"Salt kelimelerle örülmüş vuruşsuz bir paragraf yığını olsun istemiyorum bu yazı. Bu yazıya mükellefim demek istiyorum yolun sonunda."
Öyle bir
dünyada yaşıyoruz ki hep yoksulluklar çıkıyor karşımıza. Elde var günlerin sessizliği. Duvarların sınırlarını geçebilecek hatta taşları öğütebilecek ağzı tıka basa dolu bir sessizlik bu.
...
Ah be Hayrettin amca, İçimde fırtınalar kopartan beni oradan oraya sürükleyen bu kimliksiz sessizliği ne bitirmek istiyorum ne de sürdürmek… Varmak istiyorum Havva teyzenin ela gözlerine.
...
Hani
çiçeklerden, ağaçlardan, gökyüzünden ve gökyüzündeki nimetlerinden bahsetmiştim ya uzunca bir
zaman. İşte o
zamanları
özlemle anıyorum. Şimdi kalan ömrümde kırılan onurumu ve incinen kalbimi tespit ve teselli edercesine bir odayı ve içindekileri anlatacağım.
Kapıdan giriyorsunuz. İlk bakışta sizi sıcacık karşılayacak üç kişilik bu odada bir hayli
zaman geçirilmiş. Bunu eskimeye yüz tutmuş turuncu
çiçekleri olan
yeşil döşemeli koltuklardan ve
beyazı solmuş tül perdelerden anlıyorsunuz. Bu odada kitaplar okunmuş. Sohbetler edilmiş. Sofralar kurulmuş. İkramlar servis edilmiş. Bu odada
dostlar ağırlanmış. İki küçük pencereye açılan bu odada kimi
zaman önemli meseleler konuşulmuş. Bu odada hiç mi hiç gürültülü münakaşa edilmemiş. Yeşil döşemeli koltukları tamamlayan bir sehpa konulmuş odaya. Bir köşede küçük bir masa duruyor. Masanın bitiminde hemen bir saksı
çiçek… Odada yere serili rengârenk kilim desenli bir halı... Odanın en aydınlık b
ölümünde duvarda dağ manzaralı bir tablo asılı duruyor. İşte tam o tablonun karşısına geçip pencereyi arkanıza alıyorsunuz. O sırada pencerenin perdesi havalanıyor ve içeriye rüzgâr doluyor. Rüzgâr odayı dağ esintisiyle dolduruyor çünkü bu oda bir dağ evine ait. Ve o tablo penceredeki manzarayı resmeden bir insana ait. Tabloyu bırakıp yönünüzü pencereye döndüğünüzde hemen hemen aynı manzarayla karşılaştığınızda bunu daha iyi anlıyorsunuz.
Kapıyı tık tık vuruyor birisi. Kapıya bir çay tepsisiyle geliyor evin sahibi Hayrettin amca. Kapıyı açtığınızda
güleç yüzüyle ve koltuğunun altında birkaç kitapla karşılıyor sizi. Mahcup oluyorsunuz. Hemen tepsiyi elinden alıyorsunuz. İçeriye davet ediyorsunuz. Çaylar içiliyor. Hal hatır soruluyor. Sonra sessizliği bozuyor Hayrettin amcanın sorusu.
- Eee evladım buralara yolunuzu düşüren sebep nedir?
Hayrettin amcaya ne cevap vereceğinizi düşünürken içeriye yetmiş yaşlarında beli kuşaklı narin yapılı bir
kadın olan Hayrettin amcanın eşi Havva teyze giriyor. Derin bir iç çekiyorsunuz. Ve cevap veremiyorsunuz. En az eşi kadar sevecen ve bir
anne gibi karşılıyor sizi Havva teyze. Gülümsüyor. Sen bakma Hayrettin beyin telaşına. Diyor Havva teyze ve ekliyor. Buraya… Cevizler köyüne pek gelen giden kalmadı artık.
…
Zihniniz o küçük şirin odadan uçarcasına uzaklaşıyor. Çünkü oturduğunuz tesiste insan sesleri sizi hatıranızdan çekip çıkartıyor. Çalışanlardan biri önünüze bir fincan çay koyuyor. Yıllar önce bir dağın eteğindeki taş evde karşılaştığınız bu iki güzel insan artık geride kalmış olmakla beraber bunları hatırlamak geçmişi aralamak kalbinize
hüzün veriyor. Çayı içmeden ayrılıyorsunuz oradan. Sanki hiç yaşamamış gibi…
Hayatta kalan güzel insanların simalarına ve öykülerine bakın. Onlar hep umutluydular. Onlar fedakârdılar. Çoğu
zaman dünya biraz daha dar geldiğinde göğüs kafesimiz onların birkaç güzel hatırası ile genişledi. Yoksa kalbimiz tarumar… Tutunmak zorunluluğu sert bir kayadır çarparak büyüyen. Bulduğumuz herhangi bir şey… Bulduklarımız, hayatta kalma sebebimiz…
Sırf gözlerdeki şarkıyı duyabilmek için biraz daha fazla kalınabilir. Umut yoksa hiç kalınmaz. Duvarları ören ellerimiz aynı şevkle keşke köprüleri de örseydi de buluşmalar bu kadar ertelenmeseydi. Hayatı ertelemeseydik. Bir küçük odada gerçekten de bizi bekleyen yaşlı bir çift olsaydı. Ve onların kalpleri kalplerimize dokunsaydı. Yeterdi.
Ve ben...
Günlerin sessizliği yürürken boylu boyunca; her gün, biraz daha ışıksızım ve biraz daha yoksul.
4.3.23
Mahvash / Munise Senem UÇAR