawaii Üniversitesi yayınlarınca basılmış. Kitabın yazarı Hans Martin Krämer bir Alman. Heidelberg Üniversitesi Asya ve Kültürlerarası Çalışmalar Merkezi’nde Japon kültürü alanında araştırmalar yapan bir profesör akademisyen. Hans Martin Krämer 246 sayfalık bu kitabında 19. Yüzyılın ikinci yarısında devrin Japon İmparatoru Mutsuhito (Diğer adıyla İmparator Meiji) önderliğinde kurulan ve “Meiji Reformları” çerçevesinde Japonya’nın kalkınmasını amaçlayan bir dizi kalkınma hareketinin detaylı öyküsünü masaya yatırıyor.(1)
Genç yaşta tahta çıkan İmparator Mutsuhito 1867 yılında bir grup Japon aydını ile din adamını toplar, rahip Shımajı Mokuraı başkanlığında bir heyet oluşturur ve dünyanın önemli ülkelerindeki medeniyet şehirlerine yollar. Bu heyet öncelikle Asya, Afrika ve Avrupa’da yer alan çok sayıda ülkenin üst kültür merkezliğini yapmış şehrin yanı sıra Osmanlı coğrafyasına, İstanbul ve Kahire’ye de uğrar. Bir süre bu ülkelerin ve kültür kentlerinin tarihî gelişimleri, ilerleme ve gerileme süreçleri hakkında inceleme ve araştırmalarda bulunur. Nihayet bütün bu inceleme ve araştırmaların sonunda feodal düzenin yıkılmasından Batı orijinli hükümet tarzının kurulmasına, modern hukuk sisteminden Prusya Alman modelli anayasaya, bankacılık sisteminden teknik ve sanatsal faaliyetlere, çatal kaşıkla yemek yeme tarzından kılık kıyafete kadar uzanan onlarca alanda bir reform ve yenileşme paketi ortaya koyar. Heyetin başında bulunan ve kitapta portre şahsiyet olarak tanıtılan başrahip Shımajı Mokuraı da ısrarla “Yenilik” ve “Laiklik” der ve bu reform paketinin mihenk taşını belirler. Diğer din adamlarından da hiçbir itirazın gelmemesi, heyetteki herkesin aynı görüş ve düşünce üzerinde birleşmesi ve söz konusu paketi desteklemesi üzerine Japonya’da büyük bir reform ve yenileşme süreci başlar.
Japonya’yı bugünkü konuma getiren süreç işte böyle başlamıştır. Dolayısıyla Japonya bu süreçle birlikte kamusal düzeni tamamen Laik ve Seküler bir anlayışın üzerine oturtmuş, siyaseti ve sosyolojiyi dinden tamamen ayırmış, bireyi de tam manasıyla dini yaşaması ve yararlı geleneklerine sahip çıkması hususunda özgür bırakmış, var gücüyle toplumun önünü açmıştır. Ancak aynı yıllarda Osmanlı Devleti Japonya’nın bu ciddi reform girişimini gereği gibi anlayamamış, hatta ilk etapta alaya alanlar olmuştur. Nihayet çeyrek asır sonra 1904 yılında başlayan Rus Japon savaşında Japonya’nın Rusya’yı yenilgiye uğratması üzerine Japonların gizli Müslüman olduğu söylentileri ortaya atılmış, Sultan II. Abdülhamit tarafından Japonya’ya elçiler ve heyetler yollanmış, yakın ittifaklar kurulmaya çalışılmıştır.
