2
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
333
Okunma

Çok şey yoktu beklentilerde veya beklentiler beklenilmesi gerekenlerdi, hayalden ziyade gerçeklerdi. Bu duygu ve düşünüşle yaşanıldı yıllarca ve huzurla. Ne de güzeldi beklentilerin beklenmesi. Onlar çok uzak değillerdi bize, biz yakınlaştırmıştık bir şekilde onları ve hayalden çıkarak gerçekliğe de bürünmüşlerdi. Masallarla çokça beslenmiş bir kuşak olsa da ayakları da sıkıca yere basanlardı o dünler.
Genel kanı bir at ile bici hakkında, binicinin at tarafından taşınması olsa da, yılan sokması soncu hayatî tehlikeye düşen atını sırtlayarak ilkyardım için onca mesafeleri kat eden bir insanın durumu bambaşka bir şeydir takdir edersiniz. Onu adeta hayatının tamamlayıcı bir unsuru, vefalı dostu ve ailesinden biri gibi gören bu değerci yaklaşımın çokça örneği de vardır kuşkusuz. Aynı şeyin zıttını da hayvan dostlarımızdan bizlere doğru olan vefa şeklinde de görebiliyoruz. Tekerlekli sandalyesinden düşen bir insana yardım için cebelleşen at, sıradan bir değer silsilesinin ne denli üzerinde bir davranıştadır değil mi? Karşılığında sadece; onurlu duruş, vefa, sevgi, değer verişten başka bir şeyi barındırmayan bu özgecilik ruhundan her birimizin esinlenmesi gerekiyor sanırım.
“Her insan için bir kıymet içerir o eskiler
Bir de bak ki güne, neredeymiş değerler
İçinde bizden bir şeyler vardı her şeyde
Biz çıkınca içinden, nasıl da yabancılaştık
Ve dilimizde pelesenk o, bitmeseyi o dünler...”
Kimseler Kaf Dağı da dediğimizi ve kanımca gerçekte de bir şekilde var olan bu ulaşılmaz gibi görünmekte olan realiteyi, günümüz gerçekliğinde de imkansıza yakın oranda algılamamıza neden olan şey nedir öyleyse? Bir çiçeğe dokunmak kadar kolaylıkla hissedilebilen o ulvi duygular neden bugünlerde soldular, yittiler? Daha az ve son derece de ilkel koşullarda ulaşılabilir olan o hayatın rengârenk yanlarını nasıl oldu da köhneleştirdik, bitirdik? Bizlerdeki normal dışı doyum mevzuları bakın ki nelere yol açmışlar zamanla…
Maddi değeri ne olursa olsun, bir başkasını düşünüşün en doğal, samimi ve sevgi dolu, değer kokan hediyeleri neden gereken karşılığı göremezler artık? Güya sözlere takılmayalım derler ve fakat yine de maddi karşılığını öncül kılarak taarruzdan da geri kalmazlar nedense. Bu ikiyüzlü yaklaşımları esefle kınıyorum bu anlamda. Güya düşüncesi güzel olanda aranmaması gereken o maddi kıstas ne oluyorsa bir şekilde kendini en habis şekilde ortaya koyuyor ki. Ve eldeki hediyeler, en hissiyatlı anları doğursun istenirken, hüsnü hayallerin ta kendileri oluyor maalesef. Hani hatırlanmanın güzelliği, hatırlayanın hassasiyeti? İçini giderek maddi hezeyanlarla doldurmuş ve önceliklerini başka şekilde sınıflandıran günümüz insanı, belki de bu nedenle o istediği mutluluk hissiyatını hiçbir zaman tadamayacaktır.
