1
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
908
Okunma

Ankara’yı sevmek diğer şehirleri sevmekten farklıdır. Belki biraz zordur da, Ankara’ yı sevmek. Ankara bazı şehirler gibi size deniz, orman, tabii güzellikler ya da sanayi sunmaz ve bunun karşılığında sevginizi istemez. O kimseyi çağırmaz. Kimseye büyük düşler vaad etmez, görkemli sarayları ya da tarihe meydan okuyan, yıllanmış yapıları da yoktur.
Ankara’ yı hep kıyı şehirleriyle ama en çok da İstanbul’la kıyaslayıp bir denizinin olmamasından şikayet edenlere, ikinci şehir olduğundan, ‘gri şehir’, ‘beton şehir’, ‘memur şehri’, ‘soğuk şehir’ olduğundan dem vuranlara, ‘Ben Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü sevdim’ diyenlere aldırmayın siz. Onlar kolay kazançlara, hazır güzelliklere alışmış kişilerdir ve Ankara’yı sevmek için bir çaba da göstermemişlerdir. Aslına bakarsanız Ankara’da onları sevmemiştir. Çünkü şehirlerin de bir ruhunun bir kimliğinin olduğuna inanmışımdır ben, hep. Siz bir şehri severseniz o da sizi sever; bir şehir sizi severse siz de onu seversiniz.
Bir boş tuval, bir beyaz kağıt, pırl pırıl bir nota defteri, henüz sayfaları açılmamış yeni baskı bir roman gibidir, Ankara. Siz çaba gösterirsiniz; adım adım, nefes nefes, dakika dakika Ankara’nın güzelliklerini ortaya çıkarır, onları sever ve Ankara’ya alışırsınız. Bu alışkanlık zamanla bir tutku, bir tiryakilik olur, bırakamazsınız; bir yaşam tarzı olur, vazgeçemezsiniz.
Ben Ankara’nın nesini mi sevdim? Ankara’nın o kadar çok şeyini sevdim ki, Ankara benim için, adeta, sevgi kelimesiyle özdeşleşti; Ben Ankara’ nın her şeyini sevdim, yani.
Ben, Ankara’nın, konuştukça ağızlardan buhar çıkartan soğuğunda Kızılay’ın caddelerinde dolaşmayı, hemen hemen her adım başındaki dönercilerden birinde ekmek arası döner yemeyi, Metroya ya da Ankaraya binmek için bilet kuyruğuna girmeyi, Gençlik Parkı’nda Ankara havaları eşliğinde çay içmeyi sevdim.
Ankara’ya en yakışan mevsim olan Sonbahar’ da Atakule’nin yanındaki botanik parkın kahverengiliğini, Botanik Park’ın hemen yanındaki Atakule’nin en tepesinden Ankara’ya bakıp, Ayrancı’nın, Kavaklıdere’nin, Esat’ın, Ulus’un, Balgat’ın; Ankara’ya ait her şeyin yerli yerinde olduğunu görmeyi, bir kış günü Kuğulu Park’ın beyaza bürünmesine eşlik etmeyi sevdim.
Olgunlardan Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Ziya Gökalp’e, Ziya Gökalp’ten Sakarya’ya yatay geçişler, Kurtuluş’tan Kolej’e, Kolej’den Kızılay’a dikey geçişler yapmayı, Zafer Çarşısı’ ndaki dükkanlardan kitap, kaset, ve kırtasiye malzemeleri almayı sevdim.
Ankara Kalesi’nden Ankara’yı seyretmeyi, dönüşte de, Kalenin o daracık sokaklarından geçerken, Kaleiçinde deki gecekondularda yaşayan ailelerin çocuklarıyla, angara bebeleriyle, fotoğraf çektirmeyi sevdim.
Güneş batarken, Çankaya caddesinden, Köşkün yanından Kavaklıya doğru yürümeyi, Tunalı’ yı rahatça boydan boya kat edip, sonuna doğru yol dikleşince biraz yorulmayı, biraz da huzursuz olmayı sevdim. Bahçeli’ nin sonsuz numaralı caddelerini adımlayıp, sonunda kendimi yine 7. Cadde’ ye atmayı sevdim.
Aşti’ de, başka bir ile, en çok da, memleketim Kırşehir’ e ya da şu an yaşadığım il olan Bursa’ ya gitmek için otobüs beklemeyi, Kamil Koç’ un peronuyla, Mermerler’in peronlarının bazen yana denk gelmesiyle de hangi otobüse bineceğim konusunda kısa bir şaşkınlık yaşamayı sevdim.
Ama Ankara ile ilgili en çok da, denizi olan şehirlerde, örneğin İstanbul’ da, insanların yüzlerini denize verebilmek için birbirlerine sırtlarını dönmelerine ve git gide yalnızlaşmalarına inat, denizi olmayan Ankara’ da insanların birbirlerinin yüzlerine bakmalarını, birbirlerini anlamalarını, birbirlerinin yüz çizgilerini okuyabilmelerini ve birbirlerini kırmaya cesaret edememelerini sevdim.
Evet, ben Ankara’ yı işte böyle sevdim. Zaten, bir sevdadır Ankara.
Remzi Ormancı
Mart, 2021
Bursa