3
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
424
Okunma

Sıradan bir gözlemci dahi etrafının çevreleyen varlıklar silsilesinin içinde kendini zaman , mekan, akli ve ruhi yönden bir yere konumlandırmaya çalışır. Ve hayatın en güzide amaçlarından biri belki de budur. Aidiyet duygusuyla bağlar kuvvetlendikçe daha bir huzurlu, daha bir üretken, iyimser ve değerce de büyük hazlar hissetmeye başlarız o anlarda.
Bizler, bizden silsilerce öncesindekiler ve büyük olasılıkla bizden snraki nesiller de benzeri sorularla mücadele ederek kendilerince bir sonuca varmaya çalışacaklar kuşkusuz. Tam da bu noktada sis perdelerini büyük ölçüde ortadan kaldırırken insanlığa nefes aldıran, bilime olması gerektiği yeri tevci eden ne de mükim bir kavram olarak “din” hususu giriyor devreye. Evet, insanların bir kısmı hiçbir dinin mensubu olmasalar da, kainat denen çok bilinmeyenli denklemin izahında ve onun makro ve mikro alemindeki devinimleri kuşkusuz büyük bir merakla izliyor, keşfetmeye çalışıyor ve varlık alemindeki silsilede de kendini tanımlamaya çalışıyor. Ne denli çok soru sorulabilir bu hususta. Bu ve daha hacimli soruların referansı olarak karşımıza çıkan “din” sözcüğünü ve onun akıl dünyamızdaki, gönül iklimimizdeki yön verici ve mantıklı izahatları ve hatta delilleri ile irdelememiz, kendimize de büyük iyilik olur doğrusu.
Bazı insanların inanmak ve bunun daha da tesirlisi ve vazgeçilmezi olan “iman” noktasındaki yorumlarının kısır cümlelerle izahına şaşmamak elde değil. “Ben inanmıyorum; Her şey bir tesadüf; Geçici bu dünyanın ötesine gidip gelen var mı ki?” gibi akıl yakan kof çıkışlarında dahi insan bu bilimezliğin içindeki esrarı aramaktan asla vazgeçmez, vazgeçemez. Zira, bilinmezin, keşfedilmemişin peşinde binlerce yılını tüketmiş olan insanoğlu, realiteyi aramaktan kendini tatmin edebilecek bir neticeyi elde edene değin asla vazgeçmiyecektir. Bu, onun fıratında vardır çünkü. Bir zamanların efsane dizilerinden “Ay Üssü Alfa, Uzay Yolu” gibi diziler ve zamanla da filmlere de sahne olarak yıllar sonra da insanları ekranın içine çeken bu başyapıtlar, insanın varlık alemindeki arayışının, keşifçi ruhunun da güzide temsilcileridir dersek, abartı olmaz sanırım. Herbir bölümünü iple çekerek izelediğimiz ve yıllar sonra da cazibesinden ödün vermeyen bu gibi izlenceler, insanın ne de mükemmel bir mimari ile donatıldığını da gizliden işlerler esasında.
Biz kimiz, neren geldik, bizden önce bu gezegende kimler vardı? gibi ardı arkası kesilmeyen soruların uyandırdığı merak hafide alınır cinsten de değildir. Peygamberler aracılığıyla insanların cosmosdaki çok boyutluluğun içindeki yerini, yaratılış gayesini ve kendisinden beklenilenleri detayları ile izah eden kutsal kitaplar, adları farklı da olsa da hep aynı ya da oldukça kesişen ifadelerle insanlığın esenliğine yönelik açıklamaları, hatırlatmaları ve yerinde de sınırlandırmaları ile apaçık gerçekliğin de kendisini yansıtan metinlerdir. Onları yüz üstü bırakarak, onların bilhassa dikte ettiği ve fıtrata uygunluk hususundaki hassasiyetleri kaale almadan yaşamış medeniyetlerin hangi akıbetlerle cezalandırıldıkları konusu, bir mit olmaktan çıkmış, arkeolojik gerçeklikler olarak da müzelerde sergilene gelmektedir. Bu denli apaçık delillerine, insanlığı esenliğe götüren ve onlardan da sakınmaları gerekenleri hatırlatan ilahinihayetinde de büyük bir cennet ile ödüllendirmeyi de beyan eden bu gerçeklik yadsınabilir mi?
