0
Yorum
3
Beğeni
0,0
Puan
838
Okunma

Henüz küçükken başlamıştı içimdeki bu arayış. Neyi özlediğimi, neyi aradığımı bilmeden, hep bir özlemle uzaklara dalar, içimde bir sızı hissederdim. Sanki aradığım şey o uzaklarda, o yüce dağların zirvesindeydi...
Bazen kendimi tutamazdım; alır başımı, o dağlara doğru yola çıkardım. Yolda karıncaları, çiçekleri, kuşları izleye izleye zirveye ulaşırdım. Orada durur, insanların sanki ebedi yaşayacaklarmış gibi telaşlı hallerini, anlamsız koşturmacalarını seyrederdim. Bu tefekkür ve yüksekliğin verdiği huzurla içimde bir ferahlık hissederdim. Ama bu ferahlık kısa sürerdi; bir süre sonra her şey eskiye döner, o tanıdık özlem yeniden içimi kemirirdi. İşte o an anlardım ki, aradığım şey ne dağlarda, ne uzaklarda, ne de dışarıda bir yerdeydi; başka bir yerde, başka bir şeydi...
Bu arayışın adını yıllarca koyamadım. Birçok şehir, birçok mekân değiştirdim. Bu yolculukta bana yön veren iyi ve kötü nice olay yaşadım. İnsanların anlamsız, küçümseyici bakışları içimi yaksa da asla vazgeçmedim. Çoğu kişi beni kimseyi dinlemeyen, inatçı biri sanırdı. Oysa ben sadece içimdeki o derin hissin peşindeydim. Sanki o his, beni kalbimdeki tüm sıkıntıların, özlemlerin, hasretin son bulacağı bir yere götürecekti; sanki sonsuz huzurun başlangıcı olacaktı. Bu yüzden hayatımı altüst ettim, ağır bedeller ödedim, ama durmadım, vazgeçmedim. Ve sonunda buldum, neyi aradığımı...
O dönemde Mevlâna Celaleddin Rumi’nin sözlerini okumuştum. Aklıma takılan, bir türlü anlam veremediğim iki sözü vardı: “Neyi ararsan sen o’sun” ve “Neyi ararsan kendinde ara.” Bu sözler zihnime kazınmıştı, ama anlamlarını çözemiyordum. “Neyi ararsan sen o’sun” ne demekti? Bir et parçasının içinde neyi arayacaktım? Elbette bu sözlerin manevi bir anlamı olduğunu biliyordum, ama yine de kavrayamıyordum. Okunduğu gibi basit bir anlamdan öte, bu sözlerde bir sır saklıydı; derin, anlaşılması zor bir hakikat... Bu sırrı, ancak uzun yıllar sonra, büyük bedeller ödedikten sonra çözebildim. O zamanlar anlayabilseydim, belki bunca acıyı, bunca yorgunluğu, bunca arayışı yaşamazdım...
Evet, aradığım şey ne dağlarda, ne uzaklarda, ne de başka bir mekândaydı. O, benim içimde, kalbimin tam ortasındaydı. Eğer ruhumu güzelliklerle, iyiliklerle, hakikatle besleyebilseydim, kalbimin merkezinden aşkın kapısına uzanan o köprüyü çok daha erken keşfedebilirdim. O köprüden geçip, özlemini çektiğim sonsuz güzelliklere, o ilahi huzura kavuşabilirdim. Ama ben hep dışarıda aradım: dağlarda, taşlarda, şehirlerde, sahtekâr insanların yüzlerinde... Ve bu yüzden hep acı çektim, hep eksik kaldım.
Evet, benim aradığım aşkın ta kendisiydi. Daha doğar doğmaz kalbimi çalan, bedenimi ve ruhumu bir ömür peşinden sürükleyen o aşk... Ana rahminden düşer düşmez yüreğime nakşedilen, “Ara, bul!” diye fısıldayan o ilahi aşk... Benim ve tüm insanların yaratılış sebebi olan aşk...
Özün sözüne gelirsek... Aklı gözüne inmeyen, ruhunun derinliklerini hissedebilen her insan aşkı arar, aşkı hisseder. Ama çok azı aşkın yurdunu, kaynağını bulabilir. Bulamayanlar gider, bir insanın –bir kadının ya da erkeğin– suretine bağlanır. O surette aşkı zanneder. Karşılık bulamazsa beyhude acı çeker; bulursa, bir süre sonra o his kaybolur. Çünkü aşkın yurdu insan değildir. Faniler arasındaki aşk, bir kıvılcım gibi parlar, ama ilahi kaynağa bağlanmadıkça kısa sürede sönüp gider. Gerçek aşk, kalbin derinliklerinde, ruhun ilahi olanla buluştuğu yerde saklıdır. O, ne bir yüzde, ne bir bedende, ne de geçici bir duyguda bulunur. O, insanın kendi özünde, Yaradan’la birleştiği noktada başlar ve sonsuza uzanır...