Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır. exupery
Tevfik Tekmen
Tevfik Tekmen
VİP ÜYE

Sırık Adamın Köse Ortağı

Yorum

Sırık Adamın Köse Ortağı

( 1 kişi )

2

Yorum

3

Beğeni

5,0

Puan

374

Okunma

Okuduğunuz yazı 25.1.2025 tarihinde günün yazısı olarak seçilmiştir.

Sırık Adamın Köse Ortağı


Derinden gelen bir uğultu ve insan kulağını tırmalayıp yormayan bir gürültü ki, sanki ilkokul öğrencileri teneffüse çıkmış...
Oysa köy okulu yıllar önce kapanmış, damı çökmüş, kiremitleri kırılmış, bacası yıkılmış, sıvası dökülmüş, duvarlar delik deşik; öyle harabe olmuş şekildeydi...

Biraz kulak verip dikkatlice dinleyince anladık ki, sessiz sedasız yaşayan bu küçük dağ köyündeki bu sesler okul önünden değil, köy içinden geliyor.

Neyin nesidir bu, hayırdır komşular! Kalp krizi geçiren birine ambulans gelmiş olsa acı acı çalan siren sesi olacak. Doktorsuz hemşiresiz kendi başına doğum yapan bir kadın kan kaybından ölmüş olsa feryadı figan kopacak. Burada olmayan gençlerden ikisi kavga çıkarıp biri diğerinin karnını deşmiş olsa, olmayan silahlar peşi peşine patlayacak. Köyde düğün olsa davul zurna çalacak. Şeker bayramı olsa olmayan çocuklar eskiden olduğu gibi ev ev dolaşıp şeker toplayacak...

Yok, öylesi gibi şeylerden biri değildi bu! Başka bir şey ki, merak ettik. Birinin kucağında sarılıp sarmalanmış küçük bir bebek olan bir kaç kadınla birlikte evden çıktık. Gün gitmek, akşam gelmek üzereydi.

Dün gece çok kar yağmış herkes sobalı evlerinde sıcak sıcak uyurken. Sonra rüzgar çıkmış. Sonra fırtına. Soğuk gecede üşüyüp toz olmuş karlar konduğu yerden kalkıp savrulmuş.
Ve amansız bir tipi!
Yerden koparıp kaldırdığı karı tepe eteklerine, duvar diplerine, kuytu olan her yere bırakmış. Sonra üst üste yığıp kar dağları yapmış. Karı kaldırılıp savrularak çıplak kalmış yerler de buz...
O karsız buzlanmış çıplak yerlerden kayıp düşmeden usul adımlarla yürüdük; hani insanın başına ne gelirse ya meraktan, ya da argodaki o erkekçi söylemin bilinciyle...

Çeşmenin kuytuda kalan o üst yanı da kar dağıydı. Zemheride güneş çıksa bile ısıtamaz. Isıttığı sanılsa bile o cılız bir şeydir ki, giysiden geçip tene değemez. Eskiler ona eşek öldüren güneşi dermiş. Oysa bu güneş bayağı ısıtıyordu. Zemheride değil Mart Ayında olmalıydık sanki. Mart ayı geleneksel anlamda baharın başlangıcı olsa da aslında o, ne kıştır ne de bahar. Ama ısıtıyordu. Karlar eridiğinde ve güneş toprağa değdiğinde kardelen gibi çiçekler pek ala gülümseyebiliyordu...

Çeşme üstü kuytusu da kar dağıydı. Güneş gelip ısıtmış üst düzünde altına bir hasır koyup oturmuş kimi sakız çiğneyip kimi de çekirdek çıtlatarak oradan olup biteni seyreyleyen kadınlar vardı. Biz de oraya gittik, mısır kabuğundan örülmüş yuvarlak hasırımız, içi paçavra doldurulmuş minderimiz yoktu ama kar üzerine oturduk. "Yaşa taşa oturma, kıçını sıcak tut mayasıl olma" diyecek birisi bulunur mutlaka ama boş verdik. Can, nefesle ağızdan çıkar ama başlangıcı ayaklardır; parmak uçları; onu da biliyorduk. Bu gibi basit şeyleri bilmeseydik bunca yıldır yaşayabilir miydik hiç?