İçimizdeki şu karşı konulamaz özgürlük hissiyatı ne işler açar başımıza kiminde. Üstelik, bu ruhi ve akli açılımı bazen öyle olmadık şeylere feda eder ve kendimizle de çelişir ki sormayın gitsin. Bu ödünün karşılığında bırakın ödül almayı, çoğunlukla da başkalarının egemenliği altında kendimizi de sınırlandırmış olmaz mıyız? Bu sınırlandırma ancak yüksek ideallerin ve sağlam temellerin üzerindeki gerçeklikle akıl işi olabilir. Tam da bu noktada dinin üstlendiği işlev hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek denli akla, bilime, vicdana da uygun bir gerçeklik olarak ortadadır. İnsanları hem bu fanilikte, hem de dünya ötesindeki alemde esenliğe götüren yol olarak da tabir edilen din, bilim ile de çelişmek gibi bir kısır çekişmenin hiçbir yerinde de yoktur aslında. Bu durum, dine bakıştaki farklı argümanları kendilerine mihenk edinmiş marjinal anlayışların yorumudur sadece.
Şu kadarını söylemek gereki ki, sadece biyolojideki devasa mühendislikle ilginç ve absürt varlıkları melezleyerek bilime hizmet ettiklerini düşünen ve adeta yaratıcıya da meydan okuyan bir gürûh, farklı dinlerin mensuplarından büyük tepkiler görmüş ve projelerini askıya almışlardır. Bu konuda maymun-insan sentesi ile tüm değerleri hiçe sayan Rus bilim insanlarının deneylerinin sonuçsuz kaldığını ve yaratılışta akıl almaz derecede hücresel sınırları da belirlenmiş canlıların ancak kendi türleri ile ile yakınlık kurabilecekleri realitesi de tescillenmiştir. Salt inanmamak adına yeni yıkımları yaşama macerasına girmenin kimseye de yararı olmamış ve olmayacaktır da. Pompei ve Lut Kavimleri`nin helâk oluşları örneği, tüm beşeriyete bu anlamda oldukça sağlam hatırlatmalardır.
Peki, din sözcüğünden anlamaız gereken nedir? Din ile bilim arasında nasıl bir ilinti vardır. Dahası, her ikisini de ön yargısız anlamamızı sağlayan ve bunu başardığımızda da ortaya çıkacak kazanımlar nelerdir? Sert duruşları ile bazı bilim çevreleri, din ile aralarına mesafe koymaya ve onu gerçek anlamından öteleyerek adeta değersizleştirmeye özel bir çaba harcamaktadırlar.Narsist, ataist,nihilist,pragmatist ve dahası çokça felsefi ekolda dine öğretilere, onun ortaya koymaya çalıştığı ilahi emir ve düzene çarpık bir bakışın olduğunu, bilimin ilerlemesi öncülünden bakılan noktada dine ve diyanete sanki bu dünyadan insanların işi bunlar değillermiş gibi bir yaklaşım, yüzyıllardır insanlara dayatılmıştır adeta. Burada konu her ne kadar lâiklik mezuuna da temas etmekteyse de, dinin insanlar için bilime karşı ve gerici anlayış olmadığını anlamamız gerektiğidir. O, bilgiye, bilgiyle ortaya konulmuş terbiyeye, ilim insanına sanıldığının aksine daha büyük bir heyecanla, nezaketle yaklaşan ve bilim mecrasındaki insanı daha özel gören bir bakıştır oysa.