Aslında Osmanlı devleti böylesi bir reform sürecini II. Mahmut, Tanzimat ve II. Abdülhamit dönemlerinde büyük oranda yakalamış, hatta başlangıcı Japonya’dan daha erken bir zaman dilimi içerisinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bundan böyle III. Selim ve II. Mahmut tarafından başlatılan bir dizi sivil ve askerî yenilikten Tanzimat Fermanı’na, Meclis-i Mebûsan odaklı parlamenter sistemden teknik ve tıbbi sahada açılan çok sayıda yüksekokula kadar onlarca alanda yenilik yapılmış, Batı orijinli kurum ve kuruluş ihdas edilmiştir. Nihayet bu süreç 1923’te Cumhuriyet’in kurulması ve art arda yapılan devrimlerin yaşama geçirilmesiyle son şeklini almıştır. Ancak bütün bu devrim ve değişimlerin süreci yaklaşık bir asra yayıldığı hâlde çok sancılı geçmiştir. Bu sancılı sürecin en büyük nedenlerinden biri yeniliğe direnen cahil ve dar görüşlü bir kısım sözde din adamı ve ulemanın halkı kışkırtması ve yanlış yönlendirmesidir. Maalesef bu zihniyet; III. Selim’den II. Mahmut’a, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan reform ve yenileşme sürecine şiddetle karşı çıkmış, II. Mahmut’a “Gâvur Padişah”, Cumhuriyeti kuran iradeye “zındık, kâfir, din düşmanı” diyecek kadar akıldan, izandan ve aydınlanmadan yoksun bir bakış açısının temsilciliğini yapmıştır. Dolayısıyla halkımızı oyalamış, bu ülkenin çocuklarını sırf inatlarının ve sığ bakışlarının tatmini için devletine ve milletine düşman etmişlerdir. Ne yazık ki bu sığ ve arkaik anlayış, bugün dahi devam etmektedir. Bunun en büyük nedenlerinden biri, halkımızın yoğun ve çok yönlü okumaması; aydınlarımızın ve entelektüellerimizin daha çok kişi, ideolojik grup veya dinî cemaat odaklı yapıların etkisi altında kalması, bundan böyle kişiliğin, karşılıklı anlayış ve hoşgörünün gelişmemesi, sonuç itibariyle ayrıştırıcı bir dilin ve büyük bir kültürel bölünmüşlüğün topluma egemen olmasıdır.
Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse, bizim en büyük talihsizliğimiz, iki uçlu aşırılıklardan bir türlü kurtulamayışımız, din başta olmak üzere her şeyi ideolojileştirmiş olmamız, normal bir toplum düzeyine erişemeyişimizdir. Bundan böyle bizim din adamlarımızın önemli bir kısmı, maalesef başrahip Shımajı Mokuraı’ın başkanlık ettiği reform paketi üzerinde görüş birliğine varan Japon din adamları gibi Laiklik ve Sekülerlik üzerinde tam bir ittifaka varamamış, hem Osmanlı hem Cumhuriyet devirlerinde yapılan devrim ve yenilikleri doğru anlayamamış; en kötüsü bunu en kolay suçlama şekli olan “din düşmanlığı” veya "Din elden gidiyor" şeklinde lanse etmiştir. Dahası bu ülkede işler hep kolayına kaçılarak halledilmeye, olaylar ve olgular genellikle din üzerinden tanımlanmaya çalışılmış, sonuç itibariyle toplum “inananlar” ve “inanmayanlar” şeklinde iki ayrı kategoriye ayrılmıştır. Dolayısıyla başı açık bir yaşam tarzını benimseyen Kurtuluş Savaşı gazisi bir dedenin torununa bir kesim Müslüman görmeyerek “kâfir", Batı yanlısı" veya “ehli dünya" gözüyle bakarken, bir başka Kurtuluş Savaşı gazisinin torununa da bir diğer kesim sırf başörtüsü taktığı gerekçesiyle üniversiteye ve orduevlerine almamış, “yobaz” veya “mürteci” diyerek küçük görmüştür. Daha vahimi, her iki kesim de birbirlerine zaman zaman düşman nazarıyla bakmış; büyük çoğunluğu sağduyulu ve aklıselim sahibi olan halkımız da "Kahrolsun şeriat" diyenlerle "Hak yol İslam" diyenlerin arasında bunalmış, fazlasıyla yorulmuştur.