Ötesi bildiğimiz köy meydanıydı. İki kahve, onların önü, altı bakkal olan iki katlı bir bina, sağı solu önü arkası ve küçük dere üstündeki kocaman bir beton köprü; her yer dolu dolu! Dolu insanlar. Kimisi üçlü beşli guruplar halinde dedi kodu sohbet, usul adımlarla yürüyen üçlü beşli kişiler; öyle tarifi mümkün olmayan bir insan kalabalığı!
Meydandan taşan kalabalık Hüseyin Çavuşların ev önündeki uzun düzlüye doğru hızı bitmiş sel gibi usul usul akıyordu. Güneş battım batacak, sonrasında köy çukurunu dondurucu bir ayaz basacak!

Hüseyin Çavuş düzündeki insanlar koca koca ateşler yakmaya başlamışlardı. Alevler göğe doğru yükselirken etrafını çevirmiş kadın ve çocuklar uzattıkları ellerini ısıtıyorlardı...

Bizler de çeşme üstündeki kar dağına çöküp oturmuş Bükme üzerinden batmakta olan güneşin son ısısıyla ısınmaya çalışırken bütün bu anlam veremediğimiz şeyleri seyrediyorduk.

İnsanoğlu seyri sever. Baharda açmış çiçekleri seyreder ve sever. Kıştan sonra uç verip yeşeren çimenleri seyreder ve sever. Çiftleşme dönemindeki kuşları seyreder ve o güzel ötüşlerini sever. Kedilerin Mart sevinçli nidaları bile kızdırıp bozmaz insanın derin gece uykularını...

Bebekli kadın hemen yanıma oturmuştu. Ötekiler öteden beri orada oturup olup biteni veya daha sonra olabilecekleri seyre koyulmuşların yanındaydı.
Şallı şalvarlı, başı sıkı sıkı eşarplı o kadın bana göre ne kadar da rahattı. Kucağındaki bebeğini indirip yanı başına koydu. Kar üstüne. Koyduğu gibi bebek kaydı; altı kaygan bir kızak üstündeymiş gibi.
Kadına kaydı gözlerimin ucu. Sanki kadın diyor; "Bana ne?" Ulan bebeğin! Dokuz ay taşıdın karnında, sonra doğururken ciyak ciyak ağladın. Şimdi sana mı ne? Fırladım oturduğum yerden ve koştum kayıp giden bebeciğin peşinden. Çünkü aşağıda bir göl vardı, daha öncesinden var olduğunu bilmediğim. Kayıp giden bebek o göle gidecek ve buz gibi suya gömülecek. Gölün derinliğini bilmiyorum; boğulmasa bile saniyede donup ölecek!

Bebeğin anası olacak o kadın ne ruh halindeydi, bilmiyordum. Ayağa fırlayıp "İmdat hey!" diye bağırdı mı? Deli divane olup bebeği için canını hiçe sayarak dahi kendini ölüme attı mı; bilemiyorum. Yoksa seyri sefada mıydı gelenin yüzünü bir görebilmek için?

Kayıp giden bebeğin peşinden ben de koşup gittim. Ama karda buzda kaymıyordu ayaklarım. O yuvarlak yapay göle indiğimde derinliğinin ne kadar olduğunu bilmediğim göle batıp gömülmedim. Tek korkum oydu. Çünkü yüzme bilmiyordum. Bebeği bulup kurtarmadan önce ben kendim boğulup ölebilirdim. Ama göl su değil buzmuş. Buna sevindim; demek ki daha yaşayacak ömrüm varmış.

Bebek kayıp gitti göle. Ama göl buz! Şaşkınca döndüm durdum kendi etrafımda. Buz kalın; batmıyordum. Lakin bebek nerede? Hızla düşünce buz kırılsa, o da oradan buzlu soğuk suya sarksa; ama buz gölünde tek bir delik bile yoktu. Bebek soğuk suya gömülmüş olamaz! Vardır bir yerlerde. Ölmüştür veya hala yaşıyordur...