İmanın icralarından biri olan duanın insana katkıları bakımından şu saptama çok manidardır. “ Duanın ve herhangi bir imana sahip olmanın fiziksel sağlığa katkısı sürekli Newsweek ve Times gibi dünyaca meşhur dergilerde kapak haberi yapılır. “ Meseleye daha geniş bir çerçeveden bakılması gerekirse, yaratanın varlığına ve ona giden yol alan dine dair yapıcı yaklaşımın pratikte faydasının olduğunu dile getiren çokça örneğe rağmen, tersini kanıtlayabilir bir saptama yoktur. En yalın haliyle, sadece beş vakit namazı kılarak yapılan vücutla ilgili hareketlerin sıhhata ne denli fayda sağladığı su götürmez bir gerçektir. Bütün eklem ve kasların düzenli, yorulmadan hareket etmesi ve öncesinde de abdest alınması yoluyla hijyenin de hayat bulması, insana nasıl bir zarar verebilir ki? İman etmedikleri halde namaz kılan insanların, bu icraya dair şifaları dillendirmeleri ve diğer insanlara da bunu günlük aktivite olarak önermeleri gözardı edilebilir mi? Bunca icranın içine bir de imanı koyar isek, manevi anlamda da kazancın ortaya çıkabileceğini bir kere daha düşünmek gerekir sanırım. Bu noktada, iman ile imansızlık arasında bir mukayese yapmış isek de, asıl amacımız bilimsel duruş ile imani duruşu doğru düzlemde irdelemektir. Bu anlamda diyalektik açıdan mevzuya bakan, pratik ile detayları değerlendiren salt bilimsel bakış, dini bakışa ters durumda görünmektedir. Ne var ki, din doğru yorumlanmadığı ve bazı çıkar çevreleri tarafından adeta tekelleştirildiği ve özünden uzaklaştırıldığından, bu haliyle bilime sırt çevirmiş gibi görünen manzarada kendine dindar diyen o birilerinin büyük bir veballeri olduğu da gün gibi ortadadır. Oysa, gerçek bu değildir. İnsana üstün bir fıtrat ve kavrayış erki veren yaratıcı, kainatı da akıl almaz bir matematikle donatmışken, ona giden yol alan din nasıl olur da bilimle çelişir. Ben, burada çok büyük bir arızanın ya da aldatılmışlığın olduğunu düşünenlerdenim. Zira, Kur`an-ı Kerim`in “İnsan başı boş yaratıldığını mı sanır. Düşünüp tutasınız diye size öğütler veriliyor,…”anlamlarındaki çoğu uyarıcı ayeti bir yana “De ki: Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” mellaleri de bilgiye, hakkı ile bilmeye ve bilgideki ummanın içinde Yaratan`ın daha da derinden kavranması gerekliliğini ortaya koyar şüphesiz.
İşin özü şu ki, dini ritüellerin hiç biri akla ve mantığa da ters olmayıp, tersine onlardan da destek alarak hayatı, evreni kucaklıyor. Bu vesile ile insandan da evrenin her şeye hakim mutlak gücü olan yaratıcının daha doğru anlaşılması öğretisini de dikte ediliyor.Bu dikte sanıldığı anlamda katı bir şekilde olmayıp, özgür iradeye de bırakılıyor üstelik. Bütün dini metinlerde insanın diğer canlılaradn farklı ve üstün kılınmış olduğu tereddütsüz ortaya konulmuş, insanların bilgi ve onun üretim zemini olan bilimle yakın olmaları da ayrıca vurgulanmıştır. Kur`an-ı Kerim`in ilk ayetinin “Oku ( ikra) “ olması da çok manidar değil midir? Din ile bilimin birbirine ters düşüşünün özünde çokça neden olmasına olmasına karşın, bu nedenlerin insanlığın yorumlarından kaynaklandığını, sorunun subjektif olduğunu bir kenara koymak, din kavramını olması gereken yere koyabilmekle daha mümkün olabilecektir. Hangi bilimsel zeminde ilerleneceği, hangi seviyelere çıkılacağı, daha da derin ve kapsamlı araştırmaların yapılması zaruretleri noktasında, dinin bir gölge olduğunu düşünmek, olsa olsa düpedüz önyargıdır.
