1
Yorum
1
Beğeni
5,0
Puan
273
Okunma
Eski eskici dükkanının yola bakan yanıyla sarkınca sokağa, seni görmenin heyecanı beni yalın ayak bir çocuk yapiverdi. Kışın birkaç karış kırışmış yüzüyle sana yakalanmanın utancı, bir esinti ve ben. Adını aklımın derinliklerinden alıp, dudaklarımın titrekliğine ekliyorum: Zelda. Seni en son gördüğümden bu yana birkaç yüzyıl geçti. Geçti de sanki ben hep buradaydım, demek istedim. Diyemeden sana karşı duruşum, en ufak bir esintiye tutulmuş mum hafifliğiyle titriyor. Ellerin, üşümüş ve küçülerek cebine gizlenmiş ellerin. Boynundan sarkan kırmızı atkın, seni göğsümde bir karanfil yapıyor. Nefes aldıkça ben, yeşeren. Görmüyorsun. Bende takılı kalan gözlerin, eğilerek asfaltın soğuk yanına değince, şaşkınlığın sokağın gürültüsünü dindiriyor. Duyuyorum. Geçip giden insanların ruhuma taşan kalabalığı, seni bir vadinin ortasında zambak kılıyor. Zelda, incinmesin inceliğin. Ruhunda taşıdığın sözcükler, dudaklarına konmuyor artık bana karşı. Anlıyorum. Geçip gitmenin, durup kalmanın sancısını çoğalttığı bu anda, ellerim boşlukta. Anlatabileceğim hiçbir şeyim yok, Zelda. Bir adım daha ilerlerken sana, ayaklarım... ayaklarım bin yıldır paslanmışçasına perçinlenmiş sanki. Sökemiyorum. Bana yeniden yönelen gözlerine yeniliyorum. Kaldığım yerde kanıyorum, Zelda.
Yeniden yürüyorsun, gözlerimi kapatarak zamanın akmasını diliyorum. Bu karanlık, beni saran bu boşluk. Sığındım ama sığamıyorum. Zelda yanımdan süzülerek geçerken, bir hançerin en ağrılı yanı kalbimde kalsın istiyorum. Olmuyor. Günün aydınlığı yeniden gözbebeklerimi büyütürken, Zelda sokağın sonunda giderek küçülüyordu.
5.0
100% (1)