Böylesi bir makaleyi kaleme almış olmakla hem mutlu hem hüzünlüyüm. Çünkü böylesi bir makaleyi yazmakla hem ufkum bir düşünce denizine doğru tekrar yelken açmış, hem öteden beri dillendirdiğim bir tespitin doğruluğu bir kez daha kanıtlanmış oluyordu. Bendeniz, öteden beri bu ülkede her şeyin deyim yerinde ise yarım yamalak ve arabesk olduğu düşüncesindeyimdir. Maalesef bu ülkede hiçbir şeyin tam manasıyla hakkı verilmemektedir. Aklın, düşüncenin, okumanın, aydınlanmanın, bilimin, dinin, ahlakın, şeffaflığın, kişiliğin, Laikliğin, araştırmanın, çalışmanın, üretmenin, emeğin, inşaatın, demirin, çimentonun, işçinin, mühendisin; hatta sevabın ve günahın bile. Dahası bu ülkede insanı çileden çıkaran tepkiselci bir anlayış, iflah olmaz bir kültürel bölünmüşlük, sapla samanı sürekli birbirine karıştıran bir kafa bulanıklığı hâkim. Bundan böyle zıtlıklarla örülü bir deli gömleğinin içerisinde bir o yana bir bu yana savrulup duruyor, bir türlü hedefi akıl ve bilim olan bir amaca doğru koşar adım ilerleyemiyoruz. Bütün bu kronik patinajlarımızın ve yerinde saymalarımızın altında hayatı ciddiye almama sakilliği, objektif ve yansız okuma fukaralığı, kişi ve cemaat odaklı aidiyetler ile ortaya çıkan edilgenlik problemi; bir de din, siyaset, çıkar üçlüsünün iç içe geçmişliği yatmaktadır. Dahası devleti idare eden elit kesimin ve aydınların kahir çoğunluğunun Türk halkına tepeden bakması; ince ruhlu, samimi, yeterince nazik, donanımlı ve iş bilir olmaması, adaleti ve hukuku tavizsiz şekilde uygulamak yerine zaman zaman dini, zaman zaman Laikliği bir istismar aracı olarak kullanmasıdır. Kısacası dinin de Laikliğin de kendi alanlarında kalması gereken birer “olgu” olarak değil de “araç” olarak görülmüş olmasıdır.
Bu arada Japonya’nın 19. Yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirdiği reformlarla ilgili araştırma yaparken, bir elektronik portalda Ali Ferşadoğlu imzalı 18.11.2010 tarihli bir yazıyla karşılaştım. Sayın Ferşadoğlu bu yazısında Said Nursi’nin “Divan-ı Harb-i Örfi” adlı kitabından şöyle bir alıntıya yer veriyordu: “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida lâzımdır ki; onlar Avrupa’nın mehâsin-i medeniyetini almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet ile neşv ü nemâ bulduğu için iki cihetle sarılmak zaruridir…”. Yani burada günümüz Türkçesiyle Said Nursi; “Medeniyeti elde etmek için Japonların izinden gitmemiz gerekir. Onlar Avrupa’nın medeni güzelliklerini almakla beraber, her milletin beka mayası konumunda bulunan ulusal âdet ve geleneklerini korudular. Bizim ulusal âdet ve geleneklerimiz İslamiyet ile gelişip serpilme imkânı bulduğu için iki yönüyle sarılmak zorunludur...” demek istiyordu. Nursi’ye ait bu tespitin ardından bir de şöyle bir not düşüyordu Sayın Ferşadoğlu: “İslâmiyet ilimdir, akıldır, tefekkürdür, cemaatleşmektir, ekip ruhudur, çalışmaktır, salâbettir, mantıktır, kalbdir, vicdandır ilââhir…”(2) Burada geçen “cemaatleşmektir” sözcüğünün üzerinde ayrıca duracağım.