Olmamış olması yerde oluşmuş olan buz tutmuş o yuvarlak gülün doğuya bakan kenar ucu erimiş nedense. Cemre mi düşmüştü acaba; havaya, toprağa veya suya! İlkbaharda yavru balıklar göl kıyısına gelirler sığ yere; ısınmak için.
Gölün buzu erimiş sığ kıyısında gördüm onu yavru balıklar gibi ve şaşırtıcı biçimde. Su kenarındaki o yavru balıklar gibiydi. Ne çok sevindim. Çünkü yaşıyordu. Kapıp kucakladım. Islanmış. Anasının sarıp sarmaladığı kundaklarından sular damlıyordu. Kucakladım. Onu göğsüme bastırıp kalın paltomla sardım. Sanki o kadar da buz tutacak soğuklukta değildi.
Isıtırım ben seni bebek! Benim belki yarım gider ama o yarım senin yarın eder. Damlaya damlaya göl olurmuş su; ısına ısına niye fırın olmayasın ki sen?

Şaşılası bir şekilde kurundu bebek. Ve ısındı. "Ha gel!" dedim ona. Duymasa, anlamasa, ne dediğimi bilmese de!
O anan olacak, yani kar yamacına bırakıp seni buzlu göle kaydıran kadın; karımsa eğer, sen benim çocuğumsun.
Eğer ki o kadın anamsa, sen benim kardeşimsin. Ben bilmiyorum yemin olsun. Sen biliyorsan söyle bana! Ha sustun! Çünkü sen de kim olduğunu bilmiyorsun!

Güneş batmamıştı henüz. Akşam olmamış, dondurucu ayaz inmemişti köy içine. Soğuk sudan çıkarıp göğsüme bastırarak paltomla sardığım bebeğe rağmen ben üşümüyordum hala. Bebek de ısınıp kuruyuvermişti çabucak. Geriye dönmek aklımdan geçmedi. Henüz bir yaşında bile olmayan küçücük bebeği kucağından indirip yere salan sorumsuz anne benim karım ya da anam mı; bu aklımın sıfır noktasında bile değildi. Bir can vardı ortada doğurtanın ve doğranın koruyuculunda ve böyle bir durum yoksa onun da bu hayatta var olamayacağı...

Kahveler önü, meydan, beton köprü üzeri, çeşme yanları ve Hüseyin Çavuşların ev önüne uzanan dar uzun düzlük insan kalabalığı ile doluydu. Kimisi üçlü beşli konuşup sohbet ediyor, kimisi elleri ceplerinde laga luga sohbetlerde küçük adımlarla gezinti yapıyor, kimisi tahta kahve sandalyelerine oturmuş çay içiyor; hepsi de çok sakindi.
Sonrasında bir hareketlenme oldu. Oturanlar kalktı, geyikli sohbettekiler suskunlaştı, öte beri gezinenler askerlikteki "Geriye dön!" komutu almış gibi dön geri yaptı. Sanki olağandışı bir şeyler oluyordu.
Ben o zaman koynumdaki bebekle birlikte kadınların yaktığı Çoban Ateşinin yanına gitmiştim. Ne ben ne de bebek üşümüyorduk ama olsun ateşin harı, ışığı, yanan odunların hışırtısı elbette ikimize de çok daha iyi gelecekti.
Kadınlar da merak etmişti bu hareketliliği. Ne veya neler oluyor ki! O yöne baktılar. Ben de baktım.
Kısa boylu birisi beton köprüden geçmiş buraya doğru geliyordu. Kalabalık da sus pus peşinden...

"Aa Demirtaş bu!" Geleni tanıdım sanki. Gözlerim fal taşı gibi, bir daha bir daha baktım. İnanılası değil ama onun ta kendisiydi. Demirtaş Devletli! Yemin ederim komşular bu adam Demirtaş Devletli!

Kadınlar bön bön, ne dediğimi anlamamış gibiydi. Şaşkın şaşkın bir gelene bir de bana bakıyorlardı.
O da ne?
Ya da kim?
Hangi komşu köyden?
Neyin nesi kimin fesi?
Düğün değil bayram değil neden gelmiş?
Şeker bayramına şeker, kurbana koç mu getirmiş?
Damada iki öküz, geline beşibiryerde mi verecek?