Hiçbir dini ritüelin bir bilime engel olduğuna dair görüşün sağlam bir dayanağı yoktur. Bu duruma karşı çıkanları duyar gibiyiz. Evet, gerek Orta Çağ Hıristiyanlığı`nda ve gerekse de İslam coğrafyasında bazı ilimlere mesnetsiz kıstaslarla bakışın, sanatın bir kısmına da hasmane duruşun altında, ilahi kanunları ve onun anlatmaya çalıştığı hakikatleri ,düsturları; yanlış, eksik ve veya yanlı yorumlamaların olduğu da dikkate değer bir gerçekliktir. İnsanlar bazı çıkarlarının elden gidebileceği ve toplumdaki statülerinin, kurdukları tekellerin yıkılabileceği endişesi ile türlü ızdırapları dayatmadılar mı beşere? Engizisyon Mahkemeleri, Avrupa Orta Çağı`nın dinayet anlamında karanlık ve bağnaz yüzü değil midir? Hazarfen Ahmet Çelebi`nin Galata Kulesi`nden uçmayı başarması hususu da o bağnaz kafalardan ötürü, bir bilim insanımızın, kaşifimizin hayatına malolmamış mıdır? Oysa, “İlim Çin`de de olsa alınız. Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” hadisleri bambaşka şeyler söylüyorlardıhakikati anlamak isteyen kafalara. O halde, din zemininin ilahi kuralları, uyarıları ve bilgiye, bilime yaklaşımı en baştan ve fakat cesurca yeniden ele alınmalıdır.
Bilgiye rağmen bir hayatın ilerlemesi, bazı hayatî tedbirlerin alınabilmesi, insan neslinin sürekliliği ve artan nüfusa oranla üretim kabiliyetlerinin de en az o ölçülerde taleplere karşılık verebilmesi nasıl mümkün değilse; beşeriyetin içindeki kaostan kurtularak esenliğe ulaşması, çıkarlar yerine ortaklıkların ve toplumsal faydanın özne olabilmesi, savaşların, anarşi ve terörün rafa kalkabilmesi için de dinin özündeki anlayışla hayatın içinde varlık bulması da o derece hayati bir mevzudur. Sözün özü, bilim ve dinin kardeşliği sadece insanlığın değil, tüm varlığı da yararına sonuçlar doğuracak potansiyeldedir.
Şu noktada dile getirilebilecek saptamamız din ve bilim temasında " Biri diğerine tercih edilemez ve biri diğerine rağmen hakimiyet kuramaz."dır. Edeple, insanın , insanlığın ve daha da ötesinde tüm varlığın yararına icralar ortaya koyacak, keşiflerle hayatı zenginleştirebilecek, kimselerin de tekelinde olmayacak; yapıcı, onarıcı, birleştirici ve paylaşımcı bir bilime kim karşı durur ki. Bilim ahlâkı ile duruş gösteren, insanların kucaklayan ve içinde yarar noktasında olabildiğince güzellikleri barındırani akıl erkinden beslenen bilimsel sunumlar da dini ritüelde “nimet” kavramıyla buluştuğuna göre, nimetleri üretim merkezini, mecrasını tesviye ederek, insanlığı hayra ulaştıracak, ortaklaştıracak, sınırlandırmak yerine, sindirmek yerine daha özgür kılabilecek bir bilim ve referans olacak imanın ortaklığı yüz yıllardır beklenen, gerçekleşebilmesi de menfaat üstü duruşla hayat bulacak bir durumdur. Dini ve bilimi temsil eden otoritelerin, varlık aleminin sorumlulukları bilinciyle beklenen uzlaşıyı ortaya koyabilmelerini umuyoruz.
Oğuzhan KÜLTE