Öncelikle Nursi’nin yukarıda geçen Japonlara veya Japon devlet reformuna ilişkin değerlendirmesinin, devrinin şartları açısından bakıldığında bir hayli orijinal olduğunu söylemek mümkündür. Ancak hem Nursi’nin hem Sayın Ferşadoğlu’nun bakışları ideal anlamda bir kritiğe tabi tutulduğunda fazlasıyla sübjektif ve eksik görünmektedir. İşte yukarıda vurguladığım “Bu ülkede her şey yarım yamalak ve arabesk” dememin nedenlerinden biri budur. Tamam, burada Japonların reformundan övgüyle söz edilmesi önemlidir. Ama bu reformun ana omurgasını oluşturan Laiklik, Sekülerlik ve Bireyselleşme gibi konular, olumlu anlamda Nursi’nin ve cemaatinin gündeminde hiçbir zaman yer almamıştır. Bu, deyim yerinde ise ağaçtan bahsedip de gövdeyi hiç hesaba katmamak, görmezlikten gelmek gibi bir şeydir. Öte yandan bu reform ve yenileşme hareketlerinden övgüyle söz eden Nursi’nin; sadece kendisinin eserlerini okuyan, deyim yerinde ise Risale-i Nur’la yatıp Risale-i Nur’la kalkan bir cemaat oluşturmuş olması; Sayın Ferşadoğlu’nun da Nursi’ye ait alıntının altına “cemaatleşmektir” şeklinde vurgulu bir not düşmesi ise, bana göre Japon reform mantalitesinden oldukça uzak bir çelişkidir. Üstüne üstlük “Siyasetten, şeytandan Allah’a sığınır gibi uzak ve beri durmak isterim” diyen, çok dolaylı da olsa Laikliğe yol açma ufkuna sahipmiş gibi bir imaj veren bu cemaatin, çeşitli bölüntüler altında on yıllar boyu siyasi partilere angaje olması ise izahı mümkün olmayan zıtlıklar cümlesindendir.
Bütün bunların yanında, bugün Batı dünyası eski göz kamaştırıcı konumundan hızla uzaklaşmakta, kendini var eden ilkelerini hoyratça yiyip bitirmekte, deyim yerinde ise Amerika ve Avrupa idealizmi ile birlikte Japon devlet ciddiyeti de büyük bir sarsılma döneminin ipuçlarını vermektedir. Bu sarsılma döneminin dünya kamuoyunu şoka sokan ilk göstergelerinden biri, 8 Temmuz 2022 günü dünya medya organlarına düşen bir suikast haberi idi. Dahası o günün öğle saatlerinde, Tetsuya Yamagami adlı 41 yaşında emekli bir deniz askerinin Nara şehir istasyonu yakınlarındaki bir siyasi miting sırasında eski Japonya Başbakanı Shinzo Abe’yi silahla vurarak öldürdüğü haberi veriliyordu.(3) Suikast sanığı Tetsuya Yamagami tarafından yapılan açıklamaya göre, silahlı saldırının nedeni; eski Başbakan Abe ve aile büyüklerinin Güney Kore kökenli Moon Tarikatı ile olan yakın ilişkileri idi. Dahası merkezi ABD’de bulunan söz konusu tarikat eski Başbakan Abe ve ailesinin siyaset yaptığı Liberal Demokrat Parti tarafından uzun yıllar destekleniyor, gün geçtikçe Japon toplumunda etkinliğini artırıyordu. Suikastı yapan Tetsuya Yamagami’nin annesi de bu tarikata büyük maddi yardımlarda bulunmuş, bütün birikimini kaybetmişti. Dolayısıyla suikast zanlısı Tetsuya Yamagami, annesinin bu maddi kayıplarına çok içerlemiş, Japon toplumunu istismar ettiği gerekçesiyle söz konusu tarikatın intikamını en büyük destekçilerinden biri olan eski Başbakan Abe’yi öldürerek almak istemişti.