Yok be yok! Ne alaka! Be komşular siz de bir alemsiniz yani! Hangi devirde hangi ağa takılıp kaldınız? Balık mısınız siz? Yani hafızanız balık. Hani radyo vardı eskiden. Hani haberler vardı. Sonra türküler şarkılar vardı. Bir de arkası yarın vardı. Radyo Tiyatrosu yani. Yani dinlemişsinizdir; Zeliş. Yani hani Necati Cumalı...
Şimdi televizyon var. Kimisi yandaş, kimisi muhalif. Kimisine özgür basın diyorlar. Yani sözde tarafsız.
Hem de akıllı telefonlar var artık. İnternet var. Sen sor o söylesin, neyi öğrenmek istiyorsan...
Ama siz Esra Seda Nida filan izliyorsunuz tabii. Kimin eli kimin cebinde! Kim kimin altı kim kimin üstünde! Kim kimi kim kimi. Karı kocayı boynuzlamış, koca da karıyı baldızla aldatmış. Boynuzlu kocanın çocukları başka bir adamdanmış. Adam karısını yağlı urganla ağaç dalına asmış. Kadın kırk yıllık kocasına büyü yaptırmış. Oha! Höşt! Hırr! Bütün bunları dört göz izleyin kepçe kulak dinleyin ama şu dağ köyünüze gelenin kim olduğunu bilmeyin, bilemeyin. Sandık kurulunca oy verin ama kimi seçtiğinizi önemsemeyin! Sonra yanıyoruz susuzluktan, ölüyoruz açlıktan diye feryadı figan edin. Lan bu adam Demirtaş Devletli’dir. Şu başınızdaki sırık adamın köse işbirlikçisidir. Şimdi yandım anam keten helva! Onları kendi ellerinizle siz seçtiniz. Düşünmeden taşınmadan başımıza siz bela ettiniz.. Yaaa!

Demirtaş Devletli bir siyasi partinin başkanıdır. Aynı zamanda şimdiki hükümetin derin ortağıdır. Kimisi ona küçük ortak der ama onları boş verin. Küçüklüğü boyundan geliyor olsa gerek. Yarım Asırı aşkın bir süre örgütlüdür. Kimisi onun için "Siyaset yapar ama politika üretmez." der. Geçin. Politikasız Derin Devlet mi olur? Ocakları var, Bucakları var, Sivri kulaklı Kurtları ve onların dikenli kucakları var. Gözü kara ne çok adamları var.
Bu adam gittiği her yere kara urbalı beli tabancalı adamlarıyla gider. Ama bu sefer ne kara urbalı adamlar ne konvoy olmuş çakarlı kara arabalar; yalnız tek başınaydı. Bir de kucağında taşıdığı iki üç yaşlarında kız çocuğu vardı. Acaba siyaseti mi bıraktı?

Bu çocuk kim veya kimin? Kendisinin desek... Bu yaştaki bir adamın çocuğu olur mu? Torunudur desek... Onun kızı veya oğlu var mıydı? Acaba siyaseti bıraktıktan sonra kendisine bir evlatlık mı aldı?

Yanımıza geldi. Kaşları çatık suratı asık değildi. Gülümsüyor, öyle sevecen bir yüzü vardı.
"Selamünaleyküm."

Bu sözcük Arapçadır. Mesela merhaba dese... O da Arapçadır. Ya da Farsça. Bizim herkesçe bilinen, benimsenmiş, yaygın bir şekilde söylenen Türkçe bir selamlaşma sözcüğümüz yok mu? Oysa bu yüksek mertebeli Devlet Adamı öteden beri Türkçülüğüyle övünen birisidir. Türk’müş. Veya Yörük. Veya Türkmen. Ataları Mersin, Adana, Muğla, Antalya gibi çevrelerde göçebe yaşamış eskiden. Dağlarda, Yaylalarda, Ovalarda keçi gütmüş, kıl çadırlarda yatmış kalkmış. Onların İslamiyet’ten önceki ataları birbirleriyle nasıl selamlaşıyordu ki?
Ey! Bre! Mare!
Ben selam alıp cevap vermedim ama ateş başındaki kadınlar az çıkan sesleriyle; "Ve Aleyküm Selam" dediler. "Barış Üzerinize Olsun" demekmiş bu. Kim biliyor ki! Acaba büyük devlet adamı Demirtaş Beyin kendisi biliyor mu?