Birkaç ayda her biri bir asgarî ücretin en az yarısından fazla değerdeki cep telefonları ne de hoyratça kullanılıyor, kırılıp dökülüyor ve sıradan bir meta haline gelmişlerdir öylece. İlk telefonunuzu elde etmek için ne denli fedakârlıklar içinde olduğunuzu bir hatırlayın lütfen. Kuponlar marifetiyle bunu yapanlar da vardır aramızda. İkinci el telefonlara dahi gıpta ile bakıldığı o yıllarda yepyeni bir cihazın ilk sahibi olabilmek doğrusu büyük bir ayrıcalıktı da. Bir de bakın güne, tam bir değersizlik abidesi gibiler. Onlar değerce aynılar aslında ve fakat günün insanlarının onlara biçtiği kıymet oldukça tuhaflaşmıştır nedense. Aynı şey, evdeki salonun ve hatta mutfakların tam da başköşelerinde durmakta olan ve doğru amaçlar için de çok kullanılmayan televizyonlar için de geçerlidir. Nerdeyse aile içindeki tüm mahremiyetin yıkılmış olduğu haliyle öne sürülen programlar, bu teknolojiyi ile toplumsal değerlerin yıkımı aşamalarını daha da hızlandırmış gibi duruyorlar.
Aklıma birden bire son yaşanan depremdeki bir trajedi gelmedi dersem yalan olur. Muhtemelen Adıyaman`dan bir depremzedeydi. Bükülmüş beli ve son derece manidar yüz hatları ile uzunca bekleyişlerden sonraki ümitlerin nasıl da yıkılabildiğini her şekilde yansıtan halinde, elinde tuttuğu açılmamış bisküvi kutusu ile tam da bir dramı yankılamamış mıydı milyonlarca izleyiciye? Günlerdir ümitle enkazdan gelecek müjdeyi beklediği anlarda, saatlerce aç kalabilme pahasına nasılsa bir esnaftan satın aldığı o bisküvi kutusu ne kadar da derin mesajlar içermekteydi. Kendisine uzatılan mikrofona konuşmaya başlayınca tüm gerçek su yüzüne çıkmaya başlamıştı zaten. Enkazdan sağ çıkacak çocukları vardı onun. Büyük ümit bağladığı bu hayat memat meselesi habere o denli dayanmıştı ki sormayın? Belli ki başkaca kimsesi de yoktu beklediği. O beklenen haber gelmedi, gelemedi. Beklediği, ümit bağladığı çocuklarının hiçbiri sağ çıkamamışlardı bu trajik depremden. Ellerinde öylece kalakalan bisküvilerden birini dahi eksiltmeden bekleyişini sürdürecekti belli ki. Kimsenin böylesi bir sınavdan bitimsiz bir ümitle beklemesi ve büyükçe de bir sabır göstermesi pek muhtemel midir, değil midir bileme ve fakat benzeri şeyleri bizlerin de zaman zaman yapabildiğimizi biliyorum. Ne büyük bir sevgi, beklenti, özveridir bu. Kelimelerin sesinin gerçekten de kısıldığı bir yer varsa tam da orası olmalıdır. Ve son yemeklerini ( kuru ekmek, su) yemek üzere iken birazdan büyükçe bir sınavın, ateşle imtihanın içinden geçecek, nefislerini tümüyle bir kenara itecek güçteki binlerce Mehmet`in böylesi sınavları olmamış mıdır? Elindeki testi ile su ihtiyacı için siperleri dolaşmakta olan nefer, son nefeslerini vermek üzere olan yaralıların yanındadır ve fakat her birinin verdiği cevap aynıdır. “Daha çok ihtiyacı olana ver o suyu”. Ve ne yazık ki hiçbirisine kısmet olmamıştır bugün hoyratça kullandığımız o su. Yine fark etmeden tükettiğimiz ve hiç sorgulama zahmetine bile girmediğimiz onca nimetin kimi zaman ne kadar da pahasız ve değerli oldukları gerçeği biz onların kıymetini bilene değin değişmeyecektir kuşkusuz.
İlk arabanızı bir hatırlayın. Onu aldığınız günkü coşku, sevinç ne de tarihsizdir tahmin ediyorum. Asfalt üzerinde çokça aracın olmadığı o eskilerde bir aracın modeline, markasına takıntı olmaksızın bir değer atfedilirdi. Sizi dilediğiniz gibi her an bir yerlere götürebilen bu metalar ulaşılmazdı, büyük özveriler ile alınabilirdi. Günümüzde de çok farklı değil bu durum esasında. Ne var ki daha bir gelişmiş onca teknolojik özelliklerine rağmen, günümüz insanının özel aracına pek ihtimamlı davranmadığı görmekteyiz. Yeri geldiğinde on yılı aşkın süre orijinalliğini koruyabilen, asfalttaki asli görevlerini aradan geçen yıllara karşın yine de başarıyla yapmaya devam eden o araçlarla, sadece birkaç yılda sanki onlarca yıl kullanışmış hale gelen son model araçların mukayesesi çok ilginç olmaz mıydı? Ne kadar mükemmel, estetik, teknolojik, maliyetli de olsalar, bu araçları, alet ve makinaları kullanan insanlar, geçmişin değerleriyle yaşayanlar değiller artık. Hangi emek, birikim, ar-ge, maliyet ve bedellerle o ürünlerin üretilmiş olması gerçeği bile, değerce anlam ifade etmelerine yine de yetmiyor.
Eski dizüstü veya masaüstü bilgisayarını günün beklentilerini karşılamayacak hale geldiğinde farklı bir anlayışla yeniden kazanabilme ve kullanılır kılma seçeneklerine bile son derece hoyratça bir bakış açısı var. Belli kıstaslarla bu cihazları “android işletim sistemi” ne döndürerek yine de kullanabilmek mümkün oysa. Böylesi bir tercihte ilk duyacağınız şey, “Halen o eskilerle mi uğraşıyorsun?” olurdu muhtemelen. Bu durum, yeniden kazanabilmeyi felsefe olarak yeterince iyi işleyememiş olduğumuz da gösteriyor aslında. Eski model bir tv ekranı bu anlamda pekâla bir bilgisayar ekranı olarak da kullanılabilir ve böylece yeni ekran alma maliyetinden de kurtulabiliriz bir süre de olsa. Eminin büyük bir çoğunluğun evinde çok sayıda teknolojik ürün gündemden düşmüş olmanın verdiği bu kıymetsizlik ve geri dönüştürme, farklı şekilde tasarlama , kullanma mantığının bir kenara itilmesinden ötürü müzelik olarak bir depoda durmaktadır. Ne kadar da üzücü bir durum bu. Bizleri sürekli yeni ürünler almaya itmekte olan günümüz dünyası, alınan her ürünü de kısa zamanda doyumsuzlaştırarak değer atfedilmesinin önüne bent çeken bir düşünüşü dikte etmektedir. Bu değersizlik rüzgârı madde ile de sınırlı değildir artık.
Ömründe bir kere hacca gitmek isteyen ve fakat bunun için de gereken şartları sağlayamayan binlerce insan, fırsatını bulup oralara giderek, kutsal mekânların havasını teneffüs ettiğinde dahi geçmiştekine benzer bir etkilenimin olmadığını da şahsen müşahede etmekteyim. Binlerce kilometre uzaklığa erişimi daha zahmetsiz, hızlı ve son derece de konforlu kılmış bulunan ulaşım vasıtaları, bu yolculuğun ve nihayetinde de manevi kazanımlarının büyük ölçüde önüne geçmiş bulunmaktadır. Aylarca yol kat ederek; kimi zaman suzuzluk ve yerinde de açlıkla, doğal hayatın türlü zorluklarıyla adeta cebelleşerek kutsal mekânlara ulaşabilmeyi başarabilmiş insanların beklentileri, yolculuktan ve bu mekânların verdiği uhrevi atmosferden aynı oranda etkilenmeleri de ne mümkündür ki. Bedelleri olmaksızın elde edilen ve veya sunulan şeyler çok da kolayla harcanmaktadır ne yazık. Üç veya yerinde de dört öğrenci tarafından kullanılmış masa-sra takımları kim bilir kaç nesli yetiştirmişlerdi. Güne göre estetik, alımlı ve bazı kullanım kolaylıkları da getirmemekle beraber, bu masa-sıra takımları belki de onlarca yıl sağlam kalabilmişlerdi. Oysa en kaliteli ürünleri dahi sınıflara konuşlandırdığımızda çok kısa sürelerde bu temel demirbaş ürünlerin kullanılamaz hale geldiklerini de üzülerek görmekteyiz. Sorumlu otoriteler ne kadar da çaba sarf ederek bunların “devlet malı” olduklarını ve uzunca süre kullanılmaları gerektiğini anlatsalar da evdeki eşyalarını da bu şekilde kullanan ve son derece hassasiyet yoksunu şekilde değerlendiren yeni kuşak, talep edilen başarıyı gösterememekte, değersizlik davranımıyla da yoluna devam etmektedir.
Ne var ne yok her şeye kolaylıkla erişi, deneyimleyebilme şansı ve veya ulaşabilme durumu insanların o şeylere karşı tavırlarını da elbette büyük oranda değiştirmektedir. Geçmişin gözleriyle de bakabilen eski kuşakların hayretleri içerinde yaşana bu manzara, değerlerin nasıl oluşmuş olduğu ve aynı zamanda da nelerden ötürü de elden gittiklerini her haliyle özetlemektedir de. Edebiyatınızı, sabrınızı, nefesinizi ne denli zorlarsanız zorlayın bu hakikat pek de değişmeyecek gibidir. Bedeli ödenmeyen ve veya yeterince bedellenemeyen şeyler değer de kazanamıyorlar. Özgürlüğünü hiç yitirmemiş bir insanın onun kıymetini bilebilmesi ne kadar mümkünse, cebindeki paranın azlığından ötürü o çok istediği ürünü alamayan için de durum tam tesridik muhakkak. Burada “ nimet” olarak atfedilen şeylerin farkındalığı ve bunlar için başkalarının ne denli özveriyle, terle, emekle bir savaşımın içine girdiklerinin anlatılabilmesiyle belki bir ölçüde yol alınabilir. Elbette kullana geldiğimiz her şey veya hizmet bizlerden değerli değildir ve fakat bu olanakların, yerinde mekânların, araçların hakkı ile işe koşulmaları ise beklene olmalıdır. Nasıl olsa yenisi var, biri gider gelir diğeri gibi yaklaşımlar, zamanla en tehlikeli mecraya da sıçrayabilmektedir. O ise, kişiler arası ilişkilerdir. O ilişkilerde sevgi, saygı, sabır, sebat, samimiyet, vefa gibi bizi biz eden çokça şey vardır. Buradan şu çıkarıma varmak gerekirse, arabasını kullanırken ihtimamlı olan ortalama birey, kişiler arasın ilişkilerinde, mesleği icrasında, ailevi sorumluluklarında da benzer bir olumluluk içinde olacaktır. Arabasının kapısını olabildiğince sert ve kabaca kuvvetle kapatan birinin, sosyal ortamlarda da değerler silsilesinin neresinde olduğunu siz düşünün. Ne demişti rahmetli Bozkırın Tezenesi “Saz çalmayan, tel kadrinden bilir.”
Dıştaki zarafet, maddi kazanımlar, ünvanlar ve dahası bizi daha iyi, değer katan, esinlenen bir insan kılmıyor, kılamayacaklar da. Onca maddi zorluklara rağmen yüzünden tebessümü, davranışlarında ölçülülüğü, nezaketi ve yardımseverliği ile hayatımızda derin izler bırakabilen insanlar da var elbette. Onların bulunduğu mekân daha bir derinlik kazanmış, sözleri kulaktan ta zihnin derinliklerine kadar işlemiş, davranışlarıyla, duruşlarıyla da esin vesilesi olmuşlardır. Günümüzün bu anlamda adeta kokuşan, samimiyetten fersah fersah uzak, gözlerinin içine bakarak da gerçekleri çarpıtan ve değersizleştiren bu yanları hayatı ne de cılız kılıyorlar. Yürekten alkışa mazhar olabilmenin ayrıcalığını her insan bilemeyecek, anlayamayacak da. Bizler bedeni, aklı değil, öncelikle ruhu doyuranları tercih ediyoruz. Cepleri oldukça doluca ve sağlık için de yeteri kriterleri sağlayabilen binlerce, milyonlarca insan neden mutsuzlar acaba? Giderek artan intihar olayları, inançlardaki ciddi manadaki savruluş, normal denenin çok dışındaki marjinalleşmiş bireyler toplumun geleceği adına kaygı verici değil midir?
Kalplere dokunamayan, onun desteğini alamayan, ondan ilham bulmayan hiçbir şey uzun soluklu olamıyor. Bunu başarmış olan her ne var ise asırlara meydan okurcasına yeniden ve daha bir güçlüce çıkıyor ortaya. Biz anlayışının da destek bulduğu bu duruş ne kadar da özlenmiştir günümüzde. Sözde değil, özde bir yaşamın ortaklığında, aidiyet duygularının da alabildiğine yükseldiği, nefislerin de ahlaki süzgeçten geçmekte olduğu bir hayatı özlemeyeniniz var mı? Var olanların yokluğunu düşünerek, esasında bunlarla hayatın ne denli yaşanılabilir ve renklenebilir olduğunu kavrayarak, elimizdeki şeylerim maddi veya manevi anlamda her ne iseler ölçülü kullanılması gereğine dair bilgi, bilinç ve alışkanlıklar bizleri daha iyi insan, vatandaş, kul kılabilecektir. Her birimizin bu ölçüyü önce kendisinde test etmesi, pekiştirmesi, sonrasında da diğerlerinin bu anlamda etkilenerek, değerler silsilesinde her yönden yükselişe katkı sağlayabilmesi dileğiyle.
“Sel gider, izi kalır. Ama ne izdir ki bu selinden daha bir büyük, coşkulu, duygu üstüne duygu yüklü. Matematikteki üslü sayıların üslerindeki artış gibi kümülatif bir artış; sevgi öznesinde, vefa öznesinde, ortak göz yaşları denince, kavuşmanın derince hayallerinde bir büyümeyle.
Milletlerin tarihsel akışları içinde öyle isimler gelirler ki, ne geliş. Bedenleri yiter gider de eserleriyle nesilden nesile yaşamaya devam ederler. Bihassa da duygulara değmişse, dillerde ortaklaşa dizelerden bir ortak bir öykünüşe, empatiye evrilmişse, milletin malı da olabilmiş demektir.
Merhum sanatkâr, besteci, yazar, şarkıcının en yansız ifadelerle özeti şu cümlelerle anlaşılabilir:
Toplamda dokuz defa Altın Plak Ödülü kazanan sanatçı sinema filmlerinde de yer alan kendi yazdığı şarkılarla ünlenmiştir. 30’dan fazla albüm ve 30’un üzerinde film yapan 1982 yılında ise kendi adına Ferdifon Plakçılık şirketini kuran sanatçı 2009 yılında da inşaat sektörüne girdi. Neredeyse sıfırdan zirvelerin de zirvesine çıkma başarısı gösteren sanatkar, kendini takip eden sevenlerine ilham ve motivasyon kaynağı da olabilmiştir. Kanıca ona göre azmin, sabırla çalışmanın, özverinin bir neticesi vardır. İnsanlar bir şekilde hedeflerine ulaşırlar. Yeterki yollarına devamda kararlılık gösterebilsinler. O, toplumun bütününe yönelik, sevgiye, güzelliklere dönük, birleştirendi bu anlamda. Caddede görünmeyi versin, trafik durur, konserinde mikrofonu izleyenlerine yönelttiğinde ise dünyanın en eğitimli, en gür, en samimi korosu can bulurdu. Bizlerden biriydi, kibirli değildi, halka inen, dinleyendi. Bu yönüyle yüreklerdeki izi oldukça derinlerde yer aldı.
Bir insanın vefatından sonraki toplumsal durum, o insanın nasıl yankılanmış olduğunu, nasıl anlaşılmış olduğunu ve topluma neler katabildiğini oldukça net gösterir şüphesiz. Bu anlamda bir hayranının aşağıdaki alıntıda yer alan davranışı bu yankılanışı ve anlayışı ne de güzel vurgulamaktadır:
“Serik’te yaşayan, Ferdi Tayfur hayranı pamuk şeker ve balon satıcısı Sait Kocakaya, sevdiği sanatçının 2 Ocak’ta Antalya’da tedavi gördüğü hastanede ölümünün ardından kent merkezinde kurduğu seyyar aracında ücretsiz pamuk şeker dağıttı. (www.ilerigazetem.com/tayfur-hayrina-ucretsiz-pamuk-seker-dagitti/112114/)
Günlük yevmiyeleriyle aldığı müzik çalarında merhumun şarkılarını dinleyerek hayata tutunan, motive olan bu genç, O`nun ölümünden sonra kendi imkânlarıyla farkındalık oluşturan bir örnekliğin de öznesi olmuştur. Sanatkârların toplumsal yapı bakımından elbette büyük misyoları vardır. Bu misyonun birleştiren, duyguda ortaklıkları çağrıştıran ve birlik ruhunu kamçılayarak empatik tutumu öne çıkaran oluşu, sanatın icrasında da gayet sade bir dil ile kitlelere ulaşmış olması son derece önem arz eden konulardır. Günün bazı şarkıcılarının dillendirdikleri ve halkın anlama sığasını zorlayan eserler bu anlamda uzun soluklu olamamışlardır doğal olarak. Tam da bu anlamda ta ki 1970`lerin kaleminden, yüreğinden çıkan ve halen de büyük tutkuyla dinlenen, söylenen şarkılarıyla merhum Ferdi, zamana yenilmeden dimdik de ayakta kalabilen nadir bir değerdir.
Bir röportajında topluma, sanata, hayata dair dikkate değer açıklamalarda bulunurken de şunları dile getirmiştir:…. “Benim korumam halkımdır. Halkın arasında tek başıma geziyorum. Sanatçıyız biz, kendimizi kimden koruyacağız ki? O yüzden korumayla gezenleri anlamıyorum. Ben hep söylüyorum, yine söyleyeceğim; sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur. Sanatçı aydındır, tüm menfaatlerini bir kenara koyup ülkesini düşünendir. Sanatçı milleti için, memleket için sanatçıdır.O tarafın, bu tarafın sanatçısı olunmamalı. Önceliğine milletinin çıkarlarını koymalı. Çünkü memleket yoksa bizim sanatçılığımız da bir işe yaramaz.” Yaratılıştan aldığı yeteneği tutkuyla icra ederken milyonların da gönlünde taht kuran merhum Ferdi, birimizin değil, hepimizin ortak paydasıydı bu anlamda.
(www.cnnturk.com/magazin/galeri/ferdi-tayfurun-yillar-onceki-o-istegi-dikkat-cekti-oldukten-sonra-hayatimi-film-yapmasinlar-2214313?page=2)
Daha ilkokullu yıllardayken kulağıma çalınan ve süreklice ve çoğunda da bilmeden dilime pelesenk olan “ Çeşme, Huzurum Kalmadı, Almanya Treni,….” birkaç mısralık ezgiler daha taş plaklı devirlerde öylesine yoğun da dinleniyordu ki, zamanla bu güzel hissiyatlar uyandıran, zaman zaman da zamanı durduran şarkıların tümünün sözlerini ezberden de söyleyebiliyordum. Bilinçaltımıza kadar işlemiş ve her nedense bu şarkılara pek itibar etmediklerini dile getirmekle birlikte kuytularda da bilhassa merhum Ferdi`nin şarkılarını dinlemekten de geri kalmayan azımsanmayacak kadar da bir grup vardı. Entellektüel yanlarından olsa gerek, arabeske bir müddet hor bakanların da bu rüzgârdan epey bir etkilendiklerini yine zamanla görmüştük çoğumuz.
“Sevenlerin değil, sevip de kavuşamayanların şarkılarını yazdım, okudum, yaşadım..” ifadeleriyle kendini tanımlayan eşsiz ses, arkasında milyonların hayranlığını, burukluğunu ve asla ölmeyecek eserleriyle de sanata vurduğu mührünü bıraktı adeta. Hasılatlar kıran filmleri, aşılamayan izleyici kitlesi ve her biri derince duygularla belleklere yerleşmiş eserleriyle bir devre değil, yürekten sevgiyi hissedebilen tüm devirlere iz bıraktı. Çok ses gelip geçti bu güzelim yurdun zemininden. Her birinin belli bir takipçisi, izleyeni, dinleyeni de vardı. O, çok yönden bir istisna olabilmeyi başardı.
Mesleğim gereği ne de çok yürek sızısı dinliyor, anlaşılmayı bekleyen, anlaşılmanın hazzını umut edenlerin anlayanı olmaya gayret ediyorum. Tam da bu noktada bizleri adeta bam telimizden yakalayan duygu insanı merhum Ferdi, her yaşanılan zemine uygun bir şarkısında bizlerden birini yaşıyor ve sanki terapi gibi de işlev görüyor kanaatindeyim. Evet, bu ülkenin çok ağır ekonomik sorunları var. Gençlik iş peşinde koşuyor. Emeklilerin geçim sıkıntısı, asgarî üretim içler acısı satın alma gücü,… Bunlar bir kenara, her şeyin üzerinde bir de anlaşılabilme, duyguları yansıtma ve yaşayabilme ihtiyacı da var kuşkusuz. Sadece karın doyurmak, bunun için mesleki doyumu elde etmek, yüksek gelirlere sahip olmak, varlılık hale gelmek de yetmiyor. Şu gönül yanımız sürekli biçimde dünden, bugünden bir acıyla pansuman istiyor. Yitirdiklerimiz, bir daha elde edemeyeceğimiz geçlik yıllarımız, çocukluğumuz, yaşama sevincimiz ve yarım kalan gönül maceralarımızın izlerine tercüman aramıyor muyuz? İşte burada benzersiz ezgileri, şaheser sözleriyle sanki bu dünyanın dışından ve fakat bizeyse ilaç gibi tesir eden o şarkıları dinlemek, mırıldanmak, bir enstrümanda çalabilmek ne büyük bir dışa vurumdur. Her ne şekilde olursa olsun, içimizde giderek büyüyen ve sağaltıla halinde duran bu yanımızın beynelmilel aracı olarak karşımıza çıkıyor benzersiz şarkılarında merhum Tayfur.
Ve aradan yıllar geçmiş, biz ise genç adam olmuşken, daha bir ilgi ve tutkuyla hayranlığa varan sevilerde ve belki de ötelerde bir ilgiyle takip ettik büyük sanat adamını. Dinledik, söyledik, çaldık şarkılarını, filmlerini izledik, doyamadık, doyamadı kimler izledi ve dinlediyseler. Benim Ferdi`m değildi O, gizliden veya apaçık herkesin Ferdi`siydi. Aramızdan ayrılalı henüz bir iki gün geçmesine rağmen, nasıl da yankı buldu bu acı haber tüm yurtta. O, her dinleyeni tesiri altına alan olağandışı müzik formatıyla daha yıllar yılı dinlenecek olan nadide bir isimdir.
Dedik ki çocukluktan geçliğe derken, albümlerinin neredeyse tümüne erişmiş, literatüründeki tüm şarkıları da yüzde yüze yakın oranda biliyor, seviyordum. Ne de çok dinlediğim, izlediğim konusunda aldığım eleştirilere gülüp geçtiğimi iyi hatırlıyorum. Her yıpratıcı eleştiriye “ Bir gün yeni nesiller de O`nu tutkuyla dinleyecekler şarkıları daha güçlü seslendirilecek” diyordum. Ben yanılmadım, yanılmam da mümkün değildi. Zamandan ve mekandan sıyrılarak ;derin bir ruhi yansıtışın, anlaşılmanın ve bu anlamda onlarca psikiyatrın kısa zamanda başaramayacağı işleri başararak , bizi; yeni güne, saate, aya, haftaya ve yıla hazırlayan, adeta resetleyen bu durum, o tılsımlı şarkıların koskoca topluma da terapi gibi geldiği anlamındadır .
O, sadece sevenlerin, her şeyin üzerinde sevgiyi özne kılanların, bu uğurda zamana meydan okuyanların ve fakat intikam, öfke, yakmak-yıkmak gibi hezeyanlara da kapılmamanın, teselliyi ezgilerde bulanların, duygu yüklerini kendinde taşımayı bir ömür vazife bilenlerin ortak paydasıydı. Sıradan hissiyatlarla o şarkıları anlamak ve değerleri hakkında hüküm vermek olası değildi elbette. Sanatının zirvesine nadiren ulaşan ve ölümü de öldürerek eserleriyle var olabilen sıra dışı bir değer.
Elbette ölmüş olan bedendir. Tarihimizin sanat zemininde olması gereken yeri çoktan almış, toplumun duygularına tercüman olurken, kimsesizlerin, boynu büküklerin, kader mahkûmlarının, maddi engellerden ötürü hayal ettikleri sevgilere ulaşamayanların ve fakat o ulaşılmazı yüreklerine gömenlerin, masalsı bir zemindeki saf sevgilerin öznesi olarak “bu toprakların duygu insanı” denince de ilk akla gelecek olandır.
Katar katar gurbet yollarına düşmüş 1960`lı, 1970`li nesillerin bu anlamda can simidi, hissiyatlarının sözcüsü de olmuştur merhum Ferdi. Kalabalığın içindeki sessizlerin, kimsesizlerin, dağ başlarında sürü otlatan çilekeşlerin, nöbetteki askerin, sevda derdine düşmüşlerin teselliyi buldukları öznedir Ferdi. Hayatın iniş çıkışları içinde oldukça ağır duygusal bunalımlara düşenlerin bir şarkı marifetiyle resetlenişi esasında muhteşem de bir şeydir kanımca. Açmazdaki binlerce insanın bir şarkıyla yeniden doğmaları hayata, motive olarak yollarına devamları az şey midir? Kucak dolusu paralar dökenler bile bu anlaşılabilme hazzından mahrumken, bir radyo, teyp, telefon gibi teknolojilerden biriyle o eşsiz şarkılardan tam da duruma uygun olanın atmosferini hissetmek, üçüncü derece bir yanığı ilk derce yanıkmışçasına pansuman etmek gibidir kanımca.
Sanata, dolayısıyla da duygu ve düşünüşlere ve sonrasında da davranışlara yön verebilmek, toplum hayatında da bunların karşılık görüyor olması çok değerlidir. Eser vardır günlük, haftalık, yıllık ömre haiz ve eser vardır asırlarca değerinden yitirmeden ve hatta giderek değer kazanan. İşte, merhumu böylesine tutkuyla sevmenin, dinlemenin paydalarında şu gençlik çağının hezeyanları vardır, dersek abartı olmaz. O ilk tutulmaların, biteviye sevgilerin, derin izler açan hasretliklerin, özlemlerin ortak duygu ve düşünüşlerini notalara dökmüş, kendine has yorumu ve oldukça da benzersiz ezgileriyle çokça neslin öznesi olmaya devam edecektir.
Kendi çizgilerinde kelimenin tam da anlamıyla “çizgi ötesi” olabilmiş bir değerin kaybı elbette çok üzücü. Bu fanilikte sanatına tutkuyla bağlı kalabilmiş nadir öznelerden biri olarak adı daima hatırlanacaktır kuşkusuz. Tutkulu hayranlarından biri olarak kendisine Allah`tan rahmet diliyor, saygı ve minnetle de anıyorum. Bir Ferdi Tayfur`du esen rüzgârın adı, O artık bütün milletin ortak paydası. Mekânı cennet olsun!
Oğuzhan KÜLTE