Görüldüğü üzere dinin yozlaştırılmış statüsü ve etkinliği, son yıllarda sadece Japonya’da değil bütün dünyada tekrar büyük bir tartışma ve endişe konusu hâline gelmiştir. Mesela son yıllarda ABD başkanlarından George W. Bush ve Donald Trump gibi Evanjelizm yanlısı Hristiyan siyasi liderlerin bazı cemaat ve mahfillerle sıkı bir ilişki içerisine girdikleri, dolayısıyla Batı’yı Batı yapan değerlerin tam aksine birçok ezoterik hayal ve ütopik kurgu çerçevesinde insanlığı hiç arzu edilmeyen birtakım maceralara sürükleme olasılıklarına dair iddialar dolaşmaktadır. Ayrıca İsrail yönetiminin Tevrat orijinli birtakım dinî hedef ve ütopyalar çerçevesinde on yıllardır Filistin topraklarını ateş topu hâline getirdiği, özellikle son birkaç yıl içerisinde insanlık tarihinin en büyük soykırımlarından birini gerçekleştirdiği tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan bir insanlık trajedisidir.
Kısacası bugün Amerika, Avrupa ve Japonya kendini var eden değerlerden, en büyük küresel birikimimiz olan uygarlıktan, beşeriyetin konumunu yücelten demokrasi, insan hak ve özgürlüklerinden, laiklikten ve seküler anlayıştan yavaş yavaş uzaklaşıp birtakım yozlaşmış siyasi ekollerin, dinî ve ezoterik klik ve mezheplerin edilgenliği altına girmektedir. Durum malesef bu olsa da insanlığın yüksek kazanımları olan cumhuriyet, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri ile laiklik ve seküler yaşam anlayışı hiç eskimeyecek, dünya batıp çıksa, yer yerinden oynasa da bir gün tekrar insanlığa lazım olacaktır. Çünkü bu değerler ve kazanımlar, doğasında çıkar ve oportünizm bulunan siyasetten veya siyasi figürlerden daha çok insanlığın kadim aklının, düşünür ve aydınlarının, bilim insanlarının ve bilgelerin; Sokrat’ın, Aristo’nun, İbni Sina’nın, Farabi’nin, İbni Rüşt’ün, Cezerî’nin, Harezmî’nin, Uluğ Bey’in, Birûni’nin, İbni Haldun’un, Dekart’ın, Volter’in, Kant’ın, Ruso’nun, Spinoza’nın, Edison’un, Tolstoy’un, Einstein’ın ortak mirasıdır.
Unutmayalım, aklın yolu bir. Daha ileri, müreffeh, kalkınmış, huzurlu, istikrarlı, güçlü ve güler yüzlü bir dünyada veya ülkede yaşamanın yolu belli. Kuşkusuz bu yol bütün çelişkileri akıl, bilim ve evrensel düşünce ile aşmaktan, ‘eleştirme’yi kötülemek değil de ‘geliştirme’ olarak değerlendirmekten; kişi ve dinî cemaat odaklı yapılara, edilgen ve basmakalıp bakışlara itibar etmemekten; dini, devleti ve siyaseti kendi mecraları içerisinde bırakmaktan, Laik ve Seküler anlayışın içselleştirilmesinden, kısacası bilgiyle donanmaktan, çağı hür düşünce olgusuyla okumaktan, akıldan, bilimden, medeniyetten, sanattan, üretmekten, saydamlıktan, netlikten, samimiyetten, aydınlanmaktan, dahası gözümüzü ve gönlümüzü kapatan tüm ön yargı sargılarını çıkarıp atmaktan geçiyor.
Mesut ÖZÜNLÜ
_________________________________
(1) Geniş bilgi için bk. Hans Martin Krämer, “Shımajı Mokuraı And The Reconceptıon Of Relıgıon And The Secular In Modern Japan (Shımajı Mokuraı ve Modern Japonya’da Dinin ve Sekülerliğin Yeniden Kavramlaştırılması)” Hawaii Üniversitesi Yayınları, Haziran 2015.
(2) Ali Ferşadoğlu, “Japon sırrı ve Bediüzzaman”, Nur Ero, www.saidnursi.de/japon-sirri-ve-bediuzzaman/, 18.11.2010, (18.02.2025).
(3) Ilgın Yorulmaz, “Şinzo Abe suikasti: Eski Japonya Başbakanı silahlı saldırıda öldürüldü”, BBC News Türkçe, www.bbc.com/turkce/62088739, 8 Temmuz 2022, (18.02.2025).
5.0
100% (1)