9
Yorum
14
Beğeni
0,0
Puan
981
Okunma


Değersizce harcama, yok etme, yok sayma derdinde birçoğu gibi zaman da, yok edemediğini çürütme çabasında bu çağ. Henüz dünyada mülk edinememiş varlığımın burada da yeri yoktu, diğer dünyada da hep birlikte layık gördükleri gibi, yedi kat dibinde, manzarası gayet sıcak bir yer ayarlandı. Onlara göre ruhumun hak ettiği, bana göre zatımın yersizliği. Gerçekçi olmam, bazı şeylerin farkına varıyor olmam nedense hep yanlış anlaşıldı, karamsar diye sınıflandırdılar durmadan. Anlatamıyorum ya da anlamıyorlar değil, artık galiba gerçekten anlaşılmazdım, çekilmez, geçimsiz, huysuz.
İyelik ve yapım ekleriyle kafam hoş değildir. Hiçbir şeyin sahibi olamadığım gibi, kimseyi de sahiplenecek kadar sevemedim sanırım, ne mal mülkü, ne yazdıklarımı ne de diğerlerini. Benim diye bir şeyi hiç benimseyemedim. Hiçbir şeye doyasıya sarılamadım şöyle sımsıkı. Sarıldıklarımda da hep tedirginlikle birlikte, hep tereddüt vardı içimde. Olduğumu zannettiğim şeylerin sonuna da ek koymayı sevemedim. Hiçbir şeyci olabilirdim belki de. Kendine herhangi bir şeyi uydurabilenler bu hayatta çok da güzel sahibi olabildiler her şeylerin, dava dedikleri, yol dedikleri, ölürüm dedikleri her şeyi bir müddet kullandıktan sonra gerilerde bırakarak hem de. Her çatı, her köşe ya da kısım, koltuk, loca kişinin iyi niyetini göstermek ama kendi çıkarını da içinde gizleyerek yoluna koymak, herkesi kendi düşüncelerinin doğruluğuna hep emin bir şekilde inandırmak maksadıyla kuruldu tüm bunlar ve beraberinde cümleler. İyi niyetlerinden şüphe etmedikçe cesaretleri artarak çoğaldı, yakıştıramadığımız her şey de bir güzel içlerine sindi, sessiz sedasız. Biz yakıştıramadıkça onlar hadsizleşti. Hâlbuki kimin üzerinde kimin hakkı ya da üstünlüğü vardı? Hak vardı belki ama ona da çok güzel kılıflar uydurmuşlardı, iç konforu adı altında. Biraz uğraşınca her şey yolunu buluyordu sanki dünyanın içinde. Bir biz yolumuza gidemiyorduk, bedel gerekiyordu, onu da ödemeye ne varlığımız, ne de gücümüz vardı. Hem gidemeyen hem de kalamayan, özelliğini yitirmiş eski bir eşya gibi kalakaldık öyle.
Varmak falan değildi bizim derdimiz, yolda olmaktı. Kavuşsak ne olacaktı, dünya şu kadarcık bir yer, uğraşmaya bile değmezdi, hem sonunda ölüm de vardı muhakkak. Bir şeyi sevmek için illa her şeyi bilmek ya da köküne kadar tanımak ya da anlamak gerekmiyordu. İnsan da yollar gibi uçsuz bucaksız bir ruha sahipti, kimininki okyanus gibi derin, uzak, karanlık kimininki de sığ, bulunabilir, dokunulabilirdi. İçerlediğim şeylerin içi bile yoktu bazen. İçsiz ve sapsızdım. Hiçbir şeyin sahibi olamadığım gibi herhangi bir şey de benim ruhumun sahibi olamazdı. Merhametten öte yol görünmüyordu içimde ve vicdandan yoksun hiçbir düşüncenin anlamı yoktu. Aynı şeyleri herkes aynı şekilde sevecek ya da inanacak diye bir şey de yok, tek kalıp olmadım, tarafıma tahsis edilen müşterekliğin içinden istifa ederek uzaklaştım, kendi içimin ışığı ya da karanlığıyla kendime rezerve ile yürüyorum. Karanlık da bazen yol göstericidir. Bilirsin, hissedersin gitmezsin. Ama bildiğini zannettiğin şeylerin kibrinden kurtulamayınca, daha yüksek bir kimse olmuş olmuyorsun. Daha inançlı, daha iyi biri olmuyorsun birilerini suçlayarak. Kimse kimsenin inancının hükmünü veremeyeceği gibi, ağırlığını, yükünü de bilemez, peşin hüküm veremezdi. Taksim edemez, kısımlara ayıramaz, dahası yargılayamazdı. Tüm bunlardan uzaklaşmam gerektiği için, inançlar benzer olsa bile bazen gidilen yol aynı olmadığı içindi haklı yalnızlığım, içimdeki çaba. Kinayelerden yıldığım için gizlendim, kibirden tiksindiğim için kapadım gözlerimi. Ama ruhumu kapatamadım, o birçok şeyi hissedip, ona göre davranmasını, hareket etmesini hep bildi bir şekilde. Kedi sezgisi gibi… Her şeyi en çok onlar istiyor, onlar hak ediyordu ödüllerini de, üstelik paylaşmaktan uzak bir şekilde. Değer gördüğünüz çukurlarda, cehennem zebanilerinin yaptığı azapları oturduğunuz yerden, sevinçle ve kör insafınızla izlerken, cennetten bir loca mı tahsis etmiştiniz kendinize? Tahsis değil de muhtemelen ummuş, bulamamış, sadece tahmin edebilmişsinizdir. Birinin azabı, diğerinin cenneti olabilirse eğer, zihninizdeki vicdan kısmını bir daha gözden geçirmelisiniz. Ki vicdan kabul eder, içine sindirir mi bunu, cevabı da orada saklıdır.
İnançlar rivayetten öteye gidemiyorsa, kim ne kadar inanıyor hangi birim ölçebilir? Bildiklerini herkesten farklı anlamıyorsan, bildiğini zannettiğin şeylerin övüncünden sakınabilir misin, hiçbir korku duymadan, isteyerek ve severek allayıp, pulladığın kutsallarını? Merhametinle değil de, yaptıklarının karşılığı olarak sınanmak istiyorsun, bunu hiçbir kelime ile anlaşılacak değildi bu, herkese bahşedilen lütuf sanki sana ödül olarak gelmişti, sen de onu kendine göre sahiplenmiştin. Anladığını herkesten farklı bir tek kendi zekânla bulduğunu zannederken, nasıl da çocuk sevinçleri büyüyordu içinde. Yalnızca kendinin sahip olduğuna inandığın, bencilce bir hevesten öteye geçemeyip, paylaşmaktan çok uzak… Paylaşım merhametin varlığını kanıtlardı hiç olmadı. Duymak istemeyenin bin tane kulağı olsa ne yazardı? Sürüklenip giderken böyle, bilinmezliğe…
Bunca yalan bu kadarcık zamanda yetti bana. Yediğim her acılı kelime sonrası içime dokundu. Kusamadım. Hakikate düştükçe yalnızlık, inanç, ölüm, korku gibi sahici duygulardan sadece bir tanesi kaldı. Uykusuzluk gibi, soluksuzluk gibi, orada bir yerlerde herkesle birlikte, dış dünyada, iç hayatta kendime yer edinememelerimle birlikte, hiçbir kalıbın şeklini alamadan, tüm sıvılığımla, sığlığımla, sığamadığımla, dünyanızdan feragat ediyorum. İğrenç klişelerden, hatırlanmamak için daha uzağa, unutulmaya bıraktım kendimi, sonra yalnızlığa, yanlışa düşmekten iyiydi yine de. Sebep ve sonuçlarım birbirinin cevabı değil artık. Hakkını veremedim hiçbir duygunun, biliyorum. Bu imtihanı geçemedim. Neye meyletsem elimde patladı ya da kalbimde. Gitmem gereken zamanda gidemedim, sevmem gereken zamanda sevemedim, sevilmeyecekleri sevdim belki de. Hem uzak hem de yakın oldum kendime, herkesten daha çok. Kendini bile tam anlamıyla tanıyamazken bir diğerini tanıyabilme yanılgısını orada bıraktım.
Hiç olamadan çıkılan yol seni nereye kavuşturabilir ki? Yetinemediğim yerde kendimden harcadım, dönemediğim yollarda çoğaldım, dağıldım, düğüm oldum. Zamanında açamadım, vaktinde gömülemedim, şu dünyadan dilediğim gibi süzülemedim. Ama her şey süzüldü gözlerimden, yanılgılar, yalanlar, sonraya bırakılanlar, çabasızca umutlar. Kazanmakta gözüm olmadı, kaybetmekten yüzümü alamadım. Bekleyen her şeyin değişmez kanunuyla bir yitim, kalım meselesi gibi demir attım. Beklediklerinde artmazdı kimse, fizik kurallarına göre size tanınmış süre içerisinde değişir, solar, çürür, en iyi ihtimalle ortadan kaybolurdu.
Hayatın meşguliyetinden oldukça müşkülüm. Rastlayamayışımı seviyorum bazen, denksizliğimi, dengesizliğimi, sindiremediklerimi susmaktan çok kusmayı. Büyük sarsıntılardan geldim, varlığımı bir düzene oturtayım diye. Ortalık yangın yeri, sokaklar suçlu, yollar girilemez. Ortada var olan bir suçun, suçlu bile değilsek, masumu da olamayız, görünmez zincirlerle bağlanmışken bu kadar, her şeyin birbirine bir şekilde borcu vardı ve alacağı ve en az bir çift lafı. Laf çıktıktan sonra içte durduğu gibi kalamıyor. Her şeyin ortasından kaçıp, gidilemiyor, toprağın vefasıdır ağaçları susatan ve sevdiren. Seni gölgesinde iyilerden eden… Bizim içimizdeki vefa giderek azalıyordu, kıyamete bir şey kalmayacak bu susuşla.
Cesetlerin korkacak bir şeyi kalmadığı için mi bu kadar konuşkandılar, biz öldürülmekten korktuğumuz için mi böyle ölü gibi susuyoruz? Bunca çürümek fazla değil mi artık bize? Bir yerde bitiremiyorsak, bir yerden başlamamız gerek, sonu yaşanılabilir kılmak adına.
23.09.2024 12:00
Nevin Akbulut
Not: Yazımı güne değer gören, Pek Değerli Seçki Kurulu’na sonsuz sevgi ve teşekkürlerimle,