Kucağındaki kız çocuğunu yere indirdi. "Isınsın biraz." dedi. "Üşümemişse bile ateşi seyretsin..."
Seyretsin dedim içimden. Sen de seyret. Ateş mi gördüğünüz var o koca şehirde? Gerçi Meclis Bahçesinde yakanlar var. Mangal partisi bile yapıyorlar. Sucuk, köfte, balık... Sen gitmemişsen bile camdan seyretmiş olabilirsin.

Bu arada arkadaki kalabalıkta bir hareketlilik yaşandı. Yol açıldı, oradan beriye küçük ama hızlı adımlarla birisi geldi. Öfkeli gibiydi. Sanki burnundan soluyordu. Koskoca parti başkanının yakınına kadar sokuldu ama ne Jandarma, ne polis ne de korumalar; "Hop, dur bakalım!" demedi. Çünkü onların hiçbiri burada yoktu. Bu ne cesaret beyim? Ne oldu, dünya tersine mi döndü!
O öfkeli kişi diklendi; gözlerini kırpmadan adamın yüzüne bakıyordu. "Ne işin var senin burada! Niye geldin?"
"Ziyarete geldim..."
"Ziyaret edilecek başka yer mi kalmadı?"
"Çok. Ama burası bir Türkmen Köyü..."
"Geç onu sen, geç! Biz kafatasçı değiliz. Eline beline diline... Biz herkesi severiz, ırkçı değiliz."
"Biz öyle miyiz? Bizi öyle mi bildiniz? Şaşırdım. Demek ki çok yanılmışsınız..."

Sonra bana baktı. Benim kucağımda da bir bebek vardı.
"Adın neydi senin?"
"Nadir... Nadir Kızılcık."
"Nadir Beycim kimdir bu kişi, tanır mısın?"
"Elbette. Buradaki herkes onu tanır. Adı Saltık. Saltık koyunculuk yapar. Sürüsü var..."
"Sarhoş mu?"
"Sanmıyorum. Ama kışladaki işi bitince iki tek atmıştır."
"Bak çoban, ben bu köye daha önce de gelmiştim, sen görmedin mi?"
"Yüzünü şeytan görsün!"
"Bak keçi çobanı, şu göl var ya, çeşmenin önündeki. Şu termal göl. Onu ben yaptırdım. Hiç duymadın mı?"
"Şeytan duysun! Hem ne termali be, sıcak su buz tutar mı? Yalancı! Masal mı anlatıyorsun? Sen kimi kandırıyorsun? Derdin oy ise avucunu yala! Sen de düne kadar sövüp saydığın o sırık da, ikiniz de gidicisiniz. Termal suymuş! Kaplıca, ılıca.. Lan kaynar su buz mu tutar?"
"Buz mu tutmuş?"
"Git sok elini. Buz lan buz! Git kay üstünde. Topaç çevir. Hani topaç, dönsün dönsün dursun. Fırıldak gibi. Kimileri öyle dönmeyi çok iyi bilir. Biz de o dönenleri biliriz. Bugün böyle, yarın öyle. Dün dost Esat, bugün düşman Esed. İp kimin elinde adamım, ip kimin elinde? Neyse, şimdi kıs kuyruğu git. Beni daha fazla konuşturma. Sonra devlet adamına hakaret. Sonra sabaha karşı. Sonra polisler. Baskın. Sonra gözaltı. Sonra tutuklama. Sonra mahpus... Haydi haydi çek arabanı!

Tevfik Tekmen Aralık/2024 Saklıköy/Stranca

Paylaş:
3 Beğeni
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 

Topluluk Puanları (1)

10.0

100% (1)

5.0

100% (1)

Sırık adamın köse ortağı Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Sırık adamın köse ortağı yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Sırık Adamın Köse Ortağı yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
İbrahim Kurt
İbrahim Kurt, @ibrahimkurt
26.1.2025 21:49:05
5 puan verdi
Çok beğendim hocam sizi ve çalışmalarınızı kutluyorum
HIZIR AYDER
HIZIR AYDER, @hizirayder
26.1.2025 09:16:46
..yazı ırkçı.
site ilginç.

HIZIR AYDER tarafından 26.1.2025 09:22:05 zamanında düzenlenmiştir.

HIZIR AYDER tarafından 26.1.2025 09:22:45 zamanında düzenlenmiştir.

HIZIR AYDER tarafından 26.1.2025 09:44:05 zamanında düzenlenmiştir.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL