2
Yorum
7
Beğeni
0,0
Puan
423
Okunma
Hastane Günlükleri
Ahmet’in sosyalleşme şekli hastane ziyaretlerine indirgenmişti. İlaç alacağı günleri sabırsızlıkla beklerdi. Bir gün önceden tıraş olur, karnında biriken asiti aldırmak için en sevdiği doktoru Melih Bey’e gider, her defasında kendisinin iyi olduğunu kanıtlamaya çalışırdı. Yenilmez adamdı; son evre bile ona karşı koyamıyordu. Bana kalırsa, yıllarca yaşayabilirdi. Daha önce sağlığına hiç dikkat etmemiş olmasına rağmen, hastalığı öğrendiğinde nasıl da sağlıklı yaşamaya başlamıştı. Sağlığı kaybedince, sağlıklı yaşamanın kıymeti anlaşılıyordu.
Hayal kurmayı da ihmal etmezdi. Zamanı aşan uzun hayaller kurardı, tıpkı annesinin uzun yıllara yayılan dilekleri gibi. Hayatın en önemli zamanının "şimdi" olduğunu ona anlatabilmeyi çok isterdim. Aşkı erkekler bitirir derler, ama yuvayı dişi kuş yapar. Hastalanmadan önce, gitmek için çok sebebim varken, yalnız kalma korkusu beni alıkoymuştu. Babasız büyümenin getirdiği o eksik özgüven... Dışarıda hep hayaletler var sanırdım; hayatı vahşi bir orman gibi görürdüm. Aslanlar kol gezerdi, bense bir ağaca tünemiş maymun gibi. Şimdi ise bu zayıf güçsüz haline üzülmüş, sonuna kadar refakat etmeye ant içmiştim.
Farkında varıyordu o bilinmeyen yolculukta. Biraz uzaklaşsam bir çocuk gibi gözleriyle beni arıyordu.
O bakış unutturur mu her şeyi? hastalanınca insan Dünya’nın en masumu olur mu? Keşke eskiden de böyle olsaydı... Bir kadın ne ister ki, değerli hissetmekten başka? Biraz sevgi, biraz saygı olunca, hayat yardım ederdi insana...
İnsanlık, göçebe yaşamdan yerleşik hayata geçerken zorlanmıştır; ancak Ahmet bir türlü yerleşik hayata geçemiyordu. Ruhu ilkel kalmıştı. Onun hayatını yaşamak zorunda kalır, tehlike anlarında hayatta kalmak için güvenli bölgelere göç ederdik. Çoğu zaman ıssız, ormanlık alanlarda yaşamak zorunda kalırdık. Ahmet’le aramızdaki en büyük uçurum belki de buydu: yaşam tarzlarımız. Hayatı vahşi bir orman gibi görüyordum, belkide bu yüzden orman kanunlarını kabul ediyordum? Bende mi ilkel düşünüp, bir aslanın beni koruduğunu sanıyordum?
O güçlü, sesi gür adamı yere seren yine kendi bedeniydi. Kendiyle savaşıyordu; hücreleri birbiriyle savaşa tutuşmuş, iki düşman meydanda hınca hınç kavga ediyordu. Biri üstün gelmek üzereyken, diğeri güç topluyor, zayıf düşen tarafa saldırıyordu. Bu savaş, ilkel çağları anımsatıyordu. Bir profesör, insan beyninin atalarından miras kalan korkularla dolu olduğunu söylemişti. İçimizdeki savaş bu yüzden mi bu kadar ilkel? Oysa savaş olmadan da anlaşılabilirdi. İki taraf oturup şöyle diyebilirdi: "Karaciğeri bize verin, safra kesesi ve dalak sizde kalsın. Kimse kimseye saldırmayacağını temin etsin." Ne güzel bir anlaşma olurdu. Ancak karaciğeri fethetmiş, beyine ulaşmayı planlayan düşman askerini yok etmek için gerekli donanımlar lazımdı. Onlar savaşırken, ben Ahmed’in boyunduruğu altındaki ülke, yani hep oradaydım, hep yanındaydım. Dışarıdan destek veren, silah gücü sağlayan, yardıma gelen o ülke bendim.
Havalar iyice soğuyordu. Hastane, hazan mevsimini andırıyordu. Ben dışarıda, ormanlık alanda bekliyordum. Saatler ağır ağır ilerliyor, zaman geçmek bilmiyordu. Önümden beyaz tenli, solgun yüzlü çocuklar geçiyordu. Bir kadın parmağı sarılı şekilde önümden geçti; gariban ve temiz yüzlüydü. Bakmaya cesaret edemedim, ama sanırım parmağı kopmuştu. Bu görüntü içimi burkmuştu, aklımdan çıkmayacak kadar derin bir iz bırakmıştı.
Bir tekerlekli sandalye önümden geçti; hastadan çok, dikkatimi çeken şey sandalyenin arkasındaki "Bağıştır" yazısıydı. Adı geçen hayırseverin adının gün boyu hastanede dolaşan bir tekerlekli sandalye üzerinde yer alması bana ironik gelmişti. O sırada Ahmet geldi.
“Niye bu kadar geç çıktın?” diye sordum.
Ahmet, “Beni ancak 2 buçuk saat sonra aldılar içeri,” dedi.
Yarım saat süren bir işlem için toplamda 4 buçuk saat geçmişti.
Bir Hastene günü böylece geçmişti. Devamı 15 gün sonra anlatacaklarıma kadar elveda...